Home , Avrupa , ATİK’ten Avrupa Parlamentosu Seçimleri Üzerine: “Mücadele etmek asli görevlerimizdendir!“

ATİK’ten Avrupa Parlamentosu Seçimleri Üzerine: “Mücadele etmek asli görevlerimizdendir!“

AVRUPA PARLAMENTOSU SEÇİME GİDİYOR!

Avrupa Birliği üyesi ülkelerinde 23-26 Mayıs tarihleri arasında Avrupa Parlamentosuna gidecek milletvekilleri seçimleri yapılacaktır.  Politik mücadelenin bir aracı olarak, Avrupa parlamento seçimlerinde, göçmenlerin, işçi ve emekçilerin, ezilen halkların taleplerini savunan ve bunu kendi programına alan,  demokrat, ilerici adayları desteklemek güncel politika açısından önemlidir. Bu, Avrupa’da yüksel ırkçılığa ve gelişen faşizme karşı mücadele alanlarının geliştirilmesi politikasıyla bütünlüklü olarak ele alınmalıdır.

AVRUPA BİRLİĞİNİN OLUŞUMU ve MİSYONU

AB’nin geçmiş tarihine kısaca bakmamız bir zorunluluk arz etmektedir. Bilindiği gibi AET (Avrupa Ekonomik Topluluğu) 1957’de altı ülkenin (Almanya, Fransa, Hollanda, Belçika, Lüksemburg, İtalya) yan yana gelmesi ile oluşturuldu. O zamanlar AET’ye Yunanistan, İzlanda, Portekiz ve İspanya ekonomik durumları zayıf olduğundan alınmamıştı.

AET’nin tarım ve gümrük politikası ile hemfikir olmayan İngiltere, İsveç, Norveç, Portekiz, Danimarka, Finlandiya, Avusturya ve İsviçre ise 1960’da EFTA’yı (Avrupa Serbest Ticaret Birliği) kurdular. Birbirine yakın dönemde oluşan bu iki blokun ticari anlaşmaları ve ilişkileri bir dönem karşılıklı blok tavırlar şeklinde sürdü. 1960’lı yılların ilk yarısında İngiltere’nin önderlik ettiği EFTA, AET’ye katılmak için başvuru yaptı. Atılan bu adım, Avrupa Topluluğu oluşumunda ciddi bir girişimdi. Ancak İsveç, İsviçre ve Avusturya bu topluluğa katılamayacaklarını, topluluğa çok yakın duracaklarını ve doğal pozisyonlarını korumak istediklerini belirtmişlerdi. Diğer EFTA üyeleri ise (Norveç hariç) referandum ile 1970’li yılların ilk dönemlerinde Avrupa Topluluğuna üye oldular.

Avrupa Topluluğu içindeki EFTA üyeleri, çeşitli konular üzerinde karşılıklı blok tavırlarını çok uzun zaman sürdürdüler. 1989’da düzenlenen ortak bir toplantı ile AEA (Avrupa Ekonomik Alanı) oluşturuldu. Yani bu anlaşma ile sermayenin önündeki sınırsal engeller kalkmış oldu.

1991 yılında da, Maastricht anlaşması ile AET’ye son verilerek daha örgütlü ve daha çok ortak hareket edebilen AB’nin oluşumuna gidildi. AB bu girişimle Dünya pazarında rakipleriyle daha güçlü rekabet edebilmenin yolunu açtı.

Bu anlamda Avrupalı emperyalist bloka ekonomik olarak, öncülük eden Almanya’dır. Alman emperyalizminin politikası ve tüm hayali “Almanya önderliğinde büyük Avrupa” üzerine kuruludur. Almanya 1981 yılına kadar kendisini dünyanın bir süper gücü olarak göremiyordu. Siyasi ve askeri durumu bakımından diğer emperyalist güçlerin ‘kontrolü” altında idi. Ekonomik gücü ise diğer güçlere nazaran çok büyük farklılık göstermediğinden, süper ekonomik güç olarak kendisini tanımlayamıyordu. Ancak 1989’da 81 milyar dolar ticaret fazlalığı ile Japonya’dan daha güçlü olduğunu görünce kendisinden emin olmaya başladı. Ve Almanya stratejik olarak kendini 21 yy’a ayarlamıştı. 1992 ile 2000 yılları arasındaki süreç birleşen Almanya’nın ekonomisini toparlaması, Orta ve Doğu Avrupa’ya güçlü sermaye ihracını gerçekleştirmesi, belli sektörlerde üretimi Asya ve Latin Amerika’ya kaydırıp, tekellerinin bu bölge pazarlarından büyük pay almaya hazır hale getirmesinin sürecidir de aynı zamanda. Blok olarak da, AB’nin siyasi-ekonomik-askeri otoritesini rakip güçlere karşı, tesis etmesi, özellikle ABD emperyalizmine karşı tek bir siyasal ve askeri politika doğrultusunda merkezileşmesini öngörmektedir.

