Home , Rıza Algül , Tanrıyı Sorgulayan Bir Öğreti: Alevilik

Tanrıyı Sorgulayan Bir Öğreti: Alevilik

Ohne Titel 2

RIZA ALGÜL- Yazmak önemlidir. Fakat “ne yazmak?” çok daha önemlidir. Örneğin, yazarken, var olanın ya da görünenin resmini yazı ile çizebiliyor muyuz? Sadece bu da yeterli değil. Var olanın ya da görünenin içinde – bazen bir ışık sızması kadar bile olsa – dışa vuran, fark edilmeyi bekleyen ayrıntıyı veya aykırılığı sezebiliyor ve arka-planını anlayabiliyor muyuz? Arka-planda olan ile görünen arasındaki farkı veya zıtlığı gün ışığına çıkarabiliyor muyuz? İşte, ideal olan ve yapılması gereken budur. Ben bu kitapta, bunu yapmaya çalıştım.

Türkçe yayınlanmış üç kitaptan sonra, dördüncü kitabım, “Der Alevismus: Eine Lehre, die Gott ins Verhör nimmt” (Tanrıyı Sorgulayan Bir Öğreti: Alevilik”), Almanca dilinde, Almanya’da, “iatros-verlag” yayınlarından çıktı. Bu kitap, yaklaşık on yıllık bir çalışmanın ürünüdür. 24 Anabaşlık’tan ve 40’ın üzerinde Arabaşlık’tan oluşuyor. Alevi felsefesi, tarihi ve kültürü temel olmakla birlikte, insanın dinleri, tanrıları yaratma zorunluluğunun nedenleri, Yahudilik, Hıristiyanlık, fakat daha çok da İslam ve Aleviliğin İslam’a getirdiği ilkesel eleştiriler ayrıntılarıyla bu kitapta yer alıyor.

Bu kitabın teorik ve tarihsel omurgası iki temel kaynak üzerine kurulmuştur:

Birinci kaynak: Hallac-ı Mansur’un felsefi tezlerini 13. Yüzyılda zenginleştirerek güncelleştiren “Ser Çeşme” Hace Bektaş Veli’nin felsefi ilkeleridir.

İkinci kaynak: Yunus Emre, Said Emre ve Kaygusuz Abdal başta olmak üzere, Aleviliğin 13. Yüzyıl felsefe şairlerinin şiirleridir. Kitapta da görüleceği gibi, ben bu şiirlerin dilini güncelleştirerek Almanca’ya çevirdim. Konuları anlamlandırmayı ve yorumlamayı, bu şiirlerin mantıksal verileri üzerine inşa ettim. Çünkü 13. Yüzyıl, felsefi ilkeler bakımından Aleviliğin sistemleştiği ve kurumsallaştığı en sağlam ve en katıksız tarihtir. Bu tarihten sonraki yüzyıllardaki gelişmeler içinde ortaya çıkmış çok sayıdaki Alevi şiiri, Aleviliğin insan, doğa ve dünya temelli felsefi ilkelerinden bir kopuşa ve tanrısal ilahlaşmaya doğru bir kulvara yönelmiştir. Bunun esas nedeni, çok açık ki korku ve gizemdir. Aleviler, devletten ve Müslüman toplumdan duydukları korkulardan dolayı kendilerini gizlemiş, diğer bir adıyla (“takıyye”) yapmışlardır. Bu andan itibaren Şiilik’ten (16. Yüzyıl) ve “muhalif-İslam”dan gelmiş ve Aleviler’in yaşam-biçimini etkilemese de, sözel alışkanlıklarına oturmuş kavramlar hayli çoktur.

Bir yazarın, kendi kitabı üzerine yazması kolay değildir. Fakat yeni yayınlanmış bilimsel bir kitabın hangi toplumsal ihtiyaçları karşılamak amacıyla yazıldığını, ihtiyaçlardan doğan soruların ve cevapların neler olduklarını, hangi kaynakları temel aldığını ve hangi metotlarla nerden başlayıp nereye vardığını canlı örnekleriyle en iyi açıklayabilen, bir kitabın yazarı olduğu da bir gerçektir.

