Home , Köşe Yazıları , „DEVLET ve KOMÜN“ ADLI M. ORUÇOĞLU’NA AİT KİTAB ÜZERİNE DÜŞÜNCELER- Ertan İldan

„DEVLET ve KOMÜN“ ADLI M. ORUÇOĞLU’NA AİT KİTAB ÜZERİNE DÜŞÜNCELER- Ertan İldan

Ertan İldan- „DEVLET ve KOMÜN“ ADLI MUZAFFER ORUÇOĞLU’NA AİT KİTAB ÜZERİNE DÜŞÜNCELER.
Haklı olarak „Türkiye’de onca sorun varken herifçioğlunun taktığı şeye bakın“ diyenler olacaktır. Aslına bakılırsa yazıp yazmama konusunda epeyce tereddüt geçirdim. Yazdıklarımın kime ne faydası olacak bilmiyorum . Ama bu facebook ortamı bir anlamı ile „luzumsuz lakırdılar“ platformu olarak işlev gördüğüne göre, bir eksik bir fazla olmuş ne farkeder, diyerek denemeye karar verdim.
th-1Devlet ve Komün adlı kitap, çeşitli dönemlerde Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmış makalelerin derlenmesiyle oluşturulmuş. 20. YY başlarında ortaya çıkan sosyalist devletlerin, ikinci yarıda gürültülü bir biçimde yıkılmalarının ardından tek kutuplu bir dünyanın ortaya çıkması ile birlikte, sosyalist devletlerin yıkılmasına yol açan nedenlerin irdelenmesi ve alternatif çözüm (!) yollarının ne olması gereği üzerine görüşleri içermektedir.
Özetlemek gerekirse, ileri sürülen görüş öz olarak şöyledir: 20 YY başlarında ortaya çıkan sosyalist devrimler ve sonrasında ortaya çıkan sosyalist devletler „özel mülkiyetin, devlet mülkiyetiyle, özel mülk kapitalizminin, yani kapitalizmin en sağlam biçimi olan klasik kapitalizmin, en zayıf biçimi olan devlet kapitalizmiyle alt edilmesi atağından başka bir şey değildi“ Haliyle iktidarı eline alan sınıf olan proletarya bir „yılan terbiyecisi“ gibi bu devlet kapitalizmini terbiye edip halkın hizmetine sokacaktı ancak ne yazık ki, devlet cihazının kendisi „yılan terbiyecisini“ boğacak, deyim uygunsa terbiye edecek ve tarih sahnesinde uzaklaştıracaktı.
Öyleyse ne yapmak gerekir? Oruçoğlu bu soruya şöyle cevap vermektedir: Tarih üç temel mülkiyet biçimi ortaya çıkarmıştır. Özel mülkiyet, devlet mülkiyeti ve kollektif mülkiyet. Sosyalizmin bir biçimi olarak tarih sahnesine çıkan ve yaşama imkanı bulmayan „devlet kapitalizmi“n de ısrarın bir anlamı yoktur. Buna kalkışmak komedidir. Sosyalizmin bir diğer biçimi vardır. „üretim araçlarının devletsiz doğrudan kollektif mülkiyeti!“
Peki bu nasıl olacaktır? Eski rejim nasıl yıkılacak ve yeni sosyalist rejim nasıl kurulacaktır? Oruçoğlu’na göre bunun da kolayı var. Bunu yapacak olan „komün“dür! Komün eski rejimi yıkmak için „devlet“ olarak örgütlenerek eski rejime ait devlet çihazını paramparça edip bir kenara attıktan sonra, devlet olarak varlığını sürdürmeyecek, bu örgütlülüğü lağvedip komün olarak örgütlenecektir.
Bu komün „tek bir devrimle değil, peş peşe yıkılan ve peş peşe gerçekleşen devrimler katarı anlayışıyla yürümek“ durumundadır. Tabi bu yeni yaşamı da muhalefetteyken inşa etmek de gerekir.
İnsan düşünmeden edemiyor. Peş peşe durmadan devrim katarları kaldırmak için insanlara nasıl şeyler vaad etmek gerekir ki, devrim katarları vızır vızır biri gelsin diğeri kalksın? Başka bir ifadeyle hangi zorunluluklar ve ihtiyaçlar milyonlarca ve milyarlarca insanı böylesi bir toplumsal seferberliğe razı etsin? Bunun cevabını Orucoğlu’nun yazılarında bulmak mümkün değildir.
