Home , Haberler , Cumhuriyetin Öteki Yüzü: Türkiye Türklerindir! | TOROS KORKMAZ

Cumhuriyetin Öteki Yüzü: Türkiye Türklerindir! | TOROS KORKMAZ

TOROS KORKMAZ yazdı: Türkiye Cumhuriyeti 2023 itibariyle politik anlamda antidemokratik, iktisadi bakımdan gelişmiş ülkelerin bir hayli gerisinde, sosyal adaletsiz ve sınıfsal sömürünün üst düzeyde olduğu bir ülke konumundadır. Bu özellikler cumhuriyetin kuruluşundan itibaren büyük ölçüde değişmedi. Son yüz yıllık tarihinde halklarının Türk-Sünni İslam halkasına ait olmayan kesimleri ile işçi sınıfının ve aydınlarının önemli bölümü katliamlara, ayrımcılığa, baskılara maruz kaldılar. Cumhuriyetin sosyal ve demokratik vasıfları başından itibaren eksik oldu.
Bu yazı, Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. kuruluş yılının kutlandığı şu günlerde, ülkenin geçmiş yüz yılı ve şu an içinde bulunduğu durumu göz önüne alan genel bir değerlendirme olacak. Yazının ana iddiası cumhuriyetin gerek ekonomik gerek siyasi gerekse sosyal açılardan halklarının büyük coğunluğunun yaşamına olumlu katkılar yapmaktan oldukça uzak olduğu yönündedir. Cumhuriyetin kurucu yıllarında konulan “muassır medeniyetlerin üzerine” çıkma hedefinin bir hayli gerisinde kalmıştır. Kurucu yıllarında eksik de olsa da uygulamaya koydugu laiklik, kadın-erkek eşitligi, yoksulluğu ortadan kaldırma, bilimin ve sanatın toplumun her düzeyine ulaşması gibi amaçlarını gerçekleştirememiştir. Bu durumu anlamak için önce günümüze ilişkin bir değerlendirme yapılmalı daha sonrasında da cumhuriyetin kuruluş yıllarında içinde bulunulan sosyal ve siyasi ortama ve kimi çok önemli yanlış başlayan politikalara değinilmelidir. Geçen sene gene cumhuriyet ile ilgili yazdığım yazının bir bölümünü bu yazıda konunun güncelliği devam ettiği için korudum.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadrolarının daha cok söylemsel düzeyde de kalsa, dayandıkları ana ilkeler özünde laiklik ve halk egemenliğiydi. O yüzden önce günümüz Türkiyesi’nde bu ilkelere ne düzeyde sahip çıkıldığına bakmak gerekiyor. Görünürde muhafazakâr demokrat, ama özünde siyasal İslamcı  ideolojiye sahip AKP’nin son yirmi bir yıllık iktidar döneminde laiklik her ne kadar anayasada değiştirilemez madde olarak kalsa da pratikte uygulanan politikalar bakımından tamamen ortadan kalkmak üzeredir. Laikliği kısaca devletin dininin olmaması, hiçbir dini inancı halkına dayatmaması olarak tanımlarsak, günümüz Türkiyesi’nde bunun tam aksi uygulamalar iktidar tarafından hayata geçirilmekte ve bu duruma karşı ana muhalefet herhangi bir tepki göstermemektedir. Bu duruma somut örnekler verecek olursak, devletin bir kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın sadece Sünni İslamı toplumda yayan ve destekleyen faaliyetlerde bulunmasını, teokratik bir düzen kurmak istediğini açıktan söyleyen kimi tarikatların devletin çeşitli kurumlarını ele geçirmesini, ilkokuldan üniversiteye kadar din derslerinin zorunlu olmasını ve bu dersin içeriğinin Sünni İslam’ın diğer inançlara üstünlüğünü anlatacak şekilde belirlenmesi, Dünya’nın tüm saygın bilim insanları tarafından kabul edilen Charles Darwin’in Evrim Teorisi’nin biyoloji ders müfredatından çıkarılmasını, Sünni İslam inancına sahip olmayan ya da inancı olmayan halk kesimlerinin doğrudan hedef gösterilmesini, sanat eserlerinin dini kurallara saygısızlık gösterildiği bahanesi ile yasaklanmasını, ve son yıllarda ekonomi politikasının Kuran’daki nas ilkesine göre düzenlenmeye çalışılmasını sayabiliriz. Rejimin tüm bu açıktan laiklik karşıtı uygulamarına karşın, cumhuriyetin kazanımlarına sonuna kadar sahip çıktığı iddiasında bulunan ve bizzat Atatürk tarafından kurulmasını bir övünç nedeni olarak gören ana muhalefet partisi CHP ise tüm bu politikalara karşı sesinin çıkarmadığı/çıkaramadığı gibi, laiklik karşıtı siyaseti tescilli parti ve çevrelerle ilişkileri iyi tutma politikası izlemektedir. Örneğin, CHP genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, kendisini her ne kadar Alevi olarak tanımlasa da, Aleviler’in inançlarını özgürce yaşayabilme ve ifade edebilme mekanları olan cemevlerinin yapımına karşı çıkarılan zorlukları gündeme getirmektense, siyasi açıdan çoktan çözüldüğü için toplumun en muhafazakar kesimlerinin dahi gündeme getirmediği başörtüsüne anayasal güvence kazandırmak peşindedir.[2] Ayrıca Kılıçdaroğlu siyasi söylemini hiç gereği olmadığı halde “helallesme, kul hakkı” gibi İslami bir terminoloji üzerinden kurmaktadır. CHP’nin daha sağında konumlanan muhalefet partilerinin zaten laikliğe sahip çıkma gibi bir amaçlarının olmadığı ortadadır. Şu an için laikliğe özgürlükçü bir içerik de kazandırarak sahip çıkan siyasi yapılar başta Kürt Özgürlük Hareketi olmak üzere sosyalist siyasi parti ve kurumlardır.