Uzun yıllardan beri “Alevilik” üzerine kitaplar yazmış, Türkçe ve Almanca dilinde makaleler yayınlamış, konferanslar vermiş ve tartışmalara katılmış biri olarak, sorgulayıcı bir felsefi temelden var olmuş Aleviliği yeniden yazmanın zamanının geldiğini düşündüm. Çünkü Alevi felsefesindeki sorgulayıcı ilke, özellikle 20. Yüzyılda baskı ve korkulardan, “şunun” veya “bunun hatırı için” bizzat Aleviler tarafından gerilere itilmiş veya unutulmuştur. Bu, Aleviliğin felsefi temelinde bir tahribattır. Şimdi çok daha bariz biçimde ortaya çıkmış bu tahribatın “bilinçlice yapılmadığını” söylemenin burada çok önemi yoktur. Fakat sorgulayıcı bu felsefeye yeniden yaşam alanı kazandırmanın ve kaybettikleriyle onu yeniden buluşturmanın önemi yeterince ortaya çıkmıştır. “Yarın çok geç olabilir” deyimini örnek alırsak, zamanı gelmiş sözü şimdi söylemezsek, yarın söylememizin anlamı tümden ortadan kalkmış olabilir.

Neden “şimdi?”

1990’lı yıllara kadar Aleviler, TC devleti ve bu devletin motive ve mobilize ettiği İslamcı toplum tarafından bir yandan en düşmanca tutumlarla karşılandı, ezildi ve katledildi; öte yandan, “yok” sayıldı. 1990 – 2005 yıllarında, Alevi toplumunda yükselen bilinç sıçraması ve mücadele, bugüne kadar gelmiş bu durumu tersine çevirdi: Aleviler, “biz de varız!” diyerek örgütlenmeye başladı. Aleviler’in bu cesareti elde etmesinde, sol gelenekten gelmiş insanların büyük katkısının olduğu unutulmamalıdır. Bu dönemde, sorunun en başını tutan ve “aidiyette” ifadesini bulan “Alevilerin varlığı”, yasalarda değil, fakat devletin ağzından bile duyulur oldu. Böylece Aleviler, baskılara rağmen ilk hedeflerini elde etmiş oldular.

İlk Alevi örgütlerinin ortaya çıkması, Alevilik üzerine yazmayı da beraberinde getirdi: Çok sayıda kitap, dergi, gazete, radyo ve televizyon deneyimleri ortaya çıktı. Öyle ki, yayınlanmış çok sayıdaki bu kitaplar ve dergiler, bir yandan genç kuşak Alevileri aydınlatırken, öte yandan, yaşlı kuşak Aleviler’de bir “şaşkınlık” ve korku da yarattı. Bu şaşkınlık ve korku, onları, nedenlerini açıklayamadıkları halde, sözel-geleneklere sarılmaya götürdü.

Fakat Aleviler arasında, “sözel-gelenek”te anlaşmak da kolay değildi. Çünkü Alevilerin genç kuşağı, özellikle 1990’lı yıllardan sonra, Alevilerin yaşam biçimleri ve pratik davranışları ile İslam’ı çağrıştıran “sözel-gelenek” arasındaki çelişkiyi görmeye ve sorgulamaya başlamıştı. Çünkü şu yeterince ortaya çıkmıştı: Aleviler’deki yaşam tarzı ve “sözel-gelenek” ile İslam iç içe veya yan yana değil, karşı karşıya duruyordu.

Aleviler’in genç kuşağı, şu gerçeği kesin olarak fark etti: Yüzyıllardan beri Aleviler, baskıların şiddetini azaltmak ve katliamlara uğramamak için, dışa karşı “biz de Müslüman’ız” demek zorunda kalarak, kendilerini gizlemişlerdi; yani “takıyye” yapmışlardı. Bu genç kuşak, ülkede ve ülke dışında Aleviler’in gündemleşmeye başladığı 1990’lardan noktadan sonra, önceki kuşaklarda alışkanlık kazanmış “gizlenmenin”, ya da “takıyye” yapmanın “onur kırıcı olduğunu” söyleyerek karşı çıktı. Bizzat Aleviler’den tepki görmelerine rağmen, “hayır, biz Aleviyiz!” demekte ısrar etti.

