Home , Köşe Yazıları , 12 Haziran 2011 Genel Seçimlerinde Parolamız

12 Haziran 2011 Genel Seçimlerinde Parolamız

METİN ATAK | 20 – 05 – 2011 | 12 Haziran 2011 Genel Seçimlerinde Parolamız; Tüm Gerici Ve Faşist Partileri Boykot, Barış Ve Demokrasi Partisi’nin Gösterdiği Bağımsız Adayları Desteklemektir

12 Haziran 2011 genel seçimleri yaklaştıkça politik tansiyonda o oranda artmaktadır. Bu doğal bir sonuçtur. Seçime giren partilerin seçim sonuçlarından beklediği oyları alıp almayacağı, seçmenin desteklediği partinin tek başına mı, yoksa en fazla milletvekiliyle mi parlamentoya girip girmeyeceği, tansiyonu yükselten sebepler arasında sayılabilir.Her seçim döneminde kitleler politikaya daha çok ilgi duyarlar. Bunun tek bir açıklaması vardır; o da bu düzen partilerinden hala bir beklenti içinde olmaları, taleplerine düzen partilerinin cevap olacağı hissi, kitleleri sandığa yönlendirmektedir.

Her renkten parti, seçim vaadi olarak ileri sürdüğü seçim programıyla kitleleri etkileyip hükümet olmak ister. Her parti bir sınıfın temsilcisidir. Temsil ettiği sınıfın pratik ifadesi olan partiler, temsil ettikleri sınıfın yada o sınıf içinde bir kanadın temsilcisi olarak, programını uygulamak için hükümet olma zorunluluğu vardır. Bu zorunluluk kitlelerin kendilerini hükümete taşımasıyla olur. Kitleler her seçim döneminde en büyük hazinedir. seçimler bittikten sonra ise kitleler, bir kenara itilen, sömürülen, üzerinde baskı uygulanan bir kesim olarak, burjuvazi için bir araç, bir kaldıraç niteliğindedir.

Kitlelerin her seçim döneminde çeşitli burjuva partilerinin arkasından sürüklenmesinin tek nedeni, devrimci ve komünistler tarafından örgütlenememiş olmalarıdır. Örgütlenmemiş kitle her zaman kaygan bir zeminde, bir oraya bir buraya gidip gelir. Bu durumda kitleleri suçlamak asla doğru değildir. Kitlelerin değiştirici ve dönüştürücü gücü her zaman esastır.

12 Haziran genel seçimlerinde kitleler bir kez daha kendilerini dört yılığına yönetecek bir partiyi yada bir koalisyon hükümetini iş başına getirecektir. Bu demokratik halk devrimini gerçekleştirene kadar böyle devem edecektir.

12 Haziran genel seçimleri yaklaşırken, ulusal ve sınıfsal hesaplaşma ve çatışmada giderek yükselmektedir. Umutlu olmamız için bir çok neden vardır. Gerek dünyadaki gelişmeler ve altüst oluşlar, gerekse de ülkemizdeki gelişmeler umudumuzu yeniden tazeleyen gelişmelerdir.

On yıllardır faşist diktatörlüklerle yöneltilen Kuzey Afrika ve Arap Yarımadasındaki Arap halklarının ayağa kalkışı bir anda dünya gündemine oturdu. Tunus’la başlayan, Mısır’a sıçrayan ve Libya’yı saran halk ayaklanmalarında halkın değiştirici ve dönüştürücü gücü bir kez daha açığa çıktı.

Her ne kadar bu coğrafyadaki halk ayaklanmaları bilinen gerçek devrimlerle sonuçlanmamış olsa da, Arap halklarının ayaklanmaları taktire şayan bir düzeyde umut saçmıştır. Neden bu hareketler bir devrimle sonuçlanmadı? Devrimin esas hedefi nedir? Bir devrim belirlemesinde belirleyici olan temel kıstas neyi ifade eder? Bu sorulara verilecek doğru cevaplar Kuzey Afrika ve Arap yarımadasındaki halk ayaklanmalarının doğru tespitini de birlikte getirecektir.