Halk egemenliği ilkesi üzerinden bir değerlendirme yaptığımızda cumhuriyetin kelime anlamının aslında bu ilkeyi içerdiğini söylemeliyiz. Cumhuriyet bir ülke içinde siyasi egemenlik hakkının belli bir kişi ya da aileye değil, o ülke içinde yaşayan halkın bütününe ait olduğuna işaret eden rejim sisteminin adıdır. Cumhuriyet kavramı, Arapça, kalabalık, halk anlamına gelen cumhur kelimesinden türetilmiştir.[3] Türkiye, 16 Nisan 2017 tarihinde yapılan referandumdan sonra başkanlık sistemine geçmiş ve bu tarihten itibaren halk egemenliği yerini kısa sure içinde seçimli bir tek adam rejimine bırakmıştır. Geçilen başkanlık sistemi, ülkenin başkanına sadece yürütme islevini değil, fiiliyatta yasama ve yargı üzerinde de çok önemli müdahalelerde bulunma yetkisi vermiştir.[4] Yeni sistemde başkan seçilen Recep Tayyip Erdoğan ülkenin kaderini belirlemede neredeyse tek söz sahibi olmuştur. En genel devlet politikalarından en özel detay konuları düzenlemeye kadar tek karar vericidir. Devletin tüm kurumları başkanın mutlak otoritesinin dışında bağımsız kararlar alamaz duruma gelmiştir. Yasama işlevi gören Millet Meclisi’nin yetkileri son derece sınırlanmıştır. Yüksek yargı mensuplarının da doğrudan başkan tarafından belirlendiği bu yeni düzende klasik liberal demokrasinin olmazsa olmazı olan kuvvetler ayrılığı prensibi, yani yasama, yargı ve yürütmenin birbirinden bağımsız hareket edebilme ve birbirini denetleyebilme işlevleri tamamen ortadan kalkmış durumdadır. Birçok önemli anayasa profesörünün de üzerinde mutabık kaldığı gibi, Türkiye aslında seçimli bir diktatörlük sistemine geçmiş gözüküyor. Seçimler ise iktidar partisinin ve başkanın devletin tüm olanaklarını kullandığı ve son yirmi yılda yaratılan yandaş medya ile kamusal alanın büyük bölümünü manipülatif yollarla denetim altına alan, muhalefetin ise iktidarın aksine kamusal alanı son derece kısıtlı bir bicimde kullanabildiği ve sıklıkla cezai yaptırımlara maruz kaldığı bir ortamda gerçekleştiği için, halkın iradesini yansıtmaktan oldukça uzakta kalıyor. Gençlerin ve toplumun eğitimli kesimlerinin kendini göreli olarak tarafsız biçimde bilgilendirebileceği üniversiteler de başkan Erdoğan’ın atadığı rektörler eliyle büyük oranda yeni kurulan rejimin denetimi altına girdi. Düşünce özgürlüğünün, basın özgürlüğünün ve akademik özgürlüklerin son derece kısıtlandığı bir ortamda yapılan seçimlerin iktidar lehine sonuçlanmaması ancak mucizelere bağlı bir durum oluyor. Tüm bunlar cumhuriyetin kurucu kadrolarının söylemsel düzeyde de kalsa üzerinde sıklıkla durduğu ulus egemenliği ilkesinin gerçeklikte ortadan  kalktığına işaret ediyor.

