REGENSBURG | 15 – 03 – 2011 | Bu yıl 8 Mart’ın 100 Yıllık isyan ruhunun rüzgarı, her yerde olduğu gibi Regensburgda’da sert esti. Daha bir kalabalık, daha bir inançlı daha bir ustaydık. Şehrin demokrat dokusu, kadını ve erkeğiyle ‘8 Mart’ın 100.Yılında, “Kadınların Kurtuluşu İçin Örgütlü Mücadeleyi Güçlendirelim” şiarıyla toplandık. Toplantı Politik Kadınların Önerileri’nden Alman kadınlarının hazırladığı; 2010 yılında dünya kadınlarının somut durumunu anlatan “Film zur Lage der Frauen dieser Welt” adlı belgesel film gösterimi ile başladı.
Konuklarımızdan biri ,Sol Parti Sosyalist Feministlerinden, bir kadın konuşmacıydı. En büyük sorunlarımızdan birinin kadınların, kadın bakışının politika da olmadığını kendi arkadaşlarına:.” Neden eşleriniz burda değil?” diye sorulduğunda bizimkiler gibi onlarda:.”onlar gelmek istemiyorlar. Biz ne yapalım’ cevabını aldıklarını oysa evde bir yığın ütü, çamaşır, bulaşık ve çocuklar yemek beklerken doğal olarak kadınların politik ortamlarda olamayacağını bu anlamda Alman Kadınlar’ı ile Türkiyeli Kadınlar arasında çok fazla bir fark olmadığını söyledi. Ayrıca politikada en büyük sorunlardan birinin, işverenlerin kazancındaki artışa rağmen, Asgari Ücret’in son on yıldır; işşizlik, Hartz IV, 1 Euro Job, kadınların ve göçmenlerin ucuz emeği, ve Taşeron firmaların aracılığı ile iyice aşağılara çekilmesi olduğunu belirtti. Bunun, Sachsen-Anhalt’da 4,48 Euroya kadar indirilerek işli açlar yaratıldığını da ekledi. Konuşmacı Sol Parti’nin hedefinin sosyal hakların artırılmasının yanında asgari saat başı ücretinin herkes için 10 Euro’ya çıkartmak olduğunu bunun için yeterince ekonomik kaynak bulunduğunu belirtti. Tabi bu formal sektörler için geçerli burada saat başı ücreti 50 Cent olan kağıtsız, bodrum katlarında günde 12-14 saat, sağlıksız koşullarda çalışıp aynı zamanda orda bir köşede uyuyanlar için tabi başka politikalarda uygulamak gerekiyor. Toplantı sonunda Sol Partili Kadınlar, 1 Mayıs’da Kadın Bloğu kurma ve ortak pankart açma önerisi getirdiler.
Toplatıdaki önemli tartışma konularından birtanesi, “Dünya Kadınlar Günü ve 8 Mart Emekçi Kadınlar Günü arasındaki fark” dı. Bunun; sistemin, 8 Mart’ı özgürlükçü ve Devrimci niteliğinden uzaklaştırarak, Dünya Kadınlar Günü adı altında; sistem içi, evcil, zararsız bir alt-kültür haline getirme çabalarının bir ürünü olduğunu belirttik. Burada EMEKÇİ kelimesinin sınıfsal özünden çok, kadın hareketinin Komünist-devrimci militan yanını simgelediğini, yoksa aslında emekçi olmayan kadınların dünya kadın nüfusu ( % 49,7 yani 3 milyar) ele alındığında etkisinin ve sayısının çok az olduğunu, değiştirme, dönüştürme, iktidar iddiası olanların politikalarının doğal olarak toplumun istisnasız bütün kesimlerini kapsayacağını, devrim dalgasının her hangi bir zümreyi dışarıda bırakmasının mümkün olmadığını belirttik. Kaldıki bir çok kadının hayallerini süsleyen burjuva kadınlarının idolü Prenses Diana büyük bir olasılıkla hamile olduğu için İngiliz Kraliyet Ailesi tarafından Scotland yard usulü bir “Töre Cinayeti” ne kurban gitmiştir. Sonuçda O da beş parasız, ünvansız, adsız kadınların kaderini paylaşmaktan kurtulamamıştır. Emekçi kadın tanımının ücretli ve ücretsiz evde çalışanlarıda (ev İşçileri) kapsadığını, yalnızca maaşlı çalışan kadınları EMEKÇİ kapsamına almanın ekonomist bir yaklaşım olduğunu da ekledik.