Kuzey Afrika ve Arap Yarımadasındaki halk ayaklanmaları kendiliğinden hareketler olarak ortaya çıktı. Buradaki kendiliğinden ifadesini esas olarak doğru bir önderlikten yoksun olma hali olarak okunmalıdır. Bu hareketlere önderlik eden elbette bir kesim vardı. Bunlar Tunus’ta yoksullar, Mısır’da aydınlar, Libya’da dinci kesimler ve aşiretler olarak kendisini gösterse de, devrimci ve komünist bir önderlikten yoksun olmaları, hareketin kendiliğinden bir renge bürünmesinde temel bir unsur olmuştur. Bu açıdan da ayaklanma belli taleplerle sınırlanmış, esas talep olarak da diktatörlerin ülkeden gitmesine bağlanmış, diktatörler ülkeyi terk ettikten sonra hareket gerilemiştir. Devrimlerin temel hedefi iktidardır. Devrim; mevcut olanı yıkmak yerine kendi iktidarını koymadır. Devrime niteliğini verende kimin o devrime önderlik ettiğiyle doğrudan ilintilidir. 1979 yılında İran’da şahın devrilmesi de bir devrimdi. Mollaların önderliğinde gelişen İran devrimiyle Şah devrilmiş, yerine İran İslam Cumhuriyeti kurulmuştur. Ancak bu devrim gerici bir devrim olmuştur. Demokratik Halk Devrimi de proletaryanın önderliğinde gelişen, burjuvaziyi yıkıp, yerine proletarya ve birleşiklerinin iktidara gelmesi olayıdır. Kuzey Afrika ve Arap Yarımadasında ki halk ayaklanmalarında devlet, kurumlarıyla birlikte yıkılmamıştır. Devlet, tüm kurumlarıyla orta yerde duruyor, değişen sadece kişiler olmuştur. Buda bir devrim olma özelliğinin olmadığını göstermektedir. Bir devrimle gerçekleşmemiş olsa da, bu coğrafyada bir mayalanma olmuş, halk, üzerindeki korkuyu atmış ve gelecek açısından bu ülkelerde devrimci ve ilerici hareketlerin doğması için bir zemin hazırlamıştır.

Ülkemizde burjuvaziyle hesaplaşama da Kürt ulusal hareketi başat bir rol oynamaktadır. Kürt ulusal sorunu gündemi belirleme bakımından önemli bir yerde durmaktadır. ‘Demokratik Özerlik’’ şiarı, sorunu düzen sınırları içine hapseden bir özelliğe sahip olmakla birlikte, talepler içinde yer alan Ana dilde eğitim, operasyonlara son verilmesi, tüm devrimci, ve yurtsever tutsakların serbest bırakılması, seçim barajının yüze onun altına çekilmesi talepleri yerindedir. Desteklenebilir taleplerdir. Bu talepler için verilen mücadelenin desteklenmesi önünde hiçbir engel olmamalıdır. Bu taleplerin gerçekleşmesi için işin öznesi olmayız.

Kürt halkı kendi hakları için sokağa dökülmede artık korkuyu yıkmıştır. 13 Mayıs günü meydana gelen çatışmada şehit düşen 12 HPG gerillasının cenazelerini almak için operasyon bölgesine gidip gerilla cenazelerini alıp gelen halkı artık sindirmek kolay olmayacaktır. Örgütlü bir halk yenilmezdir. Kürt halkı da örgütlülüğüyle burjuvazi karşısında korkulur bir güç olarak durmaktadır. Kürt ulusal mücadelesi, Türkiye’deki diğer emekçileri ve ezilenleri olumlu yönde etkilemekte, kitleler bu mücadeleden de etkilenmektedirler.

Sınıf mücadelesinin ivmesi yükselme trendleri göstermektedir. Bunun için çok veriyi ortaya koyabiliriz. Son 1 Mayıs kutlamalarında bez yüz bin emekçinin Taksim meydanında buluşması önemli bir yerde durmaktadır. Sınıfın yeniden gücünü sokakta hissettirmesi önümüzdeki dönem açısından önemle vurgulanması gereken bir gelişmedir. İşsizlik ve yoksulluk tüm toplumu sarmış durumdadır. Sağlıktan eğitime tüm alanlarda faşist diktatörlük bir saldırı içindedir. Tüm toplum bu saldırılardan payını almaktadır. Alevilerden, azınlıklara, kadınlardan gençlere toplum boyun eğmeye zorlanmaktadır.