Yıllardır ekonomik alanda süper güç olmasına rağmen siyasal alanda silik olan Alman emperyalizmi, ABD emperyalizmi ile girdiği bu iki siyasal nabız yoklamasından ciddi başarı sağlayarak çıkmıştır. Ancak Almanya burada da durmayarak, etkinliğini arttıracağı ikinci aşama ise doğu Avrupa olmuştur. Alman stratejileri, orta ve doğu Avrupa’ya yönelik özel ve tarihsel ilgilerinin olduğunu gayet rahat ifade edebilmektedirler. Ayrıca 1997’lere kadar AB’nin siyasal öncülüğünü çeken Fransa, 2000’li yıllarda bu öncülüğü büyük oranda Almanya’ya kaptırdı.

Diğer yandan emperyalist AB’nin bloklar arası pazar dalaşında avantajları şunlardır; Özellikle otomotiv, elektrik, elektronik, telekomünikasyon, demir-çelik, petrol, enerji, banka-finans, kimya, ilaç ve gıda endüstrisinde sağlam alt yapıları, yetkin kalifiye elemanları ve rekabet kapasitesi yüksek tekelleri bulunmaktadır. 510 milyonu aşkın nüfusu ile kutuplar arası rekabette coğrafik konumu itibariyle en merkezi yerdedir. Stratejik konumundan ötürü diğer kıtalar ile çok güçlü ve yaygın ilişkileri vardır. Bugün siyasal ve askeri üstünlüğü ABD kadar olmasa da, tarihsel ve kültürel açıdan dünya ölçeğinde otoritesi en eski ve kökleşmiş olandır. Ayrıca bloklar arasında kıyaslamada, ulaşım ve iletişim teknolojisine sahip en güçlü bloktur.

Yine AB, bloklar arası pazar paylaşımı dalaşında kendi içinde de sorunlar yaşamaktadır. AB’nin iç ve dış politikasında etkin güçlerin birbirinden farkı görüşlere sahip olması, ortak bir politika belirleme önünde ciddi bir engel oluşturmaktadır. ABD’nin uzun yıllardır AB üzerinde tesis ettiği siyasi ve askeri otorite, AB’nin diğer üyeleri olan Portekiz, Hollanda ve Belçika’nın NATO’ya olan ciddi bağımlılıkları, AB’nin blok çıkarları doğrultusunda adım atmasının önünde ciddi sınırlandırmalar getirmektedir. NATO sorunu ve İngiltere’nin AB’den ayrılması ve ABD çıkarları doğrultusunda hareket etmesi, AB içerisinde huzursuzluğu arttırmıştır. Tüm bu ve diğer etkenler AB’nin gücünü, ABD ve Rusya’ya karşı ciddi oranda etkilemektedir. Özellikle son 20 yıldır, AB adına inisiyatif ve yaptırım gücü yüksek yetkili kurumların oluşturulacağı, ortak savunma politikalarının hayata geçirileceği, AB temsilcileri tarafından etkin biçimde sürekli gündemde tutulmaktaydı

