SİBEL ÖZBUDUN | 25 – 07 – 2013 | “Görmek isteyenler içinyeterince ışık, istemeyenler için yeterince karanlık vardır.”[2]
Sevgili dostlar, öncelikle bugün burada, sizlerle, yani sokaklarda tarih yazanlarla bulunmaktan onur duyduğumu vurgulamama izin verin.
Başlamadan, bir önerim olacak. Bence artık “konferans, panel, söyleşi” vb. tek yönlü aktarım formlarından vazgeçerek, “forum”lara dönmemiz gerekiyor.
İki nedenden dolayı:
Son günlerde yaşadıklarımızı, hiçbirimiz ne denli deneyimli, bilgili, akîl vb. olursak olalım, öngöremedik, öngöremezdik.
Yaşayarak öğrendiğimiz hadiselerden biri. Hayatta oluyor bazen böyle şeyler.
Dolayısıyla, bu “şey”i tartışırken ona uygun bir biçim bulmak durumundayız.
Kendi adıma söyleyeyim, ben bu süreçten öğreniyorum.
Ve buraya sizlerle gözlemlerimi, görüşlerimi paylaşmaya ve sizinkileri dinlemeye geldim.
Görüşleriniz son derece önemli: çünkü kim ne derse desin, bu sürecin aktörleri sizlersiniz. Yani ön saflarda direnenler, dövüşenler.
Direnirken, dövüşürken kendi öykünüzü, kendi tarihinizi de yazıyorsunuz.
Buna bağlı olarak ikinci neden: Kanımca 29 Mayıs 2013 tarihinde başlayan süreçle birlikte, kuşağınız rüştünü ispat etti.
Bundan böyle kendi Deniz Gezmiş’lerinizi, Mahir Çayan’larınızı, İbrahim Kaypakkaya’larınızı, Hatice Alankuş’larınızı, yani kendi önderlerinizi yaratacaksınız.
Ve birlikte, kendi yolunuzu çizeceksiniz.
Yolunuzu çizerken, panellerden, konferanslardan vb., yani tek yönü aktarımlardan çok, kendi görüşlerinizi çatıştırdığınız forumlara ihtiyacınız olacak.
Şu hâlde gelin, bugün burada yaptığımız bir forum olsun, tartışa tartışa ilerleyelim.
Madem ki kürsü bende, o zaman son yaşadıklarımızla ilgili kimi gözlem ve saptamalarımı paylaşayım sizlerle.
Öncelikle bu hareketin “ne”liği üzerine.
Bu bir “devrim” değil. Ya da bir “devrim başlangıcı” da değil. Yani köklü bir iktisadî-siyasal-toplumsal dönüşüme yönelmeyecek.
Ama “light” liberal-sol medyanın bize yutturmaya çalıştığı gibi, “Y kuşağının isyanı” filan da değil.
Bu bir sosyal patlama: Ya da dilerseniz daha “bizden” bir terim kullanalım: Bir halk ayaklanması.
Son dönemde Seattle’dan Wall Street işgaline, Cenova İsyanı’ndan Paris ayaklanmalarına, oradan da Arap Baharı’na dek uzanan bir çok ayaklanmayla önemli ortak özellikler taşıyor.
Bu ortak yönlerden ilki, hareketin, çok katmanlı, çok-veçheli oluşu.
Pek çok toplumsal kesimin hoşnutsuzluğunun patladığı bir kesişim momentini yaşıyoruz.
Bu veçheleri bir bir ayıklamaya kalkışırsak, AKP iktidarının başından bu yana uyguladığı katı neo-liberal politikaları dengelemek için öne sürdüğü sosyal önlemlerin iflasından kaynaklanan hoşnutsuzluktan söz etmeliyiz, örneğin.
Biliyorsunuz, tüm yurttaşların özel dahil dilediği hastanede tedavi olabileceği parlak vaadiyle öne sürülen SSGS “reform”u, sağlık emekçilerinin örgütlerinin yıllardır uyardığı üzere, tüm sağlık hizmetlerinin artan ölçüde paralı hâle gelmesi, yoksulların erişiminden giderek uzaklaşması sonucunu verdi.
4+4+4 formülüyle ifade edilen “eğitim reformu” daha uygulamaya konulduğu ilk yılda dökülmeye başladı. Okullaşma oranları düştü, okul terk oranları arttı. Veliler çocuklarının yıllardır gittiği okulların İHL’lere dönüştürüldüğünü gördü.