Hükümeti ve parlamentonun denetimini elinde bulunduran AKP, Ergenekon davasında görüldüğü gibi kendi muhaliflerine yönelmenin ötesinde tüm topluma yönelmiş durumdadır. Buda durumu daha da ağılaştırmıştır. Bu durumu AKP’nın toplumun tüm alanlarını yönetme politikasından ayrı ele alamayız. Anayasadan başlayarak, ‘torba yasası’ adı verilen değişiklikler, ‘değişim’ adı altında kurumlara nüfus etme hamleleri siteme kan verme operasyonlarından ayrı düşünülemez.

12 Haziran genel seçimlerine doğru giderken, politik gelişmeler sadece bu tablodan ibaret değildir. Emperyalistlerin yeni açılım politikaları, yeni pazar arayışları, işgal saldırıları da bu gelişmeye eklenebilir.

Neden boykot değil de bağımsız adayları destekleme?

Seçim dönemlerinin kendisine özgü bir çok yönü vardır. Her seçim dönemi politik atmosferin yükseldiği, sınıflar arasındaki çelişkilerin seçim meydanlarına daha fazlasıyla yansıdığı bir dönemdir. Bu dönem kısa olmakla birlikte, her sınıf kendi cephesinden kitleleri etkilemek için çalışmaktadır. Her seçim aynı zamanda reform vaatlerinin yüksek sesle daha fazla seslendirildiği bir dönemdir. Lenin’nin vurgusuyla seçim dönemleri ‘’sınıf bilinci olan proletaryanın siyasal dünya görüşünün ilkelerini ve temel isteklerini savunmak için özel bir fırsattır’’ der. Bizim bu fırsatlardan yaralanmamız tamamen yürürlülüğe koyduğumuz taktik politikayla doğrudan ilintilidir. Seçim dönemlerinde genellikle iki taktik politikadan söz edebiliriz. Bu taktik politikadan biri boykot, diğeri ise seçimlere katılmaktır. Boykot taktiği de kitlelere gitmenin, onlarla bir şekilde buluşmanın bir aracıdır. Gerek boykot, gerekse de katılım taktiğinin ayrışan ve ortaklaşan bazı yönleri vardır. Seçime katılımda her iki taktiğin ayrı düştüğü nokta, boykotta seçime gitmeme, katılımda ise sandık başına gitmedir. Ancak her iki taktiğin birleştiği ortak nokta ise, devrim propagandası, parlamentonun bir amaç olmadığı, devrim sorunun bir iktidar sorunu olduğu gerçeğidir. Bu temel argümanların devrimci ve komünist yapılanmalar için geçerli olduğunun altı çizilmelidir. Her iki taktiğin reformcular ve yasalcılar için geçerli olmadığına vurgu yapmalıyız. Bu değerlendirme ışığında söyleyebilir ki, 12 Haziran seçimlerine katılmayı kabul etmekle birlikte bizi yasalcılardan ve reformistlerden ayıran temel çizgiler vardır. Bunu seçim dönemi boyunca vurgulamak ve işlemek zorundayız. Bu ayrım çizgisi bizler açısından vazgeçilmez bir yerde durmaktadır. Soru şudur; parlamentoya nasıl bakıyoruz? Bu soruya verilecek doğru cevap seçim kampanyasını nasıl ele aldığımızı göstermesi bakımından önemlidir.

Parlamenter mücadele biçimi günümüz açısından miadını doldurmuştur. Stalin yoldaş bu mücadele biçiminin hangi tarihsel koşuların sonucu olarak sona erdiğini şöyle açıklamaktadır.

‘’İkinci enternasyonalin egemenlik dönemi, proletaryanın siyasal ordularının az çok sakin gelişme koşulları içinde yetiştirilmesi ve eğitim dönemi, parlamentarizmin başta gelen sınıf mücadelesi biçimi olduğu bir dönemdi. Büyük çapta sınıf çatışmaları, proletaryanın devrimci savaşlara hazırlanması, proletarya iktidarının kurulması yolları sorunları görünüşe göre günün sorunu sayılmıyordu. Ödev şundan ibaretti, proleter orduların yetiştirilmesi ve eğitimi için bütün legal gelişme yollarından yararlanmak, proletaryanın muhalefete katılmasına neden olan ve muhalefete katılmasını gerektiren koşulları göz önünde tutarak parlamentarizmden yaralanmak (…) ikinci enternasyonalin günahı, zamanında mücadelenin parlamenter biçimlerinden yaralanma taktiğini uygulamış olması değil, nerdeyse biricik mücadele biçimi saydığı bu biçimlerin önemini abartmasıdır.’’der.