Diğer tartışma konularından biri de; Feminist Hareket erkekleri ve sosyalizmi dışlayarak, kadınlar için bir kurtuluş umudu olabilir mi? idi. Devrimci kesimlerin hem uzun süre kadın sorununu devrime havale etmesi hemde kadınların bu zeminde kendilerini politik olarak varedememesi ya da ettirilmemesi buralardan ayrılan devrimci kadın poyansiyelinin sistem içi kadın hareketlerine kan vermesine ve onları canlandırmasına neden oldu. Kadınlar daha esnek ve gevşek bir kadın örgütlenmesi içinde bir kitlesellik yaşadılar. Bir çok kadın bu tür örgütlenmelerle pratik günlük sorunlarına çözüm buldukça bu tür yapılanmalara daha da bağlandılar. Ve erkekleri çevrelerinden uzaklaştırarak ataerkil mentaliteden de uzaklaşacaklarını ve sorunun çözüleceğini sandılar. Oysa bu mentalite kadınlar aracılığı ile de pekala bir truva atına dönüşebilir. Diyelimki kadınların hepsi feminist oldu. Yerel ve genel yönetimlerde çoğunluğu yakaladılar ve güçlü bir kadın partiside kurdular. Meclis’de de çoğunluğu yakaladılar. Bu kadın partisi kapitalist sistemin özüne vurmadan bütün kadınlar için nasıl bir çözüm geliştirebilir? Göğün diğer yarısı olan erkekleri dışlayarak kadınların kurtuluşunu nasıl sağlayabilir? Cevabı çok basit ya kurban cellatına dönüşerek erkeklerin sömürüsü üzerinden bir ayrıcalık yaşayacak ya da tabanının isteklerine cevap vermek için kapitalizme vuracak. İşte o zaman kapitalizmin dehşetinden kurtulmak için onun antidotu olan sosyalizmin bilgeliğine ve diğer cinsin desteğine ihtiyacı olacak.
Diğer bir tartışma konusuda Kürt arkadaşlarla ilgiliydi. Neden PKK kadınları ve çocukları kullanıyor, onları öne sürüyor? Onların okuma yazmaları bile yok. Nasıl politik bir taraf olabilirler? Bu hiç doğru bir tavır değil. O çocukların sokakta ne işi var? Onların okula gitmesi lazım. Evet belki okul bulupta gidebilirlerse, o zaman cezaevleride çocuklarla dolmaz, kurşunlanmazlar, bizimde burjuva hümanist vicdanımız sızlamaz. Böylece sorun kendiliğinden çözülmüş olur.
Birincisi; bir değişime ve dönüşüme oralarda en çok kadınların ve çocukların ihtiyacı var. Bu yüzden sokaktalar. Gelecekleri için. Yıllarca okulda oyalanıp tekrar işşizler ordusuna katılmaları, bu çocukların kendi kendilerini kandırmalarıdır.
İkincisi; dinin ve feodalizmin etkisindeki kadınları evden çıkarıp; sokaklara dökmek öyle her yiğidin harcı değildir. Ayrıca bilinçle eğitim farklı şeylerdir. İnsan okuma yazma bilmesede kimliğinden ve fakirliğinden dolayı sürekli aşağılanıyorsa bunu değiştirmek için isyan eder. Bu en doğal insani bir tepkidir. Bunun içinde Oxford mezunu olmaya gerek yok. Olan profesörlerin kadınlar için yaptıkları açıklamalarıda gördük. Kıyafetimiz okumuş aydın profesörümüzü tahrik ediyormuş. O kadar okumuş ama hala hayvani dürtülerini kontrol etmeyi öğrenememiş. Halbukisi tuvalet eğitimi yani sitimulus kontrolü 2 yaşında başlıyor.
Üçüncüsü; bu tür sosyal olgular değerlendirirken o koşullar göz önüne alınarak yapılır. Genel doğrular üzerinden yapılan değerlendirmeler o ana ve duruma uymayabilir. Özelliklede avrupadaki koşullardan böyle değerlendirmeler yapmak aslında orda polise taş atan beş yaşındaki çocuğun bilincine sahip olmamaktır. Aynı zamanda onlar yaşamı tanklar üzerlerine gelirken, abla ve ağabeylerinin cesetlerini botaş kuyularından toplarken öğreniyorlar. Devleti, canlı yayında kolları kırılırken, hapishanelerde işkencelerde tanıyorlar.
Bu kadar öfke biriktiren devletin vay haline!
KKH-Regensburg