Home , Köşe Yazıları , Bir Ergenekon Hikayesi: Egemen Sınıflar Arası Savaş (2)

Bir Ergenekon Hikayesi: Egemen Sınıflar Arası Savaş (2)

YUSUF KÖSE | 11 – 04 – 2010 | Türkiye AKP Eliyle Demokratikleşiyor Mu? Ya Da Demokratikleşebilir Mi?

AKP ile Ordu arasındaki mücadele, toplumun demokratikleşme mücadelesi değildir. Daha başta da söylediğimiz gibi, iktidara kimin egemen olacağıyla ilgili bir sorun.

Egemen kliklerden birisinin siyasal arenada temsilcisi olan AKP’nin orduya karşı aştığı savaş, Türkiye’nin demokratikleşme mücadelesinin bir parçası gibi gösterilmeye çalışılsa da, gerçekte bu olmayıp, bu, AKP ve temsil ettiği kesim için ikitidarda daha fazla söz sahibi olma anlamına gelecektir. Toplumsal demokratikleşme, devlete egemen olan, üretim araçlarını elinde bulunduran mülk sahiplerinin sınırsız özgürlüğü olmayıp, kitlelerin özgürleşmesi, kitleler için demokratik bir ortamın yaratılmasıdır. Artı-değere el koyma olgusunun var olduğu bir yerde, kitlelerin özgürleşmesi, bir başka söylemle, kitleler içinde demokratik bir ortamın yaratılması olası değil ve kapitalizmin işleyişine terstir. Sömürü ve baskı, ezilen yığınlar için demokratik bir ortam ile birlikte yürüyemez.

Türkiye’de egemen sınıflar için demokrasi var olduğu gibi, onlar için en iyi bir demokratik ortam da bundan başkası değildir.. Sınıflı toplumlarda bir sınıf için en geniş bir demokratik ortamın var olması, bir başka sınıf ya da sınıflar için ise birincinin tersine anti-demokratik bir ortam vardır. Yani, despotik bir ortam vardır. Çünkü devlet bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki baskılama aracıdır. Bu devlet, sermaye kesiminin devleti ise onlar için özgürlük var iken, işçi ve emekçiler için ise demokratik bir ortamın varlığından söz edilemez. Bu devletin amacı; bir avuç azınlık sermaye kesiminin lehine ezilenler üzerinde ağır bir baskı ve sömürü ortamı yaratmaktır. Asla ezilen kesimlere demokrasi yaratmak için değil. Liberal aydınların AB ülkelerini “demokratik ülkelere” örnek olarak göstermeleri, sorunun esas yanını –bilinçli- gözardı etmelerinden kaynaklanıyor. Evet, bu ülkelerde daha fazla demokratik bir ortam sözkonus, ama, işçi ve emekçiler için değil, burjuvazi için …

Durum böyle olduğuna göre, AKP’den “demokrasi” mücadelesi beklemek saflığın ötesinde, kitleleri aldatmaya çalışmanın bir başka sahtekarlığıdır. Her şeyden önce AKP, burjuva anlamda dahi, burjuva demokrasisini benimsemiş bir parti olmayıp, faşist nitelikli bir partidir. 7 yıllık hükümet pratiği, bu partinin en küçük bir demokratik yanı olmadığını, tersine, güçlendikçe, anti-demokratik yönlerinin daha arttiğı, işçi ve emekçiler üzerinde azgın sömürünün yanında baskıları giderek artırdığı ve emepryalizmin yeminli bir işbirlikçisi, uşağı bir siyasal yapı olduğunu ortaya koymuştur.

Türk devletinin niteliğinin tartışmasız faşist olduğu bilinen bir gerçektir. Bu devletin hükümet olan partileri de ve hatta yanlışlıkla reforumcu bir parti de gelse –gelmesi bu koşullarda düşünülemez- faşizmi uygulamak zorunda, aksine hükümette bir gün dahi kalamaz.

AKP, siyasal anlamda faşist bir niteliğe sahip olduğu gibi, ideolojik olarak da faşizmin temsilcisi bir siyasal yapıdır. Liberal aydınların ve kendine “sol”cu diyen bazı reformist ve revizyonist kesimlerin bu faşist dinci partiyi “ilerici”, “demokrat” ve “Türkiye’nin demokratikleşmesi için büyük bir şans” olarak ileri sürmeleri ve göstermeye çalışmaları, onların demokratikleşmeden ne anladıklarıyla ilgili olduğu gibi, soruna egemen sınıfların bir cephesinden bakmalarından kaynaklanıyor. İşçi ve emekçilerin sınıf cephesinden bakanlar, AKP’nin “reformist” bir yanı dahi olmadığını rahatlıkla görebilirler.