„Devlet“ olarak örgütlenip iktidarı aldıktan sonra kendisini lağvedip „komün“e dönüşmesi de tamamen bir gereklilik olarak ortaya çıkmıyor. Bir keyfiyet unsuru olarak öne çıkıyor Oruçoğlunda.
Şöyle yazmış : „İktidara yürümenin üç biçimine tanık oluyoruz. 1- Paris Komünü (iktidarı devletsiz alıp klasik manada devlet olmamak) 2- Ekim Devrimi (iktidarı devletsiz alıp devlet olmak) 3- Çin devrimi (İktidarı… kızıl bir devletle alıp, merkezi bir devlet haline gelmek). 4. biçim olarak Doğu Avrupa ülkelerindeki iktidar olma biçimlerini sıraladıktan sonra „Beşinci bir örnek var mı? İktidara devletle yürümek ve iktidarı aldıktan sonra, görevlerini halka devredip devleti kısmen ve tamamen lağvetmek.“ diye sormakta ve bunu şöyle cevaplamaktadır. „Basittten karmaşığa, küçükten büyüğe doğru gelişip devlet haline gelen ve iktidarı zapdeden bir devrimin kendi devletini lağvedip onun görevlerini halka devretmesi oldukça zordur, ama tamamen imkansız bir şey de değildir.“
Görüldüğü üzere düşünce basit bir varsayıma dayanmaktadır. Sosyalist devlet deneyleri başarısızlıkla sonuçlandığına göre bundan sonra yapılacak şey devrimi boğan devlete niteliği ne olursa olsun karşı durmak ve yaşama şansı vermemektir. İktidarı ele geçirdikten sonra devleti lağvetmek zor bir durumdur ama yapılması gereken de tam olarak bu zoru başarmaktır.
Oruçoğlu’na göre komün ve komünarları bekleyen görevleri sonraya bırakarak burada bazı belirlemeler yapmak durumundayım.
.
Benim takip edebildiğim kadarıyla marksist teorinin açmazlarını aşma iddiasında olanlarda sık görülen bir yaklaşım kendisini şöyle dışa vurmaktadır. Sosyalist deneylerin başarısız kalmasının nedenlerini irdelerken bir kavramı merkeze alıp, tüm kötülükleri o kavram üzerinden açıklamaya çalışmak sıkça baş vurulan bir yöntem olmaktadır. Bizlere de şöyle demekteler. „İşte sizin ihtiyaç duyduğunuz manivela budur. Bunu sizin hizmetinize veriyoruz. Bunu alın ve dünyayı yerinden oynatın!“
Türkiye de bunun tipik örneklerinden biri Demir Küçükaydın’dır. Küçükaydın’da tüm kötülükleri „ulus“ kavramına yüklemekte ve ihtiyacımız olan şeyin de „uluslara karşı top yekün bir savaş“ olduğunu ileri sürmektedir. Aynı yaklaşımı bizler oruçoğlu’da görmekteyiz. Benzer bir biçimde adı ne olursa olsun tüm kötülüklerin sebebi „devlettir“ ve bu illette karşı durup dinlenmeksizin mücadele etmek durumunda olduğumuzu söylemektedir.
Her ikisinde şunu görmek mümkün. Bu dünya’da gerçekleşme şansı imkansız derece de ütopik ve akla aykırı. Akla aykırı olan şey „devlet“ ya da „ulus“ olgularına karşıtlık içinde olmak değildir elbette. Bu karşıtlık üzerinde şekillenecek bir mücadelenin insanlığı kurtuluşa götürüceğine dair ileri sürülen iddia. Öne sürdükleri görüşler için tüm dünya insanlarının ya feylesof olmaları ya da derviş olmalarını şart koşar. Bunu Oruçoğlu da fark etmiş olacak ki, komünarları bir makalesinde „dervişler“ olarak tariflemiş.