Daha da vahimi, AKP’nin neo-liberal iktisadî politikaları, toplumun üçte birini, yani 23 milyon küsur insanı sosyal yardım bağımlısı hâline getirdi.
Taşeronlaştırma aracılığıyla işsizlik hızla yaygınlaşırken, iktidarın ucuz işgücü cenneti yaratma yönündeki baskısı, ülkeyi çalışan yoksullar cehennemine çevirdi.
İktidar partisinin sermaye hareketlerinin önünü açarken, emekçiler ve küçük esnaf üzerinde uyguladığı sıkı basınç hoşnutsuzluğun tabana yayılmasının önünü açıyor. AKP’ye bağlanan umutlar büyük bir hızla öfkeli bir düşkırıklığına dönüşüyor.
Bu yetmezmiş gibi, AKP iktidarı, özellikle mali baskı ve denetimler aracılığıyla, küçük ve orta boy sermayeyi, kendi yandaşlarına, İslâmî kesime kanalize ediyor vargücüyle.
Çevrenize bir bakın, kapılarında “devren kiralık”, “satılık” levhaları asılı yüzlerce boş dükkân göreceksiniz.
Şu hâlde iktidar partisine yönelik patlayıcı biriktiren sürece en önemli katkı, pek dile getirilmese de, iktisadî ve sosyal politikaların dar gelirlilerde yarattığı düşkırıklığından geldi.
Bu durumun tamamlayıcı bir boyutunu, AKP’nin yaşam alanlarımızı bir bir sermayeye peşkeş çekmedeki kararlılığı oluşturmakta.
Rant alanını genişletmek üzere tabiat varlıklarını koruma, çevre değerlendirme ilkeleri, tarihsel varlıklar, içme sularının, ormanların korunması gibi her türlü yasal düzenlemeyi çiğnemekte beis görmüyor.
“Kentsel dönüşüm” adı altında şimdiye dek yürürlüğe konulan uygulamalar, “soylulaştırma” adı altında plebleri kent merkezlerinden sürmeye yönelik politikaları açığa çıkartıyor.
Ben İstanbul’da yetiştim. Mütevazı öğrenci harçlığıyla Fenerbahçe’de çay, Çamlıca tepesinde sotadan kanyağımızı içer, Kalamış’taki balıkçı kahvelerinde siyaset konuşur, Ortaköy’deki ucuz meyhanelerde içerdik…
Bugün bu yerlerden hiçbirine, bırakın öğrenci harçlığıyla, ortalama bir memur maaşıyla birlikte gidebilmenin imkânı yok.
İnsanlar, parksızlaştırılan, bahçesizleştirilen, bol AVM’li, bol rezidanslı kentlerde, tek eğlenceye, evlerinde oturup Tayyip Erdoğan kokusundan penguenler hakkında belgesel yayınlayan TV kanallarını, Ben Bilmem Eşim Bilir’i, Kandil yayınlarını, her an tepelerinde “ahlâka aykırılık” ihbarı tehdidinin Demokles kılıcı gibi sallandığı, suya sabuna dokunmayan dizileri izlemeye mahkûm kılınmış durumda.
Ama bu kadar değil. Tayyip Erdoğan, bir süredir seçilmiş başbakan olduğunu unuttu. Nemrut bir ortaokul müdürü kesildi başımıza.
Hani ceberut müdürler vardır; okul kapısında kız öğrencilerin etek boyunu, erkek öğrencilerin saç uzunluğunu kontrol ederler.
Elinde cetvel, kimin ne giyeceğine, ne yiyip içeceğine, kaç çocuk doğuracağına, metroda nasıl oturacağına, hangi koşullarda kürtaj, hangi koşullarda sezaryen yaptıracağına, hangi dizileri izleyeceğine karar veriyor.
Hepimizi, kendi İslâmcı dünya görüşü doğrultusunda nizam-intizama çekmeye kararlı…
Üstelik özlediği muhafazakârlığın İslâmî referanslarını gizlemeye gerek de duymuyor artık. “Din iyi şeyleri buyurur, bu nedenle onun dediklerini yapmakta bir sakınca yoktur,” derken, toplumsal, kültürel yaşamımızı dinsel referanslar doğrultusunda düzenlemekte olduğunu gizlemiyor.