Türkiye Cumhuriyeti 2023 itibariyle politik anlamda antidemokratik, iktisadi bakımdan gelişmiş ülkelerin bir hayli gerisinde, sosyal adaletsiz ve sınıfsal sömürünün üst düzeyde olduğu bir ülke konumundadır.[5] Bu özellikler cumhuriyetin kuruluşundan itibaren büyük ölçüde değişmedi. Son yüz yıllık tarihinde halklarının Türk-Sünni İslam halkasına ait olmayan kesimleri ile işçi sınıfının ve aydınlarının önemli bölümü katliamlara, ayrımcılığa, baskılara maruz kaldılar. Cumhuriyetin sosyal ve demokratik vasıfları başından itibaren eksik oldu. Sosyal vasfının eksik olmasından kastımız sosyal devlet olgusunun oturmamışlığı ve emeğinden başka satacak bir şeyi olmayan geniş halk kesimlerinin hakları için örgütlenmesi önünde konulan engellerdir. Demokratik vasfının eksik olması ise, kendini hem etnik olarak Türk hem de aynı zamanda inançsal olarak Sünni-İslam olarak tanımlayan halkının dışındaki nüfusun, ki bu en az yüzde kırka yakın bir halklar topluluğudur, sürekili degişik derecelerde ayrımcılığa maruz kalmasıyla doğrudan orantılıdır. Daha somut konuşacak olursak  dinsel yönden Sünni İslam olmayan tüm inançlar, yani Aleviler, Hiristiyanlar, Yahudiler, ve inanmayanlar, etnik olarak Kürtler, Ermeniler, Rumlar, Yahudiler, Süryaniler, Çerkezler, Araplar, Lazlar ve Romanlar gibi Türk olmayan halklar ve LGBTQ+ bireyler siyasi rejim tarafından sistematik olarak ötekileştirildiler. Bu ötekileştirme kimi dönem açıktan katliamlar, kimi dönem vatan haini damgası yemek şeklinde vuku buldu. Bunlara özellikle sosyalist solda siyaset yapan emekçilerin ya da fikir üreten aydınların maruz kaldığı büyük baskılar, işkenceler, idamlar da eklemlenmelidir. Bu durumun tarihsel nedenlerine bakıldığında ise üç önemli faktörün etkili olduğu görülecektir.

Bunlardan birincisi, Türkiye coğrafyasının nüfusunda yaşanan olağanüstü değişimdir. Cumhuriyetin ilanından önceki son on senede ve cumhuriyetin ilanının akabinde Müslüman olmayan halkların yaşadığı büyük katliamlar, kırımlar, zorunlu göç ettirme politikaları ve buna mukabil Balkan ve Kafkasya’dan gelen büyük Müslüman halk göçü nüfusun yapısında çok ciddi bir değişime yol açtı. 1915 Ermeni Soykırımı ve Süryani Soykırımı, 1914’de başlayan ve 1919-22 arası Ege ve Karadeniz bölgelerinde Rum Pontus Soykırımları ve 1923-24 yıllarında Rumların zorunlu göçe tabi tutulmaları sonucunda nüfusun yaklaşık yüzde otuzu yok olmuştur.[6] Bu nüfus Osmanlı’nın en ileri kesimini teşkil ediyordu. Hem Osmanlı burjuva sınıfının, hem işçi sınıfının hem de aydınlarının büyük bölümünü içinde barındıran nüfusu bu yok edilen, köklerinden kopartılan Ermeniler, Rumlar ve Süryaniler oluşturuyordu. Buna ilaveten yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk sermayedar sınıfı, soykırıma ve zorunlu göçe tutulan bu halkların sermaye birikimlerine yeni kurulan devlet tarafından el konulup kendilerine aktarılmasıyla ortaya çıktı. Avrupa’da yüzyıllar içerisinde ve çoğunlukla da devlet gücünü elinde tutan aristokratlara karşı ortaya çıkan burjuva sınıfı 17. ve 18. yüzyıllar boyunca güçler ayrılığı, hukuk devleti, bireysel özgürlükler gibi ilerici kavramların bayraktarlığını yapmış ve ancak 19.yüzyilda işçi sınıfının çıkışıyla beraber muhafazakârlaşıp, ilerici vasfını yitirmişti. Oysa, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nde devlet yardımıyla oluşturulan milli burjuvazi daha en başından beri devletin karşısında başı eğik, korkak ve batılı muadilleri gibi ilerici hiçbir burjuva değerine sahip çıkamayan bir sınıf konumundaydı. Sonraki yıllarda da bu durum çok fazla değişmeden devam etti. Her askeri darbede cuntacıların karşısında büyük burjuvaziyi temsil eden TÜSIAD hazırola geçip selam duruyor ve örneğin 12 Eylül 1980 cunta yönetimi sırasında dönemin en etkili iş insanlarından Vehbi Koç, cuntanın lideri Kenan Evren’e mektup yazarak yakalanan sol görüşlü eylemcilerin mahkemelerinin uzatılmaması, cezalarının süratle verilmesi, polis teşkilatını teçhiz edecek ve kuvvetlendirecek imkânların genişletilmesi tavsiyelerinde bulunuyordu.[7] Türkiye’de örgütlü işçi sınıfının ortaya çıkışı için ise 1960’ları beklemek gerekecekti. Ermeni, Rum, Yahudi isçilerin Osmanlı’nın son döneminde örgütlediği grevlerin sayısına, ya da özellikle Ermeni aydınlarının kurduğu sosyalist partilerin örgütlülük düzeyine nüfusunun en az yüzde doksanı köylü olan Müslüman halklar gene 1960’lara kadar erişemeyecekti.