Ertan İldan

„DEVLET ve KOMÜN“ ADLI MUZAFFER ORUÇOĞLU’NA AİT KİTAB ÜZERİNE DÜŞÜNCELER. (2)

Devam edelim.

Bir önceki paylaşımda Oruçoğlu’nun devlet ve devrim üzerine görüşlerini özetlemeye gayret etmiştim. Kitabı okurken kendi kendime sık sık şu soruyu sordum: Acaba bu yazdıklarına Oruçoğlu samimi olarak inanıyor mu ? Zira devrim, komün ve komünarlara ilişkin ortaya koyduğu düşünceler insana tüm köpeklerin bağlandığı buna mukabil tüm taşların azade edildiği bir dünyada mümkün olabileceği izlenimi vermektedir.

Peki Oruçoğlu’na göre her türlü devleti baştan karşısına alan „komün“ nasıl bir şeydir ve ne işe yarar? Biraz bunun üzerinde duralım. Bu konuya geçmeden komünist parti üzerine düşüncelerine kısaca değinmek yararlı olabilir. Oruçoğlu’na göre komünist parti aslında çok da gerekli bir şey değildir. Ancak şu durumlarda varlığına hoşgörü ile yaklaşılabilir: „Tüm muhalefet örgütlerinin ve dolaysıyla da komünün yasaklandığı , açıktan komün faaliyetini yürütmenin mümkün olmadığı şartlarda , tarih komünarları, gizli bir komünist veya komün partisi kurmak zorunda bırakır. Partinin görevi , komünleri örgütlemek, komünlerin gerçekleştireceği devrimden, yani kitlesel komün iktidarından hemen sonra, kendini feshedip komünler içinde erimektir.“

Yine insan sormadan edemiyor. Komünarlar devrimi gerçekleştirip iktidarı alacak komünleri örgütlemek durumundalar ise, araya ikinci bir işi neden alırlar? Sonradan komün içinde eritecekleri bir partiyi kurmayı kendilerine niiçin iş edinirler? Bunun gerekçesi yasal koşulların elvermeyişi nasıl olur?

Şimdi „komün“ dediği şeyin nasıl bir şey olduğuna bakalım.

„Komün, köklü bir devrimin adıdır; kendini, durmaksızın kendi yaratıcı dehasının iç fırınına doğru iten, dünyaya düşüncelerinin ve hayallerinin erişebileceği son noktada durarak bakan bir devrimin adıdır.“

Eğer söz konusu olan „birey“ olsaydı bu tanımlamayı makul karşılamak mümkün olabilirdi elbet. Nitekim kendisini patlatarak özgürleştiğine inananların olduğu bir dünyada „düşüncelerin ve hayallerin erişebileceği son noktada durarak bakmak“ nasıl olsa mümkündü. Ama burada tüm bir insan alemi söz konusu ediliyor ise, bu iş öyle kolayca olmuyor. Ancak kabul etmek gerekir ki, Oruçoğlu’nun komün’ü zaten bireye hitap etmektedir. „üretim başta olmak üzere her şey, bireyin özgürleşme serüvenine tabidir.“

Kulağa hoş gelen bir söylem. Bireyin özgürleşme serüveni! Kapitalistler de benzer bir argümanı ileri sürerek iktidara yerleşmişlerdi. Sonuçlarını görüyoruz. Bitmez tükenmez savaşlar, kitle katliamları , ekonomik krizler, toplu göçertmeler, doğanın tahribi ve talanı, doymak bilmez bir iştah ve küstahlık!