Ülkemiz açısından parlamentoya bakış açımızı Özgür Gelecek sayı 144 şöyle dile getirmiştik.

Burjuva parlamentosunun niteliği hangi sınıf açısından soruna yaklaştığımızın bir ürünü olarak ortaya çıkmaktadır. Proletarya, yeri geldiğinde en ”demokratik” burjuva parlamentosunu bir kenara fırlatmaktan bir an dahi tereddüt etmeyeceği gibi, gerektiği zaman burjuva parlamentosundan yararlanılmasını da bilmiş ve bilecektir.

Özellikle 27 Mayıs askeri cuntası ile, ülkemizdeki oportünistler de parlamentoya bel bağlamış, işçi sınıfını parlamenterist bir mücadelenin içine çekmeye, parlamentoyu ele geçirme savaşımına itmeye çalışarak, işçi sınıfını ve emekçileri proleter devrimci bir savaşımdan alıkoymuşlardır. Kısmi demokratik hakları getiren 27 Mayıs cuntasını da alkışlamışlar ve bu alkış1ar hala devam etmekte. Hatta zaman zaman parlamentoyu ortadan kaldıran askeri cuntalar alkışlanmıştır.

Bugün de burjuva parlamentosundan “yararlanma” adına, ona bütünüyle bel bağlayan revizyonist ve birçok küçük-burjuva oportünistleri, illegal örgütlerini tasfiye ederek, burjuva parlamentosunda yer kapma mücadelesine giriştiler. Bu geriye dönüşlerinin adını da “Marksizm’i günümüze uyarlama’ olarak lanse ettiler, ediyorlar.

Reformizm, revizyonizm ve bir kısım küçük-burjuva oportünizmi, ülkede parlamentonun varlığı ya da yokluğunu demokrasinin varlığı ya da yokluğu ile ilişkilendiriyor.

Yarı-sömürge ülkelerde burjuva parlamentosunun varlığı ya da yokluğu esasta şekilseldir Genelde bir göz boyama aracı olduğu gibi, bütün ülkelerde ise bu durum daha bir çiğ şekilde ortaya çıkar.

“ülkemizin tarihsel, toplumsal ve ekonomik koşulları, Türkiye de parlamentarizmin başından beri ”kaba ve uydurma” olmasına yol açmıştır. Türkiye’de yarı-sömürge. yari-feodal yapıdan dolayı zayıf bir burjuvazi vardır. Zayıf burjuvazi, iktidarını koruyabilmek için sürekli kitlelerin mücadelesini zorla ve şiddetle ezme yolunu seçmiştir;

Komünist önder Kaypakkaya’nın da belirttiği gibi, parlamento burjuvazinin egemenlik aracı değil, kitleleri uyutma.egemen sınıfların hangi kanadının halkı soyacağı ve ezeceğini belirleyen bir araçtır. Egemen sınıfların egemenlik araçları, başta ordu olmak üzere, polis, mahkeme ve hapishanelerdir.

Kaypakkaya, parlamentodan yararlanma sorununa da açıklık getirmektedir: “Komünistler, elbette, ‘baskı biçiminin şöyle ya da böyle olmasının proletarya bakımından önem taşımadığını düşünmezler; sınıf mücadelesinin ve sınıfları baskı altında tutmanın daha geniş, daha serbest, daha özgür bir biçiminin, proletaryanın genel olarak sınıfların ortadan kalkması için yürüttüğü mücadeleyi önemli derecede kolaylaştıracağını’ bilirler. Bu nedenle, ‘özellikle koşulların devrim için uygun olmadığı durumlarda, burjuva parlamentarizminden faydalanırlar’ ‘parlamentoda halkı, yönetici sınıfın hangi bölümünün ayaklar altına alacağına, ezeceğine, dönem dönem karar vermek’ olanağından yararlanırlar; bu nedenle, ‘koşulların devrim için uygun olmadığı durumlarda’, burjuva anlamda demokratik bir parlamenter düzeni, faşist düzene tercih ederler ve savunurlar; ‘ama, aynı zamanda, parlamentarizmin gerçekten proleter ve devrimci eleştirisini de bilirler’.‘’Koşulların devrim için uygun olduğu’ durumlarda ise, komünistler.burjuva parlamentarizmin en devrimci olanını bile kaldırıp bir kenara atarlar; kitleleri, biçimi ne olursa olsun, varolan burjuva diktatörlüğünü yıkmak için harekete geçirirler.”