İkinci faktör ise, Kurtuluş Savaşı yıllarında Milli Mücadele’yi yürüten kadroların Anadolu’daki eşraf ve toprak sahipleriyle kurduğu ittifaktı.[8] Bu durum Cumhuriyet kurulduktan sonra toprak reformunun yapılmasının önünde en büyük engel olacaktı. Nüfusunun çok büyük bölümü yoksul eğitimsiz köylülerden oluşan Türkiye halkları toprak ağalarına bağımlı konumdaydı ve bu da onların kendilerini geliştirmelerine, hak arama bilincinin oluşmasına engel oluyordu. 1946’ya gelindiğinde toprak reformuna cesaret etmek isteyen liderliğini İsmet Paşa’nın yaptığı CHP bunun bedelini partinin bölünmesiyle ve kendi içinden Demokrat Parti’nin çıkmasıyla ve 1950’de de seçimleri yitirmesiyle ödeyecekti. Demokrat Parti’nin yönetici kadroları toprak ağalarına dayanıyordu. Partinin on yıl başkanlığını yapan Adnan Menderes’in kendisi de bir toprak ağasıydı.[9] Sınıfsal konumu itibariyle demokrasi bilinci son derece kısıtlı olan Menderes ve Demokrat Parti sadece seçim kazanmaya odaklanıyor ve milli iradenin tecellisini sağlamanın dışında her türden demokratik hak ve özgürlüğe iktidarda kaldığı süre boyunca köstek oluyordu. Bunun bir geleneğe dönüştüğü görülüyor. DP’nin ardılı olan sağ partiler de, o tarihten beri seçimlerin çoğunu kazanıyor ama milli iradeyi temsil etme dışında her türden demokratikleşmenin çoğunlukla karsısında duruyordu.

Üçüncü faktör ise, Cumhuriyeti kuran kadroların ideolojilerinin her türden demokrasi ve sosyal hakların gelişmesine karşı olmasıydı. Bu kadrolar İttihat Terakki`nin devamı olup, onun ideolojisini benimsemişlerdi. İdeolojinin politik boyutu etnik Türk milliyetçiliği ve otoriter modernizmdi. Uygulamada, Türkiye`de homojen Türk-Müslüman bir nüfus yaratmaktı. Nüfus sadece etnik anlamda değil, inançsal anlamda da tek bir kalıba girecekti. Bunun için gerekirse soykırım dahil her türlü yol mubahtı ve 1. Dünya Savaşı’nda İttihat Terakki’nin yaptığı soykırımların benzeri Cumhuriyet kurulduktan sonra da on binlerce insanın katledildiği 1937-38 Dersim Alevi Soykırımı ile tekrarlandı. Bu kadroların asker kökenli oluşu da onları oldukça otoriter yapıyordu. Devlet kuruluşundan beri halkından gelen demokratik talepleri zor yöntemleri ile bastırdı ve aydınlarına çok büyük bedeller ödetti. Örneğin Cumhuriyetin kuruluş yıllarında varolan kadın örgütleri kapatıldı, onun yerine devletin resmi kadın örgütü kuruldu ya da Nazım Hikmet yıllarca hapis yattı, Sabahattin Ali ise öldürüldü. İlerleyen yıllarda da devletin denetimi dışında demokratik hak talepli ortaya çıkan örgütlü yapılara hep kuşkuyla bakıldı ve yasalar bu yapıların gelişmesinin önünde engel oldu. Demokratik ve sol cenahtaki aydınların büyük bölümü de çoğunlukla ya öldürüldü ya hapsedildi ya da yurt dışına kaçmak zorunda kaldılar.