Türk ordusunun darbeci niteliği yeni bir şey değil. Bir çok defa kanlı darbe yapmıştır. 1960 askeri darbesi, egemen sınıfların bir kanadının diğer bir kanadına –Menderes’lere- karşı yapılmış ve kanlı bir  hesaplaşma yaşanmıştır. 12 Mart ve 12 Eylül askeri faşist darbeleri ise işçi sınıfı, emekçilere ve onların temsilcileri komünist, devrimci demokrat ve tüm ilericilere karşı yapılmış kanlı darbelerdir. Daha doğrusu, bazı dış koşulların yanı sıra, işçi ve emekçilerin sınıf mücadelesini ağır baskı altında tutarak, emperyalist tekelci burjuvazinin ve yerli sermaye kesimin sömürü oranını daha da artırıcı ortamı yaratmak için yapılmıştır.

AKP, 12 Eylül cuntacılarını yargılma yerine onları korumuştur. 12 Eylül faşist anayasasını değiştirmek bir yana onun bir ürünü olduğu için, o yasaya dokunur gibi yapmış, ama dokunmamıştır. Çünkü söz konusu anayasa AKP’nin seçimi kazanmasına ve hükümette kalmasına büyük ölçüde hizmet etmektedir. AKP’nin geçmişle bir ilşkisi yok. Onu, şimdiki ve gelecek durum ilgilendiriyor. Anayasa’nın 15. maddesini değiştirmek ister gözükmesinin nedeni ise, toplumun bu konuda duyarlılığını bildiği ve darbeciliğe karşıymış görüntüsü vermek içindir. Yeri geldiğinde darbe yapmaktan ya da yaptırmaktan asla kaçınmaz.

Faşist 12 Eylül Anayasasında, AKP’nin değiştirmek istediği maddeler, devletin faşist niteliği ve anti-demokratik yasalarla ile ilgili olmayan, egemen sınıfların –ya da bir kesiminin- ayaklarına dolanan  bazı maddeleri değiştirmek istiyorlar. Anayasanın işçi ve emekçi düşmanı yanı kalıyor. İşin bir başka yönü ise, AKP, 12 Eylül Anayasasını değiştirmek istemiyor, değiştirmek ister gibi gözükmeye çalışıyor. AB’nin dayattığı bazı maddeleri değiştirmek istediğini belirtmesinden öte bir şey yaptığı yok. Ama, AB’nin istediği sermaye kesiminin lehine, işçi sınıfı ve emekçilerin aleyhine olan maddeleri parça paraça değiştiriyorlar. Ama, anayasanın özüne dokunmuyorlar.

AKP’nin 12 Eylül Anayasa’sında değiştirmek istedikleri bölümler, AB’nin zorunlu olarak değiştirilmesini istediği maddelerdir. Bunlardan işçi ve emekçilerin lehine  gibi gözüken, “memurlara toplu sözleşme hakkı”. (“Gibi”, çünkü işçilerinde toplu sözleşme ve grev hakları yasal olarak mevcut, ancak, başka maddelerce de oldukça kısıtlanmış ve bir çoğu Bakanlar Kurulu’nun izinine bağlanmıştır.) Gerisi ise egemen sınıfların kendi iç çatışmalarına vesile olan konulardır. Örneğin, HSYK’nın yapısı, Askerlere sivil yargının yolunun açılması, parti kapatmaların zorlaştırılması, YAŞ (Yüksek Askeri Şura) kararlarına yargı yolunun açılması vb. gibi.

Yeni “anayasa taslağı”nda 12 Eylül’ü yapanlara “yargılama yolu açılıyor” gibi haberler olsa da işin özü sonra belli olacaktır. Belki göstermelik bir madde koyabilirler.

Yeri gelmişken, AKP tarafından değiştirilmek istenen “bazı anayasa maddeleri karşısında tavır ne olmalıdır, sorusuna da açıklık getirmek gerekiyor. İşçi ve emekçilerin sözkonusu “değişiklik”lerle ilgili tavırları açıktır. Sandık başına gitmeyecekler ve bu tür kitleleri oyalayıcı ve egemen sınıflartın rasındaki dalaşın piyonu olmayacaklardır. Onlar, kendi mücadelelerinin öznesidirler.Ama, asla egemenlerin yedeği olmayacaklardır ve olmamalıdırlar.