Hiçbir KP’si keyfi olarak bir mücadele biçimini ya da bir örgütlenme biçimini seçemez. Bu seçimi belirleyen şey, ülkenin objektif koşullardır. Yani, bir başka söylemle egemen sınıfların yapısıyla da direkt ilintilidir. Emperyalist-kapitalist ülkelerde KP’ler legal olanaklardan en geniş şekilde yararlanırken, bu olanak yarı sömürge ülkelerde yok denecek kadar azdır. Oportünizmin görmek istemediği her tarafı aynılaştırmaya çalıştığı nokta işte burasıdır.

Bugün ülkemizde, legal olanaklardan yararlanılamaz denmeyeceği gibi, bütünüyle legal mücadeleyi esas almakta tamamıyla reformizmdir. Bu ayrımı net olarak ortaya koymalıyız.

İkinci soru şudur; devrimci taktiğin reformcu taktikten ayrılan yönü nedir? Yine Stalin’den okuyalım ‘’Bazıları, Leninizmin genel olarak reformlara karşı, uzlaşmalara ve antlaşmalara karşı olduğunu sanırlar. Bu kesin olarak yanlıştır. Belirli, bir anlamda ‘’her ne koparırsan kardır’’ sözünün doğru olduğunu, bazı koşullarda genel olarak reformların ve özel olarak uzlaşma ve antlaşmaların gerekli ve yararlı olduğunu Bolşevikler de herkes kadar bilir. Reformcu için reform her şeydir; devrimci çalışma ise sadece gelip geçicidir. Lafı edilecek bir konudur. Göz boyamaya yarar. Onun için reform reformcu taktikle burjuvazinin iktidarı koşulları içinde kaçınılmaz olarak bu iktidarın bir aleti devrimci öğelerin dayanışmasını baltalamaya yarayan bir aleti haline gelir. Devrimci için ise, tersine, esas olan reform değil, devrimci çalışmadır. Onun için reform, devrimin ikincil ürününden başka bir şey değildir. Devrimci, reformu legal eylem ile illegal eylemi bağdaştırmaya yarayan bir dayanak ve burjuvaziyi devirme amacıyla kitlelerin devrimci hazırlığını amaç edinen illegal çalışmayı pekiştirmeye yarayan bir barınak kabul eder. Emperyalizm koşulları içinde reformlardan ve antlaşmalardan devrimci şekilde yararlanmanın özü işte budur.’’

Seçime konu olan Strateji ve taktikten ne anlıyoruz? İki politik taktik arasındaki fark nedir? Bunları izah ettikten sonra 12 Haziran genel seçimlerindeki taktiğimiz daha iyi anlaşılmış olacaktır.

Stalin yoldaş strateji ve taktiği izah ederken şunların altını çizmektedir. ‘’Stratejinin konusu devrimin belirli bir aşamasını temel kabul ederek, proletaryanın başlıca darbesinin doğrultusunu saptamak; devrimci güçlerin uygun düzenlenişi için (ana ve ikinci yedek güçler) plan hazırlamak.’’ İken, ‘’taktiğin konusu, nispeten kısa olan, hareketin kabarması ve alçalması, devrimin hızlanması ve yavaşlaması döneminde proletaryanın davranış çizgisini saptamak eski mücadele ve örgütleme biçimlerinin ve eski sloganların yerlerini yenilerini koyarak, mücadele ve örgüt biçimleri arasında uyum sağlamaktır’’ taktik devrimin yükselmesi ve gerilemesi durumuna göre de değişkenlik arz eder. Taktik ani gelişmeler ve değişimlere göre yön belirleyen bir özelliğe sahip olması bakımından da önemlidir.

