Anasayfa , Köşe Yazıları , Dehşeti en iyi anlatan kelime: Auschwitz

Dehşeti en iyi anlatan kelime: Auschwitz

0,,17620367_401,00Sarah Judith Hofmann-27-01-2015- Bazen tek bir kelime her şeyi anlatmaya yetiyor. Tıpkı Auschwitz gibi… Yahudi Soykırımı hakkında konuşmak mümkün olsa da, Almanların geçmişiyle yüzleşmesi epey zaman aldı.

Auschwitz-Birkenau toplama kampının ana girişi önündeki demir rayları ve rayların üzerinde içi kadın, çocuk genç yaşlı erkeklerle dolu vagonlar… Tüm yolu yiyecek ve içecek olmadan geldikleri halde hala gözlerinde bir umut ışığı bulunuyor. Aralarından çok azı, başlarına gelecek felaketten haberdardı. Rayların başında toplama kampının doktoru Josef Mengele duruyordu. Bu görüntü, Auschwitz’in hayatta kalan kurbanlarından Esther Bejarano’nun hafızasında dün gibi taze: “Dr Mengele, önümüzde durdu ve bir el hareketi yaptı. Baş parmağıyla ya sol ya da sağı gösterirdi. Solu gösterdiğinde, biraz daha zamanınız olurdu. Sağı gösterdiğinde ise gaz odasına gidiyorsunuz demekti.”

Auschwitz’de bir milyondan fazla insan öldürüldü. Çoğunluğu, kampa varır varmaz gaz odasına gönderilen Yahudilerdi. Aralarında Polonyalı, Sinti ve Romanlar, tüm Avrupa’dan kadın, erkek ve çocuklar bulunuyordu.

‘Sanayileştirilen ölümün en acı hali’

Ne var ki ölüm odaları Auschwitz’e özgü değildi. Majdanek, Treblinka, Belzec ve Sobibor’da da insanların tek tek ölüme yollandığı toplama kampları vardı. Auschwitz tüm bu kampları temsil eden bir sembol konumunda. Zira orası Nazilerin ‘sanayileştirdikleri ölümün’ en acımasız seviyeye ulaştığı yerdi. Başka hiçbir yerde bu kadar fazla insan bu kadar kısa sürede öldürülmedi. Krematoryumların sabah akşam bacaları tütüyordu. Çünkü insanlar acımasız şekilde gazlanarak öldürüldükten sonra yakılıyorlardı. Bu görüntüler de soykırım kurbanlarının unutamayacakları arasında yer alıyor.

Hayatta kalabilenler yaşadıklarını okullarda ve televizyonlarda anlatarak, dünyaya göstermeye çalıştı. Esther Bejarano, bunun Auschwitz’de gördüğü onca kötü şey içinde en kötüsü olduğunu anlatıyor: “Öyle çaresizsin ki oradaki insanlara yardım edemiyordun. Onların gaza gönderileceğini biliyordun ve orada durup, müzik yapmak zorundasın.”

‘Kimse görmek, duymak istemedi’

Ne var ki hayatta kalabilenlere eskiden böylesi bir ilgi gösterilmiyordu. Öyle ki, Almanya’da dahi kimse savaştan sonra bir şey duymak istemiyordu. Cesetlere, kemikleri çıkmış insanların görüntülerine tanıklık etmiş olanlar dahi bilmek ve görmek istemediler. İngilizler Bergen-Belsen toplama kampının görüntülerinden bir belgesel oluşturulması için çalışmalara başladı. Belgeselde Auschwitz’de yaşananlara da yer verilmesi planlanıyordu. Film, Alfred Hitchcock tarafından çekildi ancak o dönem yayınlanmadı. İngiliz ve Amerikalılar, Soğuk Savaş sırasında Almanları suçlamayı doğru bulmamışlardı. Auschwitz’de olanlara dair Almanya’nın da suçlu olduğuna yönelik tartışmanın başlaması on yıl sürdü. Ondan sonra artık görmezden gelmek mümkün olmadı.

Almanların, Nasyonal Sosyalizm ve kendilerinin bu suçtaki paylarıyla ilk yüzleşmeleri 1963 yılında Frankfurt’ta görülen Auschwitz davalarında oldu. Bu davalarda, ilk kez kurbanların anlattıkları dinlendi. Soykırımın nasıl sistematik şekilde yapıldığı, Auschwitz’e bağlı toplam 3 fabrika alanında, bir takım firmaların kurbanların altın diş, kıyafet ve hatta saçlarından nasıl kazanç sağlandığı gün yüzüne çıktı. Ve basın günlük olarak dava sürecini haber yapmaya başladı.

Diziler ve belgeseller devreye girdi

1970’lerin sonunda ise bir Amerikan dizisi, soykırımı Almanların oturma odalarına taşıdı. Meryl Streep’in başrolünde oynadığı dizi, Yahudi bir doktor ailesi olan Weiss’ları anlatıyordu. “Shoah” adlı belgeselde ise ilk kez bir yönetmen hayatta kalan kurbanlarla toplama kampına gidiyordu. Shoah günümüzde de hala soykırıma dair en önemli belgesellerden biri.

11 Ekim 1998 yılında ise Almanya’da bir tartışma başladı. Almanya Yayıncılar Birliği’nin Barış Ödülü’ne layık görülen yazar Martin Walser’in konuşması büyük yankı buldu. Yazar konuşmasında, soykırımın bir araç haline getirilmesini eleştiriyordu. Walser, medyada her gün kendilerine geçmişin hatırlatılmasının, içinde bu utanca karşı bir savunma geliştirdiğini ve artık kafasını çevirmeye başladığını belirtiyordu. Sözleri şöyle devam etti: “Auschwitz sadece her an devreye koyulabilecek bir korkutma aracı ya da bir ahlak aracı ya da zorunluluk sağlayan bir tehdit aracı olmamalı. ”

Konuşma ve kullanılan tabirler, Almanya Yahudi Merkez Konseyi tarafından büyük tepki gördü. Walser, ‘zihinsel kundakçılıkla’ suçlandı. Oysa Walser’in amacı Auschwitz’in anlamını sınırlandırmak değildi. O, zor bir soruyu gündeme getirdi. Bu denli dikkatsiz ve rutin halde kullanılıyorken, Auschwitz’in dehşetini ve hatta suçunu unutmadan ve aynı zamanda kelimenin anlamını da kaybettirmeden kullanmak mümkün müydü?

Auschwitz Almanların hafızalarında canlılığını korumaya devam ediyor. Çok fazla fotoğraf mevcut. Hiç hayatta kalan görgü tanığı kalmadığında, filmler, edebiyat ve sanat soykırımı gelecek nesillere anlatmaya devam edecek…