Yetiştirmeye heveslendiği “dindar ve kindar nesil”, okullarda biyoloji dersinde yaratılış teorisini, kimyada Allah’ın hikmetlerini, sosyolojide Asr-ı saadet’te Medine’deki yaşamı belliyor artık, İmam-Hatip çıkışlı hocaların elinde.
Ve nihayet, hazretlerin askerî vesayet rejimini yıkıp yerine ikame ettiği “ileri demokrasi”de koyu bir polis devleti altında yaşıyoruz hepimiz.
Yurttaşların yarıdan çoğunun telefonunun dinlendiğinden kuşkulandığı bir polis devleti…
Sabaha karşı apansız evlerin basılıp insanların yakapaça gözaltına alındığı, neden alındıklarını ise ancak aylar sonra çıkartıldıkları mahkemede öğrendikleri Kafka demokrasisi…
Özgür, parasız, bilimsel eğitim talep eden öğrencilerin kafalarının polis copuyla kırıldığı, polis tekmeleriyle dalaklarının yırtıldığı, en küçük bir gösterinin tazyikli suyla püskürtüldüğü biber gazı rejimi.
Cezaevlerindeki hasta tutsakları ölüme terk eden ceberut bir “ileri demokrasi”.
* * *
Tüm bu etkenler, ve burada sayamadıklarım birikti, birikti…
Ve yaşamakta olduğumuz Anadolu “Ya Basta!”sı olarak patlak verdi işte…
Yani bu isyan, işsizlik ve geleceksizlik kıskacındaki varoş çocuğunu da, okulu bitirdiğinde, iş bulacak kadar şanslıysa eğer, asgarîye yakın bir ücretle kölece çalıştırılacağının bilincinde, nefesi kesilmiş, yaşam tarzına müdahale edilen kolej çocuğunu da, bedeni devletin vesayeti altına alınmaya çalışılan genç kadınları da, laik yaşam tarzının elden gitmekte olduğunu hisseden cumhuriyetçileri de, üçüncü boğaz köprüsüne katillerinin adı verilen, kapıları çarpı işaretli Alevîleri de, kent yoksulu Kürtleri de, sansür ve piyasalaştırılma kıskacına sıkıştırılan sanatçıları da, kentlerin ve çevrenin talanına karşı umarsızca direnme çabasındaki çevrecileri de, her itirazlarında kafaları-kolları kırılan öğrencileri de şaşırtıcı bir esneklikle kapsadı…
Daha önce yazdım; bir kez daha vurgulayayım. Kimse patlak veren bu spontan öfkeye bakıp da darbe, askerî müdahale vb. hayali kurmasın.
Bu patlamanın gerisinde, insanlığın en kadîm düşü, eşitlik, adalet ve özgürlük isteği var.
Ve isyancılar kimsenin askeri olma niyetinde değiller.
“Peki, bundan sonra ne olur?” mu diyorsunuz?
Bence bunu direnişin gücü ve aklı tayin edecek.
Afrika’dan dönen Tayyip Erdoğan geri adım atmayacağının, taviz vermeyeceğinin sinyallerini verdi. Yani hükümet, büyük olasılıkla direnişçileri kesecek bir yanıt vermeyecek – tabii örneğin sürpriz bir mahkeme kararıyla Gezi parkındaki topçu kışlası inşaatı iptal edilmezse.
Yanı sıra, resmî ağızlar, direniş hareketini kriminalize edecek önlemleri telaffuz etmeye başladılar bile.
AKP iktidarı, kırık-dökük bir “polis bu kadar şiddet kullanmamalıydı” geçiştirmesinin ardından -sanki polis İçişleri Bakanlığı’nın emrinde değilmiş gibi- “çevreye duyarlı, demokrasiye saygılı gösterişçi” ile “illegal örgütlerin, “Türkiye’nin ilerlemesini istemeyen dış mihrakların, provokatörlerin, darbe özlemcisi Ergenekoncuların…” ve daha bilmem nelerin manipüle ettiği şiddet yanlılarını ayırt etmeye koyuldu.
Daha da vahimi, bu hem direnişe sempatiyle bakan halk arasında, hem de bizzat direnişçilerin kendi aralarında bu ayırım karşılığını bulmaya başladı.
Gezi parkıyla Beşiktaş, İstanbul ile Ankara yetkililerin, ama daha acısı, direnişçilerin ağzından birbirinden ayırt ediliyor.