Genç ve aydınlanmış Aleviler’den yükselen bu tavrın, Aleviler için bir dönüm noktası olduğundan kuşku yok. Fakat sadece “biz Aleviyiz” demekle sorunun çözülmediğini de görmek gerekir. Burada, teorik bakımdan Alevilik ile İslam arasındaki felsefi, tarihsel, sosyolojik, dinsel ve kültürel ayrım noktalarını somut analizlere dayanarak ortaya koymak belirleyici öneme sahiptir. Bu, aynı zamanda bir zorunluluktur da. Çünkü dışarıdan Alevilere, “Alevilik nedir?” ve Aleviler’den Aleviler’e, “biz neyiz?” soruları canlılığını hala koruyor.

Bu soruların cevabının arandığı bu noktada, gelenekçi alışkanlıktan kopmak istemeyenlerin karşı-direnişi de ortaya çıktı. Bunlardan bir kesim, bir yandan “biz Müslüman’ız” demekle yetinirken, aynı zamanda, yaptıkları “takıyye” ile yüzleşerek düşünmeye başladılar. Fakat bazıları ise, daha da ileri giderek “hakiki Müslüman biziz”, “biz İslam’ın özüyüz” dediler ve demeye devam ediyorlar.

“Der Alevismus: Eine Lehre, die Gott ins Verhör nimmt” başlığını taşıyan bu kitapta yazdıklarımdan da anlaşılabileceği gibi, sözel-gelenekçi Aleviler’le, 13. Yüzyılda felsefi ve kurumsal temeli atılmış Alevilik arasında, yani 13. Yüzyıl ile 21. Yüzyıl arasında bir uzlaşmazlık vardır. Hallac-ı Mansur’un “En-el Hak” (“Ben tanrıyım” = “İnsan tanrıdır”) diyen devrimci yolunu takip etmiş “Ser Çeşme” Hace Bektaş Veli’nin, Yunus Emre’nin, Said Emre’nin, Kaygusuz Abdal’ın, İmadeddin Nesimi’nin, Edip Harabi’nin ve Aşık Daimi’nin sözlerindeki ve şiirlerindeki felsefi ilkelerle “sözel-gelenekçi” söylemlere baktığımızda, bu uzlaşmazlığı rahatlıkla görebiliriz. Acı da olsa söylemek zorundayım ki, Aleviler içinde çok büyük bir kesim, Hace Bektaş Veli’den Daimi’ye varan bu felsefi izden kopmuştur. Felsefeden kopunca, İslam’dan gelen ve İslam’a varan bilimdışı, akıldışı dogma kavramlar, daha çok da yaşlı kuşaklardan Aleviler’in söz dağarcığında yer edinmiştir.

Alevilerin, herhangi bir din gibi “kutsal kitabı” yoktur. “Okunacak en büyük kitap insandır” ilkesi, insanın sözünü, “tanrının-Allah’ın sözü” olan kitaplardan daha üstün tutması bu gerçeği yeterince açıklıyor. Çünkü Alevilik “vahyi bir din” değil, felsefi-sosyolojik bir bakış açısı, bir dünya görüşüdür; “ahretçi” değil, dünyevidir; “dogmacı” değil, aklidir; “dinsel” değil, bilimseldir. Kısaca: “Keramet”çi değil, “marifet”çidir. Alevilik’teki “Dört Kapı”dan üçüncüsünün “Marifet (= bilim, bilgi) Kapısı” olduğunu burada anımsatmak isterim.