Oruçoğlu’nun komününü burada bir kaç cümleyle toparlayacak olursak ancak şöyle tanımlayabiliriz. 1980 sonrasında ortaya çıkan yeni toplumsal akımlar tarafında dillendirilen sosyal taleplerin herkesin gönlüne göre karşılanabildiği toplama bir düzen! Bu düzende birey için yok yoktur! Ancak bunun bir anarşiye yol açacağını fark etmiş olmalı ki şöylesi bir belirleme yapma ihtiyacı hasıl olmuş. „Komün cumhuriyetinde, genel bir üretim anarşisinin çıkmaması için genel planlamaya, koordineye önem verilir.“

Bu genel planlamayı kimlerin yapacağı belli olmamakla beraber geniş bir çoğrafyada temsili bir karar merciinin kaçınılmaz olacağı aşikardır. Bu kurumun adı konmamakla birlikte „merkezi komün“ veya „komünler komünü“ olduğu anlaşılıyor.

Bir fikir ancak bu kadar karikatürize edilebilir. Olmamış çocuğa don biçmek Türkiyede sıkça baş vurulan bir yöntemdir ve her kesimce bol miktarda yapılır. Sol kesimde ise bu eyleme sıkça baş vurulmaktadır. Devrimin yolu çizilir. Ayrıntılı tarifleri yapılır. Devletler yıkılır komünler kurulur. İnceden inceye görevleri, kapsamları, amaçları, biçimleri vd. tarif edilir. Oysa bu işin kuramcıları bile dört başı mahmur bir tarifleme yapmamışlardı. Onlar mevcut sistemin işleyişine bakarak genel bir yaklaşım ortaya koymuşlardı. Öyle alengirli ve anlaşılmaz şeyler de söylemiyorlardı. İnsanın üretimin nesnel koşullarına yabancılaştığını, bütün bir özel mülkiyet tarihinin bu yabancılaşmanın serüvenini konu edindiğini, dolaysıyla bu yabancılaşmanın ortadan kaldırılması için öncelikle üretim araçlarının tüm toplumun hizmetine koşulması gerektiğini ve bundan hareketle bu yabancılaşmanın sonucunda ortaya çıkan eşitsizliklerin ortadan kaldırılması için(kır-kent, kafa-kol emeği , cins ayrımcılığı, ulusal eşitsizlikler ve bölgesel dengesizlikler vb çelişkilerin giderilmesi için ) uzun soluklu bir mücadelenin ve zor’un gereğine işaret ediyorlardı. Tabi bu yaklaşımın ne kadar hayat bulduğu ya da ilerde yeniden hayat bulma imkanı elde edip etmeyeceği ayrı bir başlık altında tartışılmaya değer bir konu olarak ele alınabilir. Şahsen gelecek toplumların nasıl şekilleneceğinin ayrıntılı bir tariflemesini yapmanın ortaçağ’da yapıldığı ileri sürülen meleklerin cinsiyetini tartışmaktan farklı sonuçlar üreteceği kanısında değilim.

Devam edecek..