GÜVENLİK, SAVUNMA ve AB ORDUSU

Bu nedenle, AB ikinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan günümüze dek, ABD emperyalizmine teslim ettikleri güvenliklerini, artık kendilerinin sağlamaları ve böylece ekonomik anlamda gerçekleştirmeye yöneldikleri atılımı, askeri alana da taşımanın adımlarını hızlandırdılar. Almanya ve Fransa’nın başını çektiği AGSK (Avrupa Güvenlik ve Savunma Konseyi) geçtiğimiz dönem içinde 60 bin kişilik ortak bir güç oluşturmak için ciddi adım attı. AB dönem başkanı Avrupa Güvenlik ve Savunma Konseyi (AGSK) konulu rapor taslağı, AB devlet ve hükümet başkanlarının yaptığı toplantıda alınan kararlarla kabul edildi. Kabul edilen raporda; AB’nin AGSK çerçevesinde siyasal ve askeri organlar oluşturma, NATO ile iş birliği çerçevesinde, “barışı” koruma gibi operasyonlarda yer alma isteği belirtilirken, AB üyesi olmayan veya NATO içerisinde yer alan bazı devletlerle ve AB’ne aday ülkelerle bu noktada iş birliği, danışma ve diyalog güvenceleri verileceğini belirtmişlerdir. Fakat AGSK’nın tek karar mercii olduğu ve karar mercii içerisinde de yalnızca AB üyesi ülkelerin yer alacağının da altı çizilmiştir.

Mevcut rapora göre; AB üyesi her devletin üst düzey yetkililerinden oluşacak bir “Sürekli Güvenlik ve Politika Komitesi”, genelkurmay başkanlarından oluşacak bir “Askeri Komite” ve bir “Genelkurmay” yapısı oluşturulmasında ortak karar alınmıştı. Türkiye’nin, karar mekanizması içinde yer almadığı için tepki gösterdiği AGSK, Türkiye gibi aday ülkeleri karar mekanizmasına katmazken, yapacağı operasyonlarda bu ülkelerden yararlanmayı hedeflediği açıktır. Şimdilik NATO bünyesinde de yer alan AB ülkeleri, attıkları bu adımla birlikte önümüzdeki süreçlerde ABD ile kızışacak pazar dalaşları paralelinde NATO bünyesinde yer alan birçok ülkeyi de yanlarına çekerek, NATO’nun yıllardır üstlendiği misyonu kendi denetimlerinde olan AGSK’ne yüklemek istemektedirler. Bu durum; paylaşılmış sömürü alanlarının yeniden paylaşımı mücadelesini sertleştirdiği emperyalistler arası rekabetin doğal sonucu olacaktır. Ekonomik örgütsel alanda devam eden kapışma, askeri örgütsel alana taşınmaktadır. ABD ise, AB bünyesinde yaşanan bu gelişmeden oldukça rahatsızdır.

NATO üyesi ülkelerin Dışişleri Bakanları’nın yaptığı toplantıya katılan NATO Avrupa Kuvvetler Komutanı General Wesley Clark, ABD’nin rahatsızlığını ifade etmiştir. Wesley Clark, basına yaptığı açıklamada üstü kapalı bir biçimde de olsa konuşmasının önemli bir bölümünde Fransa’nın yaklaşımını eleştirmiştir. Çünkü; Fransa bağımsız bir Avrupa Savunma kapasitesinin geliştirilmesi gerektiğini en fazla savunan ve bu noktada çaba gösteren ülkedir. Fransa’nın askeri bağımsızlığa bu kadar ağırlık verme çabasının altında yatan neden, genel anlamıyla ABD’nin vesayetinden tümüyle kopuş yaşasa da, dünyanın üçüncü büyük askeri sanayisine sahip olması nedeniyle, Avrupa özgülünde ve karar mekanizmasında kendisinin ciddi anlamda ağırlığının olduğu bu oluşumun, askeri donanımından da büyük bir kaynak kazanmış olacaktır. Diğer taraftan ABD’nin askeri alandaki gücünün etkisiyle, Avrupalı emperyalistleri bir oldu bittiye maruz bırakan yaklaşımlarını da frenlemeyi hesaplamaktadır.

Avrupa Birliği, Avrupa Ordusu’nun oluşumu noktasında bu adımlarını daha hızlandırırken, NATO’nun Kuzey Atlantik Konseyi toplantısı sonuç bildirgesinde AGSK oluşumu da değerlendirilerek, ABD’nin bu oluşuma karşı tutumu da ana hatlarıyla belirtildi. Bildirgede, AB’nin oluşturacağı askeri güce karşı çıkılmazken, bu oluşumun NATO’nun imkânlarından yararlanmasının, ancak NATO ülkelerinin oy birliği ile ve her talebin ayrı ayrı onaya sunulmasıyla mümkün olabileceği belirtildi. Yine bu bildirgede, AB’nin NATO’dan bağımsız, NATO imkânlarıyla hareket etmesi için bir takım ön koşullar sıralandı. “AB’nin, NATO’nun katılmadığı askeri eylemlerde değerlendirmek üzere, kendine özgü bir savunma yeteneği geliştirme iradesini not ediyoruz. AB’nin bu çerçevede NATO imkân ve yeteneklerini kullanmasına yönelik yöntemleri belirlemeye hazırız. AB’nin Avrupa Güvenlik ve Savunmaya bağlı konularda AB üyesi olmayan Avrupalı müttefikleriyle diyalog-danışma ve iş birliği için uygun yapılaşmaya yönelik iradesini de not ediyoruz. AB üyesi olmayan Avrupalı NATO üyelerinin AB tarafından yönetilecek askeri operasyonlara katılımı, bu operasyonların etkisini arttıracak ve ittifakın Avrupa kanadını güçlendirecektir.”