Bu noktada, Aleviler’in önünde iki yol duruyor: Ya “kerametçi” yoldan giderek “dogmacı”, “ahretçi”, “vahyi” din olan İslam’a varacaklardır; ya da, felsefeci, dünyevi, akli ve bilimsel yoldan giderek “marifete”, bilime ve bilgiye varacaklardır.

Bu tezi somutlaştırmak için, Aleviliğin temel felsefi ilkelerinden birkaç örnek sunmakta yarar var:

  • “En-el Hak.” Bu, “ben tanrıyım-Allah’ım”, “tanrı-Allah benim, insandır”, demişti Hallac-ı Mansur, 922’de. Bu devrimci ve aydınlanmacı tez, Alevi felsefesinin temelini oluşturuyor. Bu temel üzerinde yükselen Alevilik, “bilgin-kâmil insan”ı tanrılaştırmıştır; “tanrısal erdem”i insanda görmüştür. Bu demektir ki, Alevilik, insanın dışındaki bir “tanrıyı-Allah’ı” kabul etmemiş, ret etmiştir.
  • İnsanın dışındaki tanrıyı-Allah’ı ret eden Alevilik, tanrıya-Allah’a ait olan dini (“öbür dünyayı”; cennet ve cehennemi; huri ve gılmanı; cin, melek ve şeytanı ve alın yazısını) da ret etmiştir, her şeyi yaşadığımız dünyada aramış ve istemiştir. Bundan dolayıdır ki Hace Bektaş Veli, “her ne ararsan, kendinde ara!” demiştir.
  • İnsanı tanrılaştırmış Alevilik, doğal olarak, insana kötülük ve haksızlık etmeyi, insanı sömürmeyi suç saymıştır.
  • İnsanı tanrılaştırmış Alevilik, tanrısal insan için her hangi bir inançsal veya coğrafi sınır çizmemiştir. Tersine, dünyadaki bütün insanları dostça kucaklamış, birini diğerinden “üstün” saymamıştır. İnsanlar arasındaki din ve millet-ulus kavramlarını ve farklılıklarını kendisinin dışına atmıştır.
  • İnsanı tanrılaştırmış Alevilik, tanrılaştırdığı insanı “erkek” ve “kadın” diye ayırmamıştır. Cins ayrımcılığı yapmış her dine veya geleneğe karşı çıkmıştır.

“Der Alevismus: Eine Lehre, die Gott ins Verhör nimmt” başlığını taşıyan bu kitabı, iki nedenden dolayı Almanca yazdım:

Birincisi, Alevi gençliktir. Çünkü Alevi gençliğin büyük kesimi Almanya’da, Avusturya’da ve İsviçre’de yaşıyor. Bu ülkelerin ve Alevi gençliğin yazı ve iletişim dili Almanca’dır. Bu gençlik, Türkçe yazdığımız kitaplardan yeterince yararlanamıyor. Bundan dolayı, Aleviliği öğrenmek veya Alevilik üzerine bilimsel bir çalışma yapmak istediklerinde, genç nesillerin başvurabilecekleri kapsamlı ve detaylı bir kaynak ortaya çıkarmak istedim. Alevilik üzerine, Almanca yayınlanmış ve sayıları birkaçı geçmeyen kitaplar var. Fakat bu kitapların, tarih, felsefe, sosyoloji, inanç, din, kültür ve sanat bakımından Aleviliği anlatmada yeterli olmadıklarını düşünüyorum.

İkincisi; Alevilerin de yaşadıkları bu üç ülkedeki herkes. Bu kitabı yazmak için beni motive eden ikinci unsur da budur. Verdiğim konferanslarda ve katıldığım tartışmalarda pek çok bilim insanları, “Aleviliğin, 13. Yüzyıl Anadolu’sunun Aydınlanmacılığı olduğunu” hayretler içinde beyan ederek, “Alevilik üzerine yazmamı” ısrarla talep ettiler.

Yaptığım çalışmanın şimdi kitap olarak yayınlanmış olması beni mutlu ediyor. Ben de bu mutluluğu, bu kitaba ilgi duyan herkesle paylaşmak istiyorum.

 

 

Rıza Algül