Ertan İldan

DEVLET ve KOMÜN“ ADLI MUZAFFER ORUÇOĞLU’NA AİT KİTAB ÜZERİNE DÜŞÜNCELER. (3)
Bir önceki paylaşımımda gelecekteki toplumların nasıl biçimler alacağını ayrıntılı bir biçimde tariflemenin meleklerin cinsiyetini tartışmakla eşdeğer olduğunu belirtmiştim.
Kusuruma bakmasın ama Oruçoğlu bir bakıma tam olarak bunu yapmaktadır. 12 başlık altında incelediği komün’ün yapmadığı, üstesinden gelmediği iş neredeyse yoktur. Her bir cümlesi peşinden yeni sorulara kapı aralayan bu tanımlamaların ayrıntısına girmeyeceğim. Sadece bir kaç örnek vermekle yetineceğim.
„Özümsediği kaliteyi öncelikle ören , kültürsüz kitleyi ise bela olarak gören bir sistemdir komün. Herkese üniversiteden mezun olma şartını dayattı mı, toplumu ister istemez, kitap okuyanların , hiç değilse, ömrünün 14 yılını (okul yılları) kitap okuyarak geçirenlerin toplumu haline getirmiş oluyor…“
Kafa-kol emeği arasındaki çelişkinin ortadan kaldırılmasından anlaşılması gereken şeyin tüm insanları üniversite mezunu yapmak mıdır, bundan emin değilim. İnsanların önemli bir kesimi şu an batı avrupa’da olduğu gibi üniversiteye gitmek istemez ise ne olacak?
Bir diğer örnek : „Her komün bir üretim ve yaşam, kültür ve eğitim birimidir. Komünün çalışma hayatının ilişkileri, eşitliğe dayanır. Ağır ve sıkıcı işler, eşitçe paylaşılır“
Şimdi sorma hakkımız var ! Bu mutlak eşitliği ön gören önerilerin „herkesin yeteneği ve herkesin ihtiyacı “ hukuku içinde yeri ne olabilir? Ağır ve sıkıcı işler eşitçe paylaştırılacak ise, yeteneğin ne kıymeti olur? Komünizm fikri toplumsal yaşama katılımda „yetenek“i yeter şart olarak öne sürerken bireysel tüketimde „ihtiyaç“ kriterini yeter şart koymakla „eşitsizliği“ baştan kabul ettiğini ilan etmektedir zaten. Peki bu „ağır ve sıkıcı işleri“ yapmaya kim aday olacaktır? Bu cevabı bugünden verilecek bir konu mudur? Bence değildir. Ayrıca „sıkıcı ve ağır iş“ çok göreceli bir şeydir. Kimine ağır gelen iş bir diğerine hafif, sıkıcı gelen de bir diğerine zevkli ve hoş gelebilir. Toprakta çalışmayı sevmeyen insana bahçe sulamak bile sıkıcı gelir.
Yeni fikirler öne sürerken toplumu ve tarihi hırpalamanın ve yormanın alemi olmadığına inananlardanım. Gözlerimizin önünde cereyan eden bir örnek olması itibariyle parçalanmış bir Kürdistan gerçekliği karşısında Türkiye Cumhuriyeti devletini dönüştürmek yoluyla Kürtlerin „demokratik kurtuluş“unu gerçekleştirebileceğini ileri süren Öcalan’ın „demokratik ulus“ teorisinin Kürtleri hayli hırpaladığını ve yorduğunu belirtmek isterim.
Yazımı Oruçoğlu’nun „Komün ve Din“ başlıklı makalesinde dile getirdiği bir formülasyonu (*)revizyondan geçirerek tamamlamak istiyorum. Toplumu ve tarihi hırpalayan bir fikir ciddiye alınmaz!
(*) “ Tarihin görevlerini üstlenen bir devrimi , tarih ciddiye almaz, yeri geldiğinde tepeler, geçer onu.“
Ertan İldan

_____________________________________________________________________

Muzaffer Oruçoğlu

BİR HATIRLATMA
Devlet ve Komün adlı kitabıma yönelik bu eleştirel yazı serisi için Ertan’a yeniden teşekkür ediyorum. Burada bir hatırlatma yapmak istiyorum; kitabın biricik konusu olan komün cumhuriyeti veya komün sistemi, kapitalizmden komünizme geçiş döneminin, yani çok uzun bir tarihsel dönemin, sınıfların çok yönlü tüm varlığıyla ortadan kalkmadığı bir dönemin sistemidir. Marx’ın Gotha Programı’nın Eleştirisi’de, „Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre“, şeklinde formüle ettiği Komünizmin temel yasasının, anlattığım komün sisteminde geçerli olmayacağı açıktır. Yani ben bu kitapta, komünizmi değil, sosyalizmin bir biçimi olan ve ilk örneğini Paris Komünü ile gösteren komün cumhuriyetini anlatmaya çalışıyorum. Kitap eleştirilirken bu husus dikkate alınmalıdır.