Bu anlamda Avrupa Ordusu oluşturma çabası, emperyalistler arası dalaşın ekonomik alandan, askeri bir alana sıçramasının olasılığının giderek arttığını, emperyalist sistemin yapısındaki çürümenin dibe vuruşunda görmek mümkündür. Krizi çözebilme, atlatabilme becerisi yerine, krizi yönetme ile durumu idare etmeye çalışıyorlar. Şimdilik bölgesel savaşlar ve sömürüyü daha da derinleştirerek durumu idare etmelerine rağmen, görünen odur ki; emperyalistler arası rekabetin boyutu, tüm dünya halkları açısından daha büyük felaketlerin de ön habercisi durumundadır. Talan ve yağma düzeninin ekonomik askeri saldırganlığının her geçen gün daha da boyutlandığı günümüz koşullarında, AB çerçevesinde oluşturulan AGSK, söyleminin aksine, tıpkı NATO gibi dünya halklarına Avrupa merkezli bir saldırı aygıtı olarak örgütlenmektedir. Dünya halklarının sömürü, talan ve katliamına borçlu olan Avrupalı emperyalistler bu askeri gücün oluşmasıyla saldırganlıklarını daha da arttıracaklardır.

AB ve BREXİT

Brexit, Birleşik Krallığın (İngiltere) AB’den ayrılması anlamına geliyor. Birleşik Krallık’ta 23 Haziran 2016 günü yapılan referandumdan “ayrılma” kararı çıkmıştı. Referanduma katılma oranı % 71,8 idi ve katılanların % 51,9’u Birleşik Krallığın AB’den ayrılması, % 48,1’ı ise kalması yönünde oy kullandı. Sonucun çok yakın olmasına rağmen referandumu ayrılma yönündeki kampın kazanması üzerine,   İngiltere’nin AB’den ayrılma süreci başlamış oldu. Ayrılma süreci AB’nin Lizbon Anlaşmasının 50. Maddesine dayanmaktadır. Üye bir ülkenin, bu maddeye göre resmi başvurusu üzerine 2 yıl içinde ayrılması kesinleşmiş oluyor. Ve şimdiye kadar İngiltere dışında, AB’den ayrılma konusunda daha önce yaşanan tek örnek ise; Danimarka’ya bağlı olan Grönland adasının tam otonomi kazanmasından sonra AB’den kendi isteğiyle çıkmasıdır. Grönland adasında da, yapılan referandumda ayrılma için kullanılan oyların % 52, kalmadan yana kullanılan oyların % 48 olduğu ve adanın AB bölgesi dışına çıktığı bilinmektedir.

Ancak Brexit kampanyasının sonuç ve nedenleri, İngiltere’nin emperyalist saldırganlık politikasında yeni bir manevradır. Bunca sermaye birikimi ve ticaret anlaşmaları kapsamında sürecin yavaş ve sancılı bir şekilde kendini göstereceği açıktır. İngiltere esas olarak ABD’nin dünyada yarattığı sarsıntıları fırsata çevirme hamlesi içerisindedir. Bu anlamda Brexit, emperyalist bloklar arasında yaşanan rekabet çatışmasından yararlanıp, ortaya çıkan fırsatları değerlendirerek tek güç olmanın hedefi içindedir. Bu amaçla dünya pazarına sahip olma rüyasında olup, talan politikası kapsamında kazanç elde etmek için hızla yeniden organize olma çabasındadır. Bu süreç İngiliz tekelleri için bir politikayken, gerçekleştirilen referandumla halk kitlelerini daha çok Pazar, daha çok sömürü politikasına alet etmişlerdir.

