Anasayfa , Köşe Yazıları , Almanya Soluna ne oluyor?

Almanya Soluna ne oluyor?

MURAT ÇAKIR | 15 – 01 – 2010 | 2005 yılında 4,1 milyonu aşkın seçmenin oyunu alan ve 2009 genel seçimlerinde oylarını artırarak, Almanya siyasî partiler yelpazesini kalıcı olarak değiştiren DIE LINKE partisinin bugünlerde içerisinde bulunduğu durum, büyük umutlarla kurulan partinin son derece kırılgan bir zemin üzerine hareket etmekte olduğunu gösteriyor. DIE LINKE son haftalardaki personel tartışmalarıyla kendi kendini gereksiz ve ciddî tehlikeler içeren bir konuma soktu.

Oskar Lafontaine’nin kanser ameliyatı nedeniyle Federal Meclis Grubu başkanlığından ayrılması ve yaygın medyanın, »Lafontaine solu yüz üstü bırakıyor« yaygarasıyla birlikte, parti içerisinde, şimdiye kadar açık olarak yürütülmemiş olan »yeni yönetim kim olacak?« tartışması, Der Spiegel gibi yayın organlarının da körüklemesiyle düzeysiz bir biçimde alevlendi. Tartışmanın kişiselleştirilerek ve kısmen parti yönetimi içerisinden yayılan dedikodularla süslenerek sürdürülmesi, partinin seçmenler nezdindeki imajını ciddî bir biçimde zedeledi.

Almanya’da parlamentoda ve siyasî arenadaki tek gerçek muhalefet partisinin, Almanya ve Avrupa çapında sosyal, ekonomik ve politik gelişmeler alanında bir çok olumsuz adımların atıldığı, sistem krizinin derinleştiği, sınıf toplumu çelişkilerinin daha da belirginleştiği ve toplum içerisinde ırkçı eğilimlerin gün be gün arttığı bir dönemde böylesi bir örgüt içi sürtüşmeye girmesi, sadece DIE LINKE üyelerini değil, aynı zamanda parlamentoda güçlü bir muhalif sese her zamankinden fazla gereksinim duyan toplumsal ve demokratik kesimleri de zora sokuyor.

Benim de üyesi olduğum parti, son aylarda, dayanışmacı bir ekonomiyi hedefleyen geçiş talepleri gibi konular bağlamında gerekli olan temel programatik bir tartışmayı örgütleyemedi. Bu muğlak duruş, partinin bir tarafta vizyonsuz gündelik iyileştirmeler tandansı, bir tarafta da artık aşılmış olması gereken ve geçen yüzyılda kalan sosyalizm tahayyülleri arasında daralmaya girmesine yol açabilir.

Aslına bakılırsa bugüne kadar partinin stratejik yönelimlerinin sadece parti başkanlığı veya dar yönetici gruplarından geliyor olması, partinin programatik-entellektüel zayıflığına işaret etmekte. Maalesef parti yönetimi ve örgütleri geniş bir stratejik-programatik tartışmayı, kapitalizmin son dönemlerdeki gelişimini analiz etmeyi ve partinin temel politik yönelimlerini belirlemeyi başaramadı.

Lafontaine’nin hastalığının, yaygın medyanın da körüklemesiyle, yönetim sorunu ve Doğu-Batı arasında ihtilaf gibi gösterilmesi, elbette egemenlerin işine gelmekte. Bu durum, yeniden yapılanmaya gitmek isteyen sosyaldemokrasi ile Yeşiller açısından da, 2013’den sonra olası bir kırmızı-kızıl-yeşil ittifakının ancak DIE LINKE’nin olmazsa olmaz temel taleplerinden vazgeçmesini kabul etmesiyle oluşturulabileceği tartışmalarını hızlandırıyor. Yani, DIE LINKE içerisinde bulunduğu durum itibariyle – ve kısa zamanda bunu çözemezse – sosyal hareketler, sendikalar, barış hareketi başta olmak üzere genel anlamıyla toplumsal sol içerisindeki inandırıcılığını yitirme, kuruluş motivasyonu olan talepleri gerçekleştirmek için zorunlu olan baskı gücünü kaybetme tehlikesiyle karşı karşı.

Solun değişmez görevi, ki bu sadece Almanya solu açısından geçerli değil, sürekli kendini tekrarlayan kriz koşullarının ötesini gösteren siyasî projeler hazırlamak ve bunların gerçekleştirilmesi için geniş toplumsal ittifaklar örmektir. Ayrıca, tarihsel deneyimlerinden hareketle reformlar ve burjuva toplumunun aşılması arasında var olduğu iddia edilen karşıtolumu ortadan kaldırma, hem radikal, hem de gerçekçi olan bir siyaseti yapabilme yetisine sahip olmalıdır.

Almanya solu özelinde, böylesi bir parti, içerisindeki farklı akımları ve aralarındaki ihtilafları yapıcı bir tartışma ve siyaset yapma kültürüne akıtma yeteneğine sahip olmalı, farklı akımların, söz konusu olan farklı siyasî kültürlerin varlığını ve birlikteliğini, ortak partinin zenginliği olarak algılamalıdır.

DIE LINKE’nin kurulduğu günden bu yana en büyük avantajı, karar oluşum süreçlerini partinin tüm dallarından ve aşağıdan yukarı örgütleme potansiyeline sahip olmasıydı. Kişiselleştirilen yönetim tartışmalarının yol açacağı sonuç ise bu potansiyeli körelten, yani yukarıdan aşağıya dikte edilen programatik söylem olacaktır, ki bu da solu, aştığını zannettiğimiz zaafları içerisinde zayıf düşürecektir.

Bu çerçevede şimdi gerekli olan, solu sol yapan değerleri yeniden anımsamak, yeniden yaşam bulmasını sağlamak ve sosyal adalet, dayanışmacı ekonomi ve barış temelinde geliştirilmiş olan temel talepleri, esaslı ve geniş bir toplumsal değişim stratejisi ile bağlantılı hale getirmektir.

Günümüz koşulları altında DIE LINKE içerisindeki istisnasız bütün akımlar, bu sorumluluğun farkına varmalı ve henüz formel olmanın ötesinde tamamlanmamış olan bütünleşme sürecinin, parti içi çoğulculuğu büyük bir fırsat ve vazgeçilmez bir potansiyel olarak kabul ederek, parti içi dar iktidar kavgalarına kurban edilmesini engellemelidirler. Müdahaleci, radikal reelpolitika yetisine sahip ve çoğulcu bir sol, Almanya ve Avrupa’nın sosyal ve barışçıl geleceği açısından her zamankinden daha fazla gereklidir. DIE LINKE’nin, böylesi bir sol olabileceğini göstermek için, ne yazık ki fazla da zamanı kalmadı.