Bizim aklımız bu kadar işte: 7 Haziran seçimlerinde “solcu” yaptığımız Ahmet Hakan’ı 1 Kasım’da sağcı sayarız ve bu tutarsızlığı Ahmet Hakan’ın üzerine atarak kendimizi rahatça aklarız. Bu da sistemden bize bulaşan bir davranış olsa gerek. Oysa o adam ne 7 Haziran’da solcu ya da demokrat idi, ne de sonradan döndü. Adam dün neyse bugün de o. Gerçekte değişen şey, bizim naif kafalarımızın göremediği toplumsal ve politik gerçekliğimizdir. Tarih bilgisini sadece laf yarıştırmak için kullanılan bir malzeme olarak değerlendirince, sanırım kimliğini aynen koruyan bir Ahmet Hakan’dan ya da Ertuğnrul Özkökten çok daha tutarsız hale gelebiliyoruz.
><><><><><><
Tarihi, atalarımızın yalan üzerine kurulu öykülerini öğrenerek uykuya hazırlanmak için değil, günü anlamak ve geleceğe yön verebilecek serüvenlere iradi müdahalelerde bulunabilmek için öğrenmek gerekir. Çünkü dün yaşananlar, örneğin bir Hitler ya da Mussolini’nin tarihsel serüveni, gerçekte bugün kankası Berlisconi’den aldığı gen ortakllığı üzerinden Erdoğan’da yaşayanın bizatihi kendisidir.
Tayyip’in diktatörlüğe ulaşan tarihsel serüvenini bazı adımlarını hatırlatmak istiyorum:
Birinci adımı, yargıyı, yasamayı, yürütmeyi, jandarma ve polisi yani parlamenter sistem içi bütün güçleri, “iti ite kırdırıp, kalan yorgun ite tasma takarak” ele geçirdi. Bu hedefe ulaşırken porno kasetleri hazırlatmaktan tehdit ya da rüşvete; sahte belge düzenlemekten yalanı tayın yapmaya kadar her pisliğe aile boyu başvurdu.
Demokrasi adını tekrarlayarak, HDP dışındaki bütünü oluşturan ve gen şifresi AKP ile bire bir örtüşen devletçi milliyetçi sömürgeci sömürücü ulusalcı faşist muhalefeti bir koltuk değneği olarak her zaman kullanıp diktatörlüğü oluşturacak bütün yasal alt yapıyı adım adım yarattı.
Medya üzerinde sürdürdüğü operasyonlarla medyanın büyük bölümünü ele geçirerek yandaşlaştırdı.
Demokratik kavramları aşındırarak fiilen işlemez hale getirip, fiilen yönetimi değiştirmek” gibi meşruiyeti olmayan bir sorumluluğu cebren üstlendi. Devlet olanaklarını kullanarak muhtarlara örgütleyip sivil yönetimin tabanını ele geçirdi. Devlet otoritesini kullanarak valileri, ama daha önemlisi kaymakamları örgütleyerek merkezî yönetimi bütün tabanıyla ele geçirdi.
Meclisi ve hükümeti fiilen devre dışı bırakarak bütün devlet erklerini kendine bağladı.
O şimdi hangi türü içerisinde sayarsanız sayın, bütün özellikleriyle tipik bir diktatördür.
><><><><><><
Tarihten örnekleyerek günü anlayalım.
İtalyan Faşizmini kuran Mussolini 10 Ekim 1925 tarihinde (Bir görev olarak gazetecilik) konusunda verdiği bir nutukta gazetecinin Faşist Devlet karşısındaki rolünü şöyle tanımlamıştır: „Totaliter rejimde basın, bu rejimin bir unsurudur ve bu rejimin hizmetinde bir kuvvettir. Bu nedenle, bütün İtalyan basını faşisttir. Bu tartışılmaz gerçek faşist gazetecilik faaliyeti bakımından bir direktifi ortaya koymaktadır. Rejime zararlı olan her şeyden sakınılacaktır; rejime yararlı olan her şey yapılacaktır.“ Bugün Türk devleti Kürt halkına yönelik kanlı bir soykırımı bu kadar kolay gerçekleştirebiliyorsa, bunu elbette bu ülkenin basınından aldığı güçle başarmaktadır. Medya AKP faşizmi tarafından tamamen satın alınmış ya da kuşatılmıştır. Basın büyük kısmıyla bu iktidarın komutası altında tekleşmiş ve sürdürülmekte olan kanlı Kürt soykırımının ortağı olmuştur.
Adolf Hitler de Kavgam adlı kitabında basının rolüyle ilgili olarak şunları söylemektedir: „devlet basını yakından kontrol altında bulundurmalıdır… Hükümet ‚basın hürriyeti‘ denilen saçma sözden dolayı güçsüzleşmemelidir. Yoksa böyle bir durum hükümeti görevini tam yapamamağa ve milleti de yararlı bir gıdadan yoksun bırakmaya sebep olur.“
Hitler, 4 Ekim 1933 tarihinde „devletin çıkarlarını korumaya yönelik“ bir „Yazı İşleri Müdürleri Kanunu” çıkartır.
„Hitler öncelikle Vossische Zeitung’dan rahatsızdı. Etkisinin farkındaydı. Bu gazetenin, basının ‚amiral gemisi‘ olduğunu biliyordu. Gazetenin liberal yayın çizgisinden de, aralarında bulunan solcu yazarlardan da memnun değildi. Önce gözdağı vererek korkutmaya çalıştı. Olmadı. Çünkü gazetenin tarihsel bir geçmişi vardı. Böylesine bir birikim öyle bir iki günde ters düz edilemiyordu. Hitler bu kez hedefini gazetenin Genel Yayın Yönetmeni Georg Bernhard’a çevirdi… Bernhard yurtdışına kaçmak zorunda kaldı. Ardından Vossische Zeitung’da büyük bir kıyım yapıldı, onlarca gazetecinin-yazarın işine son verildi.“
Türkiye’de yaşananlarla bire bir aynı değil mi? Elbette öyle olacaktı, çünkü aynı sistemler aynı süreçlerin sonucu olarak ve aynı araçları kullanarak var olabilirler.
><><><><><><
Diktatörler sadece günü değil geleceği de düzenlemek isterler. Ve bu nedenle önce geçmişi bir bütün olarak yok ederler ve hayali kahramanlar tarafından yaratılan yeni bir tarih yazarlar. Bir soru: Türbesi YPG güçlerinin izniyle yerinden kaçırılan Süleyman Şah denilen muhterem zatın kim olduğunu bilen kaç kişivar aranızda? Örneğin ben bilmiyorum. Varlığını bu diktatör zamanında öğrendim.
Cumhuriyet’in kuruluşunda da aynı şeyler aynı nedenlerle yaşanmıştı. Geleceği tekleşmiş bir dünyayı kendileri için kurguladılar. Bu nedenle kendi ürünleri olan sistem içi araçlarla kendiliğinden yıkılmaları mümkün değildir. Bu nedenle diktatörler ancak halkların örgütlü mücadele cephesinin yeni toplumları yaratabilme gücünü içinde biriktirmiş olan devrimci zor ile yıkılırlar.
Şimdi MÜCADELE GAZETESİ gibi kendi özgürlüğünü koruyabilmek için bedel ödeyen muhalif gazetelerin günümüzde üstlendikleri misyon olağanüstü boyutlarda büyümüş ve sürecin değişim dinamikleri içindeki rolleri yaşamsal bir önem kazanmıştır. Açıktır ki diktatörlüğün kararttığı ülkeyi aydınlatan küçük elfenerleridir onlar.