Değiştirilmek istenen maddeler arasında 15. madde, yani 12 Eylül cuntacılarına yargı yolu açılması ve diğeri ise “memurlara toplu sözleşme hakkı”yla ilgili olanıdır. AKP’nin bu iki maddeyi, diğer maddeler arasına sıkıştırmasının nedeni, çok açık. Daha geniş kitleleri, kendi sınıfsal çıkaralarına alet etmek.

İşçi ve emekçiler, anayasanın tüm maddelelrinin değiştirilmesini istiyor. Ama, İşçi ve emekçiler lehine olan demokratik bir anayasa. Böyle bir anayasayı ise, maalesef AKP yapamaz. AKP, bu tür demokratik anayasaların karşısındadır.

Egemen sınıflardan demokratikleşme bekleyenler, kendi tepelerine balyoz indiğinde, belki görüşleirnden vazgeçebilirler, ama, iş işten geçmiş olcakatır. Bir toplumda demokratikleşmeyi sağlayan sınıflar ezilenler olabilir. Emperyalizm ve proleter devrimler çağında, yani, burjuvazinin gericiliğin bir numaralı temsilcisi olduğu bir kapitalist sistemde, demokratikleşmeyi ancak ve anacak işçi sınıfı ve emekçiler sağlayabilir. Burjuvazi, günümüzde demokrat olmadığı gibi, demokratlığında en büyük düşmanıdır. Kapitalist sistemde burjuvaziden “demokratlık” beklemek abesle iştigaldir.

Kapitalist sistemde, hiç bir ülkede demokratik kazanımlar, burjuvazinin lütfuyla asla elde edilmemiştir. İşçi ve emekçilerin ağır bedeller ödemeleri karşılığında verdikleri mücadelelerinin birer kazanımları olagelmiştir. Türkiye’de geçmişte bazı dönemler, demokratik hak ve özgürlükler biraz daha fazla olmuşsa, bu, işçi ve emekçilerin mücadeleleriyle elde edilmiştir.

AKP’nin “açılım” hikayelerinden yola çıkarak, bu partiden “demokratlaşma” beklemek, IMF’den ezilenlerin sömürülmesine karşı mücadele beklemek gibi bir şeydir, benzetmesi yanlış kaçmayacaktır.

AKP, faşist Türk ordusunu karşı mücadelesinde daha avantajlı ve bu avantaj, kitlelerin önemli bir kesimini yanına almasından kaynaklanıyor. AKP, işçi ve emekçilere “kırk katır mı kırk satır mı” politikasını dayatıyor. İşçi ve emekçiler AKP’nin bu politikasına boyun eğmek zorunda olmadığı gibi, bu politikaya karşı mücadele etmek zorundadırlar. Kitlelerin çıkarları buradan geçmektir. Ne AKP’nin kırk katır, ne de Ordu ve bağlaşıklarının kırk satır politikası… Ne şer ne de ehveni şer!

AKP, AB, ABD İlişkileri

AKP’yi ABD’nin hükümet ettiğini ve bugünde arkasında ABD’nin güçlü bir desteği olduğunu söylemek abartılı bir saptama olmayacaktır. ABD’nin AKP tercihi Ortadoğu ile ilgilidir. AKP’nin neoliberal “müslüman” olması, yani, emperyalist tekelci burjuvazinin ekonomik ve siyasal gereksinimlerine karşılık verecek bir politik yapıya sahip olmasıyla direkt ilintilidir. ABD, radikal anti-ABD’ci dincilere karşılık AKP gibi ılıman dincileri tercih etmesi, onu öne çıkarması, örnek göstermesi emperyalizmin bölgesel çıkarlarından ayrı düşünülmemelidir. Türk Ordusu’da koyu ABD’cidir. Ancak, ABD’nin bölgedeki güncel çıkar gelişmelerine şu anda o değil, AKP gibi bir parti verebilir. Öte yandan aynı gerekçeler ile AB’nin de Ordu ve onun bağlaşları olan Kemalist sermaye kesmine karşı AKP’yi tercih etmesi ve desteklemesi, neoliberal politikaların AKP kanadıyla daha iyi uygulanabileceğini görmüş olmalarındandır.

Şimidiye kadar Türk hükümetlerinin –özellikle 2. emperyalist paylaşım savaşından sonra-hemen hemen bütünü ABD’ci olmasına karşın, AKP için “en” Amerikancı denmesi isabetli bir saptamadır. AKP’nin koyu emperyalist ABD’ci olmasının nedenleri çok. Aksi taktirde, Türk ordusu ve onun arkasındaki güçler onu çoktan hükümetten -darbe ya da vb. ile- düşürmüşlerdi. İşte, AKP’nin Ordunun üzerine bu denli sert gidebilmesinin esas nedenlerinden biri de ABD ve AB’nin bu açık desteğini almasından kaynaklanıyor.