AB GÖÇMENLER ve IRKÇILIK

Yapılan araştırmalar sonucu önümüzdeki 20 yıl içinde, Avrupa’nın en önemli üç sorunu olarak; göç, sığınma, sosyal adalet ve küresel ısınma olarak öne çıkmaktadır. Avrupa’da 2015’ten bu yana, faşist-ırkçı parti ve örgütler tarafından göçmenler ve sığınmacılar üzerinden yürütülen ayrımcı politikalar, Avrupa halkı arasında önemli bir yer aldı. Bu propagandanın siyasi ayağını ise Avrupa’daki ırkçı-faşist parti ve örgütler doldurdu. Bu ırkçı partilerin açıktan göçmen ve sığınmacı düşmanlığı üzerinden yürüttüğü politikalar Avrupa ülkelerinin birçoğunda, etkili oldu. Kuşkusuz insanlığın en büyük düşmanı olan ırkçılık ve ayırımcılık, egemenler tarafından zaten tarih sahnesinden hiç düşürülmedi. Ve içinden geçtiğimiz son yıllarda da, sermaye sahipleri ihtiyaç duyduğu için, ırkçı ve faşist partileri sistematik bir şekilde güçlendirilerek yeniden sahneye sürüldüler.

Bu bakımdan, 2016 ve 2017 yıllarında Almanya, Fransa, Hollanda ve Avusturya’da yapılan parlamento seçimleri, aşırı sağcı – ırkçı partilerin zaferi ile sonuçlandı. Avrupa’nın bazı ülkelerinde hükümet ortağı olurken, bazı ülkelerinde ise ikinci ya da üçüncü büyük partiler olarak parlamentolarda temsilliyet hakkı kazandılar. Avrupa coğrafyasında bu ırkçı partiler; Sırbistan’da (Sırbistan Radikal Partisi), İsviçre’de (SUP), Avusturya’da (FPÖ-BZÖ), Norveç’te (İleri Adım Partisi), Macaristan’da (JOOBİK), Çekya’da (ANO), Belçika’da (Ulamms Belang), Danimarka’da (DF), Slovakya’da (SNS), Bulgaristan’da (ATAKA), İtalya’da (LegaNord), Yunanistan’da (Altın Şafak), Finlandya ‘da (Gerçek Finliler Partisi), İngiltere‘de (Ukip), Fransa’da (FN), Hollanda’da (PVV)vb. gibi partiler son genel seçimlerde yüzde 10 ile 30 arasında oy aldılar. Almanya’da ise NPD’nin karışımı olarak, 2013 yılında kurulan AfD ise, 24 Eylül’de yapılan federal seçimlerde yaklaşık olarak 6 milyon seçmenin oyunu alarak, yüzde 12,6 gibi yüksek bir oranla parlamentoya 92 milletvekilini göndermiştir. Zira bu mevcut tabloya baktığımızda, günümüzde bu ırkçı ve faşist partilerin bu kadar güçlenmeleri elbette ki bir tesadüf sonucu değildir. Tamamen içinde bulunduğumuz tarihsel sürecin siyasal ürünü olarak geliştiler. Bu nedenle yaklaşık olarak 7 yıldan bu yana, Ortadoğu’da (Suriye’de) kesintisiz devam eden emperyalist paylaşım savaşının sonuçları olarak, hem ırkçılığın gelişmesine, hem de ırkçı partilerin güçlenmesine önemli oranda zemin sunuldu. Yine savaş ile birlikte egemen güçler yeni sömürü ve kâr paydaları yarattılar. Ezilen halkların payına da ölüm, yoksulluk, işsizlik ve yerinden yurdundan göç etmek düştü. Yıkıcı savaşın neticesinde mağdurlar, kitlesel göç halinde emperyalist ülkelerin kapılarına dayanınca, ırkçı ve faşist partiler için önemli bir fırsat biçiminde propaganda malzemesi olarak ortaya çıktı. Yaşanan insanlık trajedisini kötü emelleri için bir politika olarak kullanan ırkçı partiler, çığ gibi büyüyerek sahneye çıktılar ve günümüzde ülke parlamentolarında iktidara gelecek kadar güç kazanmış bulunuyorlar.