12 Haziran genel seçimlerine katılmamızın taktik politik tespiti, içinden geçtiğimiz süreçle doğrudan ilintilidir. Bunu anlamadan ve kavramadan neden 12 Haziran seçimlerine katıldığımızda anlaşılamaz. Komünistler hiçbir mücadele biçimini ret etmezler. Temel mücadele biçimi ülkenin sosyo-ekonomik durumuna bağlıdır. Karşı devrim ve devrim güçlerinin nasıl konumlandığı, sınıfların mevzilenmesi devrimin nasıl bir rota izleyeceğini önümüze koyar. Hiçbir komünist partisi kendi sübjektif istemine göre strateji belirleyemez. Taktikte böyledir. Taktik yönelimlerimizi belirlerken sınıf mücadelesinin kanunlarından hareket etmek zorundayız. Yaşanmış bir politik deneyim açısından Rusya’dan şunu aktarmakta fayda görüyoruz. ‘’ 1903-1905 döneminde partinin taktiği saldırı taktiği idi. Çünkü devrim kabarıyor, hareket yükseliyordu. Ve taktik bu olgudan yola çıkmak zorundaydı. Buna uygun olarak mücadele biçimleri de devrimin kabarmasının gereklerine uygundu. Yerel siyasi grevler, siyasi gösteriler, Duma boykotu ayaklanma, devrimciler mücadele şiarları, bu dönemde birbirini izleyen mücadele biçimleri işte bunlardı. 1907-1912 döneminde parti geri çekilmek taktiğine geçmek zorunda kaldı. Çünkü o sıralar devrimci hareket geri çekiliyordu. Buna uygun olarak hem mücadele biçimleri hem de örgütlenme biçimleri değişikti. Duma’yı boykot yerine Duma’ya katılma, Duma dışında açık devrimci eylemler yerine Duma içinde eylemler ve çalışma, siyasi genel grev yerine, kimi iktisadi grevler’’ olarak kendisini gösteriyordu.

12 Haziran seçimlerinde tavrımız BDP’nin göstermiş olduğu bağımsız adayları desteklemektir. Bu tavır proletarya partisi açısından oldukça isabetli olarak tespit edilmiştir. Bazılarına şaşırtıcı gelen bu tavrın, proletarya partisinin öncü olma özelliğiyle bağı kurulmadığı için, seçimde BDP’sinin adaylarının desteklenme tavrı, önceki boykot tavırlarıyla karıştırmaktadır. Önceki boykot kararlarının dönemin gelişimiyle olan bağları iyi kurulamadığından sanki o dönem alınan taktik karar yanlış görüldüğüne yorumlanmakta, 12 Haziran seçimlerine katılım geçmişin bir özeleştiri gibi kavranmaktadır. Bu tür değerlendirmelerin altında yatan temel bakış açısı politik gerilik ve sorunu kavrayamamadır. Proletarya partisinin tarihi incelendiğinde seçimleri bir bütün olarak boykot etmediği görülecektir. Uzağa gitmeden geride kalan üç seçim dönemine bakalım; 2007 yılı genel seçimleri boykot edilmiştir. Ardından 2009 yerel seçimlerinde BDP adayları desteklenmiştir. 12 Eylül 2010 Anayasa değişikliği referandumu ise yine boykot edilmiştir. Bu çok net olarak her üç dönemde geliştirilen politik tavrın kendi içinde oldukça tutarlı olduğunu göstermektedir.

Neden BDP

Öncelikle vurgulanması gereken temel sorun 12 Haziran genel seçimlerine eşit koşullarda girilmediğidir. AKP, iş başına geldiğinden bu yana en çok üzerinde demagoji yaptığı konulardan biri demokrasi sorunudur. Ancak gelinen yerde AKP, demokrasiden anladığı sadece kendisi için istemlerden ibarettir. 12 Eylül’ün bir uygulaması olan %10 seçim barajını kaldırma yada aşağı çekmeye yanaşmayan AKP ve diğer burjuva partilerinin bir hedefi de, Kürt legal partisi ve ilericin parlamentoya girmesini önleme çabalarıdır.

Burjuvazi, toplumda kendisine yönelik hiçbir muhalefet istememektedir. her şeyi kendi tekelinde ele alan burjuvazinin Kürt ulusal sorununa ilişkin uyguladığı ırkçı politika hayatın tüm alanlarında sürmektedir. Kürt ulusal hareketinin can ve kan pahasına koparıp aldığı, yarattığı alanlardan biride legal politik mevzidir. Tüm engelleme ve yasaklara karşın Kürtler legal alanda küçümsenmeyecek olanaklar yaratılar.

Faşist diktatörlük Kürt ulusal sorununda şiddeti hep esas aldı. 20 bine yakın Kürt özgürlük savaşçısının hayatına mal olan mücadele, legal alanda da yüzlerce kayıpla büyük bir bedel ödenmiştir.