Anımsanacağı gibi Avrupa Parlamentosu daha 2004 yılındaki Türkiye Raporu’nda, “Ordunun resmi ve gayri resmi etkin ağlarından endişe duyuyor” diyerek, orduya karşı, AKP’nin yanında yerini aldığını ilan etmiş oluyordu. AP’nin bu raporu, AKP için önemli bir siyasal dış destekti.

Buraya, tekrar olsa da bir ekleme yapmak gerekiyor; AKP’nin içeride Ordu ve yandaşlarına karşı tavır alması ve sert bir dalaşmanın yaşanmasını salt ABD ve AB desteğine bağlamak doğru olmaz. Yukarıda söylediğimiz gibi; Türk egemen sınıflarının bir kesiminin (dinci –yeşil sermaye- ve dinci eğilimlilerinin yanı sıra,, yeni palazlanan bir kısım Anadolu sermayesi) açık desteğini alıyor.

Bilindiği gibi, ABD ve AB, daha Ecevit’in başbakanlığını yaptığı DSP, MHP, ANAP koalisyon hükümeti döneminde, DSP’den koparılan İ.Cem ve K. Derviş ve H. Özkan önderliğinde bir parti kurdurarak (Derviş daha sonra bu üçlü troyadan ayrıldı) seçimlerde galip geleceğini hesaplıyorlardı. Yerli iş birlikçi burjuvazinin de pohpohlamasına karşın, ABD ve AB’nin bu plan tutmadı. Bunun yerine Refah’tan koparılan AKP önderleri ileri sürülerek, emperyalist tekelci burjuvazinin programı uygulanmaya sokuldu. AKP’nin tek başına hükümet olması, içerde ve dışarda sermaye kesimini sevindirdi. Özellikle ABD, AKP sayesinde Türk devletine daha fazlasıyla isteklerini kabul ettirebilecekti ve nitekim de öyle oldu.

AB’nin AKP’yi destekleme gerekçesi ise; AKP’nin daha fazlasıyla ABD kuklası olduğunu bilmesine karşın, MHP ve CHP gibi Avrupa Birliği konusuna soğuk bakan partilere göre kendi çıkarları doğrultusunda daha kolayca kullanbilecekleri bir siyasi oluşum. Her ne kadar başta, AKP’nin dinci olması nedeniyle biraz kuşkuyla yaklaşmış olmalarına karşın, süreç içinde AKP’nin tekelci burjuvazinin neo liberal politikasını harfiyen uygulayan bir parti olduğunu gördüler ve açık desteklerini sundular.

T. Erdoğan’nın İsrail’e “kafa” tutması, sert çıkışlarda bulunması, İsarail ile Türk devleti arasındaki ilişkileri kısmen “limoni” yapmasına karşın, iki devlet arasındaki ikili hiç bir anlaşmayı olumsuz etkilememiş, gizli ve açık anlaşmalar devam etmiştir. Erdoğan, AB ve ABD’nin İsrail’i elştirdiği kadar eleştirmektedir. Biraz “sert” çıkışlar ise, ona verilen rol gereğidir. O, Filistin halkının dostu değil düşmanı ola gelmiştir. İran’a ve Hamas’a “sıcak” yaklaşımını ise yine kendisine verilen rol gereğidir yorumu, abartılı bir belirleme olmasa gerek…

Türk egemen sınıflarının özellikle de TÜSİAD içinde söz sahibi olanlar, AKP’ye ilk başta soğuk yanaştılar ve 2002 Kasım seçimlerinde AKP’ye karşı CHP’yi desteklediler. Ordu’da aynı şekilde AKP’nin seçilmesine, daha doğrusu tek başına hükümet olmasını istemiyordu. AKP tek başına parlamentoda çoğunluğu ele geçirince, “değişti” lafları ortalıkta dolaşmaya başladı ve AKP’nin ileri gelenleri de “biz değiştik” dediler. Özellikle Hürriyet gazetesi, “AKP değişti ve desteklenmeli” diye manşetlerden vermeye başladı. Ancak, süreç içinde AKP yerini sağlamlaştırdıkça başta Hüriyet’in sahibi olmak üzere geleneksel sernaye kesimlerine karşı dişlerini göstermekte gecikmedi.