Almanya’da ise, AfD partisi rüyasını gerçekleştirmek ve süreci kendi lehine çevirmek için göçmenlik düşmanlığında milim taviz vermeden yol aldı. Ortaya saçtığı zehirli siyasetiyle, göçmen kitlelere yönelik kin ve nefret tohumları atarak, halkların birlikte yaşamını düşmanca ayrıştırdı. Diğer yandan da aldığı güçlü kitle desteğiyle parlamentonun üçüncü büyük partisi olarak yerini aldı. Aslında bu durum beklenen bir gelişmeydi. 2013 yılında yapılan genel seçimlerinde az farkla kaybeden AfD,  2013 sonrası eyaletlerde güçlenerek bu günü işaret ediyordu.

2016 Nisan’ında toplanan AfD parti kongresi, sermaye sınıfının çıkarlarına uygun kararlar da alarak kendisini konumlandırdı. Bu kararlardan öne çıkan bazıları şunlardır; “Asgari ücret ve işyeri güvenlik yasası kaldırılmalı, zengin şirketlerin vergileri düşürülmeli, Üniversitelere giriş zorlaştırılmalı, Yoksullara verilen sosyal haklar kısıtlanmalı, Gençlik ceza yasası yaşı 12’ye indirilmeli ve göçmenlerin ülkeye girişi durdurulmalı.” Ayrıca din, vicdan ve inanç özgürlüğü alanında birçok karar alarak azınlık halklara dönük kısıtlayıcı ve önleyici görüşleri, parti programlarına koydular. Bu ırkçı ve ayrımcı politikaların destek bulduğu taban ise, yapılan araştırma sonuçlarında çoğunlukta gelir düzeyi ortalama ve ortalamanın üzerinde olan zengin kitleler olduğu ortaya çıkmıştır. Böylece Avrupa ülkelerinde, egemenlerin desteklediği ve kitleler içinde de taban bulan ırkçı ve faşist partiler, parlamento kürsülerinde zehir saçmaya devam ediyorlar.

Emperyalist – kapitalist sistemin yaşadığı ekonomik kriz; buhran ve kaos dönemlerinde (günümüzde olduğu gibi) ırkçılık yansımasıyla sermayenin en temel siyaseti olarak, hep öne çıkmıştır. Özellikle 2008’de dünyayı sarsan mali kriz, henüz tam olarak atlatılmamışken,  bugün yeni krizler kapıya dayanmış bulunmaktadır. Egemenler mevcut krizleri atlatmanın bir yolu olarak, içe dönük ırkçılığı geliştirirken, dışa yönelik ise zengin coğrafyaların Pazar alanları üzerinde çatışma ve savaş siyasetini uygulamaktadırlar. Sömürücüler bu özlemlerini gerçeğe dönüştürmek için, günümüzde olduğu gibi, her buhran ve kaos döneminde en ırkçı ve en şoven faşist partileri iktidara taşıma ihtiyacı duymuşlardır. Bu gerçeklerden hareketle, ismi geçen bütün ırkçı partilerin temelde sınıfsal karakteri aynıdır. İdeolojik olarak aynı kaynaktan besleniyorlar. Irkçı ve faşist ideolojinin coğrafyası, mekânı ve zamanı yoktur. Her yerde, her daim rengi aynıdır. Bu temel nedenler ışığında, insanlığın en büyük düşmanı olan ırkçılık ve ayrımcılık güçleniyor. Bu güçlenmeye ön ayak olan egemen sınıflar, geçmişten günümüze kadar faşist, ırkçı parti ve örgütleri bağırlarında korudular, beslediler ve büyüttüler. Bütün ırkçı saldırılar görmezden gelinerek adeta tolere edildiler. Irkçı saldırılara karşı açılan davalar ya düşürüldü ya da az ve komik cezalarla geçiştirildiler. Egemenler ırkçı parti ve örgütleri her dönem can simidi olarak kullandılar, kullanmaya devam ediyorlar. Bunun içindir ki; günümüzde ırkçı, faşist partilerin program ve söylemlerini “Popülist Aşırılık’’ gibi tanımlamalarla kitlelerin bilincini bulandırmaya çalışıyorlar. Egemenler yaptıkları bu manipülatif söylemlerle, ırkçı, faşist parti ve örgütleri ideolojik kökünden kopartarak üstünü örtmektedirler. Faşist ve ırkçı saldırıların içini boşaltarak, faşizmin insanlığa karşı işlediği suçlarını hafifletiyorlar. İşte egemenlerin ırkçılığa yaklaşımı bu gerçeklerde gizlidir.

