Almanya’da da bir mahkeme görme olanağı verdikleri için Avrupa Türkiyeli İşçiler Konfederasyonu’ndan (ATİK) dostlara teşekkür etmeliyim. Nisan 2015’te Almanya ve Türkiye işbirliğinde başlatılan ve ardından Fransa, İsviçre ve Yunanistan’da da gerçekleştirilen operasyon ile Avrupa Türkiyeli İşçiler Konfederasyonu (ATİK) ve Yeni Kadın üyesi 10 kişi tutuklanmış, tutuklananların duruşmaları ancak 14 ay sonra 17 Haziran’da başlatılabilmişti. Yakalanma biçimlerinden, cezaevinde maruz kaldıkları belirtilen uygulamalara kadar pek çok hak ihlalinin varlığına ilişkin iddia, memleketimin son bir yılında yerinde gözlediğim yaşam hakkı ihlali başta olmak üzere yaşanan ağır insan hakları ihlallerini aktarmak için gittiğim Stockholm’den dönüş yolumu değiştirip Münih’e uğramadan geçmemeye karar vermemin temel nedeni olmuştu.
Önce dinlediklerimle başlayayım. Almanya’da 14 aydır ağır tecrit altında tutuldukları, tek tek yerleştirildikleri katların tümüyle boşaltıldığı paylaşılanlar arasındaydı. Duruşmaya getirilme biçimi ile ilgili aktarılanların da bu tecrit politikasından aşağı kalmadığı anlaşılıyordu. Mahkemeye kadar aç bırakıldıkları, ayaklarına zincir vurulmak istendiği ve bu insanlık dışı uygulamaya ve baskıya karşı direndikleri için darp edildikleri duruşma öncesi avukatlar tarafından yapılan açıklamaydı. Sonrası kendi gözlemlerim.
Almanya’da bir mahkeme girişi hep böyle midir, yoksa bu davaya özel bir önem mi yüklüyorlar, bilemiyorum. Polisi bol bir mahkeme girişinde, neyse ki saçlarımın kısa olması yararıma oldu, ama uzun saçlılar kurtulamadı bu arama biçiminden, saçlarımızın içine kadar aranarak alındık. Duruşma 9.30’da başlayacaktı ama bir türlü başlayamadı. Ses düzeni ve çeviri sorunu olduğu anlaşıldı. Düzenleme için avukatlar talepte bulunur, neredeyse öğlene doğru başlayan duruşma için yargıçlar ara verme kararı alırken savcılardan biri günün en tanıdık sözlerinden birini söyleyiverdi. “Burası Almanya’ydı ve burada Almanca konuşulurdu.” Yanlış okumuyorsunuz, tam da böyle oldu. Savcı bu sözleri söylerken, gözüm hemen başının üzerinde duvardaki haça takıldı. Anlayacağınız dili ve dini sembolleri gözümüze sokan ve tekçi bir anlayışı sergilemekte sıkıntı duymayan bir mahkemede adil yargılama olacağını ummamızı bekliyorlardı bizden.
Almanya ve Türkiye devlet geleneği benzerlikler taşıyor, biliriz. Yargısının da benzerliklerine doğrudan tanıklık etmiş olduk böylece. Gerçi bir 40 yıl öncesinden okuduklarımızla aşinalığımız vardı. Kızıl Ordu Fraksiyonu(RAF) yargılamalarını hepimiz biliyoruz. Öyküyü kısaca anımsatmak isterim, 1975’te Baader, Ensslin, Meinhof ve Raspe’nin yargılanmasına başlanmış, bu en gergin ve çekişmeli Alman ağır ceza davasında Alman Parlamentosu önceden ceza muhakemesi kanununu değiştirmiş, böylece tutuklu RAF’çılar ile ikinci kuşak arasında bağlantı kurmakla suçlanan savunma avukatlarının çoğu dava sürecinin dışında bırakılmıştı. Ulrike Meinhof 9 Mayıs 1976’da hücresinde hapishane havlularından yapılmış bir halatla asılmış halde ölü bulunmuş ve intihar(!) ettiği iddia edilmişti. Ne kadar tanıdık, değil mi?
Ağır tecrit, zincire vurma, direnince kaba dayak, anadilinde savunma hakkını engelleme girişimleri ile memleketimizi aratmayan Almanya mahkemesi mahkeme salonuna yerleştirdiği haç ile de duruşunu taçlandırdı gözümde.
Bakunin söylemişti, değil mi?