Bu söylem egemen olursa, bu direniş, kazanımsız bir biçimde sönümlenir. “İllegal örgüt” olarak nitelenen gruplar, yani barikatlarda dövüşerek bu devlet güçlerinin geri adım atmasında önemli katkıları olan devrimciler, sosyalistler tecrit edilerek iktidarın rövanş hamlelerine terk edilir.
Ancak böyle bir gelişme, direnişçilerin hiçbir kesimine “zafer” getirmez. Böyle bir durumda, emin olun ki ortalık yatıştıktan bir süre sonra Gezi parkına iş makineleri girecektir.
Ve bundan böyle her birimiz, halk muhalefeti karşısında muzaffer bir AKP’nin rövanşizminin hedefi oluruz.
Şu hâlde, Gezi parkındakiler kendilerini “sivil direnişçiler” olarak görüp, barikatlardakilerden ayırt etmemelidirler.
Toplumsal patlamalar koreografileri özenle çizilmiş, herkesin partisyonunu oynadığı “bale gösterileri” değildir. Hele ki polislerin gaz bombalarını ateşli silah niyetine kullandıkları saldırganlıkta, kimileri beğenmese de direnç şiddete başvurabilir. Bunu emin olun ki güvenlik güçleri, kimi direnişçilerden daha iyi biliyor.
Direnişin ikinci potansiyel zaafını ise, Kürtlerle Kemalistler arasında yaşanan gerilim oluşturmakta.
Tekrar ediyorum; bu kolektif “Ya Basta!”da kimse kimseye meydanları kapatma yetkisine haiz değildir.
En kötü ihtimalle, eylemin dönüştürücülüğüne, insan denilen varlığın, özellikle de bunun gibi tarihin hızlandığı süreçlerde çok daha hız kazanan öğrenme yetisine güvenmekten başka bir çaremiz yok.
5 Haziran eyleminde KESK, DİSK ve diğer kitle örgütleri çok hayırlı bir iş yaptılar: bayraklı, Atatürk posterli göstericilerle sarı-kırmızı-yeşil poşili Kürtleri birlikte halaya durdurdular.
İnsanlar korku duvarını aştı, üzerlerindeki ölü toprağını silkeledi, görülmedik bir poltizasyon yaşıyorlar.
Şu an sokaklarda her kesim ve çevreden direnişçi var. Birbirlerini en iyi yerde, eylemde tanıdılar.
Bu büyük buluşmayı bir kardeşlik şenliğine dönüştürme görevi, sosyalistlere düşüyor. Eylemden eyleme değil, tüm gün sokaklarda olmalı, her türden direnişçilerle buluşmalı, konuşmalı, dertlerini dinlemeli, derdimizi anlatmalıyız.
Tekrar ediyorum, bu ayaklanma, bir sosyalist devrim, hatta başlangıcı da değil.
Ama hem AKP ceberutluğunu, hem de neo-liberal kapitalizmin saldırganlığını sınırlandırabileceğimiz demokratik bir çıkış olanağı.
Hoşnutsuz yığınlara, “Başka bir çözüm var” diyebileceğimiz, ve özgür, eşitlikçi ve adaletli bir yaşamın sıradan insanlar eliyle kurulabileceğini gösterebileceğimiz; yeni, eşitlikçi bir toplumsal dinamiği örebileceğimiz bir momentten geçiyoruz.
Bu momenti kaçırmamak için iki noktanın hayatî önem taşıdığını düşündüğümü bir kez daha vurgulayarak tamamlayayım sözlerimi.
Öncelikle, bu direnişin küçük de olsa bir kazanımla -örneğin iktidarın Topçu Kışlası inşaatından vaz geçtiğini açıklamasıyla sonuçlanması çok önemli.
İkinci olarak ise, bunu sağlayabilmek için, mücadelenin “sivil direnişçi-provokatör” ya da “Atatürkçü-Kürt” ekseninde bölünmesine ve tarafların birbirini ötekileştirmesine izin vermemek gerekiyor.
Tartışmalar elbette olacak. Ancak bu tartışmaların sokakta-meydanlarda kardeşleşmeyi hedefleyen bir hat izlemesi, hayatî bir önem taşıyor.
6 Haziran 2013 15:08:52, Ankara.
N O T L A R
[1] Kaldıraç Dergisi tarafından 7 Haziran 2013 günü Ankara Aka-Der Kültür Merkezi’nde düzenlenen “Taksim’den Kızılay’a Direniş Günlükleri” başlıklı söyleşide yapılan konuşma… Kaldıraç, No:145, Temmuz 2013…
[2] Blaise Pascal.