NEDEN AB PARLAMENTO SEÇİMLERİ?

Bugün yaşadığımız coğrafya, kapitalist-emperyalist sistemin hâkim olduğu Avrupa kıtasıdır. Mevcut kıta ülkelerinde; demokrasi, hak ve özgürlükler mücadelesi koşullarının olduğu her alanda verilmesi ve yükseltilmesi gerekmektedir. Bu nedenle parlamentolarda bu koşullar oluşmuşsa, mücadelenin büyütülmesi için, taktik bir politika olarak yararlanmak gerekmektedir. İkinci önemli noktaysa, Avrupa da yaşayan yerli ve göçmen halkların parlamento seçimlerine ilgi duyduğu ve ezici çoğunluk kitlelerin yüzü halen parlamentoya dönük olduğu gerçekliği de asıl nedenimiz olmaktadır. Bu anlamda parlamento bizim için bir amaç değil, sadece politik mücadelenin taktik bir aracıdır. Sorunumuz sadece parlamenter olmak değil, oralarda demokrasi, insan hak ve özgürlüklerin mücadelesini yükselterek, sistemin yoz ve sömürü politikalarını teşhir etmektir. Bu nedenle, Politik mücadelenin bir aracı olarak, Avrupa parlamento seçimlerinde, göçmenlerin, işçi ve emekçilerin, ezilen halkların taleplerini savunan ve bunu kendi programına alan,  demokrat, ilerici adayları desteklemek güncel politika açısından önemlidir.

Tüm krizlerin yükünü, işçi ve emekçilerin sırtına yükleyen Avrupalı egemenler, bir yandan da kârlarına kâr katarak, sömürü oranını daha da derinleştiriyorlar. Diğer yandan günümüzün 510 milyonluk zengin Avrupa’sında, 119 milyon kişi işsiz bırakılıyor. Her koşulda refah düzeyinin yüksekliğiyle övünen Avrupa da 4 milyon kişi evsiz olup,  sokakta yatıp kalkmaktadır. Sefalet ve yoksulluk nedeniyle her gün dilencilik artarken, çöplerden yiyecek toplama günlük yaşam biçimine dönüşmüştür. Almanya’da sosyal yardımla yaşayan 1.5 milyon insan (ki; ezici çoğunluğu göçmen ve mülteci kadınlar), “Tafel” adı verilen kurumlardan çok düşük ücretle aldıkları gıda maddeleri ile beslenme ihtiyaçlarını gidermeye çalışmaktalar. Demokratik hak ve özgürlükler rafa kaldırılmış birçok Avrupa ülkesinde düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün sadece kâğıt üzerinde geçerliliği kalmıştır. Politik faaliyet ve aktivite yürütmek adeta suç sayılmaktadır. Demokratik yasal kurumlara karşı yoğun baskılar, yasaklamalar soruşturmalar ve tutuklamalar olağan bir duruma gelmişken ezilen halklara dönük saldırılar gün be gün artarak devam etmektedir. İnsanlık için yıkım olan bu gelişmelerin esas sorumluları emperyalist egemen sınıflardır. İşte bu gerçekler ışığında mevcut adaletsizliklere ve anti-demokratik duruma karşı; emekçilerin, yoksulların, işsizlerin ve ayrımcılığa maruz kalmış çeşitli göçmen halkların sesi olmak, aynı zamanda da birlikte ve barış içinde yaşamak için, mücadele etmek asli görevimiz olmuştur.

Sonuç olarak: bu nesnel tabloda öne çıkan nokta, bugün olduğu gibi gelecekte de ezilen yerli ve göçmen halkları sıkıntılı günler beklemektedir. Bu günlerin coşkulu yarınlara everilmesi için, anti-faşist, anti-emperyalist geniş demokratik kitlesel birliklerin ortak mücadelesini her alanda örgütlemek, günümüz açısından elzemdir. Kitlelerin gücüne sahip olabilmek, ancak mücadele ile gerçekleşebilir. Son tahlilde ezilen halkların kesintisiz mücadelesi, sömürücü sınıflarına karşı mutlaka kazanacaktır.

AVRUPA TÜRKİYELİ İŞÇİLER KONFEDERASYONU – ATİK