İdeolojinin ekonomik-sosyal boyutu ise kurucu kadroların asker-sivil bürokrat kesimden gelip toprak ağalarıyla ittifak halinde olmaları hasebiyle her türden sosyalist düşünceye karşı olmalarıydı. Devletin denetiminde bir kapitalist sınıf yaratmak ana düsturdu. İşçi sınıfının ise kendi öz örgütlenmesine izin verilmiyordu. Her türden sendikal hareket 1925’de çıkarılan Takrir-i Sükun kanunuyla yasaklanmıştı.[10] Devletin son tahlilde denetleyici ve düzenleyici olduğu, kapitalist sınıfın sermaye birikimine cevaz veren ama işçi sınıfının her türden hak talebini yasaklayan bir tür korporatist ekonomik model benimsenmişti. Sınıflar vardı ama sınıf siyasetine izin yoktu. Sermaye sınıfı 1950’lerden itibaren palazlanmaya başlayınca devletin denetleyici ve düzenleyici rolü de azalacak ama 1960’lardan itibaren sınıf hareketinin ortaya çıkması ve gelişmesine karşın oldukça hoşgörüsüz olacak ve gerek 12 Mart 1971’de gerekse 12 Eylül 1980’deki askeri darbenin asıl nedeni işçi sınıfını tekrar zapturapt altına almak olacaktı.

Bu üç faktör cumhuriyetin kuruluşu sürecinde birbirleriyle de etkileşim halinde oldular. Örneğin, egemen milliyetçilik ayni zamanda işçi sınıfına ve sosyalistlere karşı kullanıldı. Cumhuriyetin ilk yıllarında Müslüman olmayan halklara karşı uygulanan nüfus mühendisliği sonraki yıllarda Türklerden sonra en büyük halk olan Kürtlere karşı uygulandı ve binlerce Kürt bu politikalar sonucu yaşamını yitirdi. Devletin hiçbir itirazı kabul etmeyen otoriter yüzü en son 2013 Gezi Ayaklanması’nda da görüldüğü gibi yaşamını yitiren yirmi iki kişinin çoğunun güvenlik güçlerince öldürülmesine, binlerce insanın yaralanmasına neden oldu. Son olarak şu günlerde de LGBTQ+ bireyler devletin hedef tahtası olmuş durumda ve kendilerini ifade edebilmelerinin ve yasam alanı oluşturabilmelerinin önüne bin bir türlü engel çıkarılıyor.[11]

Sonuç olarak cumhuriyet rejimi kavrama sadık kalınacaksa, halkın bir kesiminin değil tümünün egemenliğinin önündeki engellerin kaldırıldığı siyasi bir düzen olmalıdır. Bunu yapmanın yolu, statükoyu savunan iktidardaki ve muhalefetteki siyasi partilerin yerine, bu statükoyu değiştirmeyi talep eden düzen karşıtı siyasi hareket ve partilerin toplum içinde egemen konuma gelmeleriyle mümkün olur. Bunun da günümüzde öznelerini, milliyetçiliğe bulaşmamış temel insan haklarını merkezine koyan demokratik sol, sosyalist siyasi örgütler, sınıf kimlğinin bilincine varmış işçiler, ülkenin ezilen en büyük halkını oluşturan Kürtler ve diğer ezilen tüm etnik kimlikler, soykırımları inkarcı resmi devlet ideolojisinin karsisinda duran aydınlar, son dönemde giderek güçlenen kadın hareketi ve ekolojik hareketlerdir. Bu özneler güçlendikçe ve birlikte mücadele etme pratikleri geliştikçe eksik kalan Cumhuriyet projesi tamamlanacak, ve ortaya gerçek anlamda sosyal ve demokratik bir cumhuriyet çıkacak.

Alıntı: SİYASİ HABER