Kürtlerin legal politik arenaya girmesi 1989 yılında Paris’te toplanan Kürt konferansına katılan Ahmet Türk, Mehmet Ali Eren, Adnan Ekmen, Mahmut Alınak, ve Salih Sümer, bu konferansa katıldıkları için 16 Kasım 1989 yılında SHP’den ihraç edilmeleriyle başlamıştır. SHP’den ihraç edilen ve ayrılan toplam 10 milletvekili 7 Haziran 1990 yılında Halkın Emek Partisi’ni kurdu ve başkanlığına Fehmi Işıklar getirildi. HEP, 1991 yılında SHP ile yaptığı seçim ittifakı sonucu 18 milletvekili kazanarak parlamentoya girdi. HEP, 14 Temmuz 1994 yılında ‘bölücülük’ yaptığı gerekçesiyle kapatıldı. HEP’in kapatılmasının ardından 7 Mayıs 1993 tarihinde Demokrasi Partisi Kuruldu. Faşist diktatörlük 14 ay sonra bu sefer DEP’i kapatarak Kürleri legal mücadele alanından silmek istedi. Faşizm parlamentoda Kürtçe yemin ettikleri için DEP milletvekilleri Hatip Dicle, Orhan Doğan, Leyla Zana, Ahmet Türk, Sırrı Sadık’ın dokunulmazlıklarını kaldırarak, yargılayıp yılarca cezaevinde tuttu. Faşizmin tüm baskı ve saldırılarına rağmen Kürtler legal alanda kazandıkları mevziyi hiçbir zaman terk etmediler. DTP’sinin kapatılmasının ardından kurulan BDP, faşizmin %10 barajını boşuna çıkartmak içim bağımsız milletvekilleriyle seçim stardı almış bulunuyor.

AKP, hükümette olmanın avantajlarını arkasına alarak tek başına bir kez daha hükümet olmak istiyor. Türkiye Kürdistan’ında Kürt oylarını almak için din olgusunu kullanarak BDP’sini saf dışı bırakmak için elinden gelini yapmaktadır. Hazine yardımından yararlanmayan BDP, kendi imkanlarıyla seçim çalışmalarını yürütmektedir. AKP ve tüm burjuva partileri, Kürtleri toplumun tüm alanlarından tecrit etme istemine, parlamentodan da tecrit etmeyi eklemek istiyor. Faşist diktatörlük, Kürtlerin ancak kendi belirlediği sahada politika yapmasını istiyor. Burjuvazi, Kürtlerin belli başlı taleplerinin yüksek sesle dillendirilmesini engellemek için muhatap olmalarını istememektir. Faşizm, Kürtlerin legal alanda gerçek ve meşru temsilcileri yerine, burjuvazinin dümen suyunda yürüyen kendi Kürdünü yaratmak istiyor. AKP ve diğer tüm burjuva partileri 12 Haziran seçimlerinden sonra yapmak istedikleri yeni Anayasa tartışmalarında Kürtlerin olmasını istemiyor. BDP’si 12 Haziran seçimlerinden sonra beklenen milletvekillerini parlamentoya gönderememesi durumunda AKP, öteden beri uygulamak istediği tasfiye planını uygulamak için bu durumu psikolojik bir saldırıya dönüştürme olasılığı oldukça yüksektir. İçinden geçtiğimiz bu durum BDP’sinin bağımsız adaylarını desteklemenin nedenleri olarak sayıla bilinir.

Kabul etmeliyiz ki, BDP parlamentoda küçümsenmeyecek işler yaptılar. Faşizmin kendi kürsüsünden faşizme meydan okuyan BDP milletvekilleri, Kürt ulusal sorununun kamuoyunda tartıştırtmasında, bir çok akademisiysen, gazeteci ve öğretim üyesinin Kürtlerin bir çok isteminin karşılanmasında baskı gücü oluşturmalarında önemli rol oynadılar. Gelinen aşamada faşizm Kürt ulusal sorununda köşeye sıkışmış durumdadır. Devletin istemeyerekte olsa, bazı taleplerin karşılanması, tasfiye hareketinin frenlenmesinde seçim, belirleyici olmasa da, parlamentoya gönderilecek olan milletvekillerinin saldırıların önünü kesmede önemli roller onayabileceklerini göz ardı etmemek gerekir.

Seçim kampanyası boyunca politik ajitasyonnumuzun içeriği

12 Haziran’da yapılacak olan genel seçimlerinde, kampanya boyunca yapacağımız politik ajitasyonumuzun içeriği önceki süreçlerden ayrı olmamakla birlikte, bu tür kampanyalarda kampanyanın kendisine özgü yönlerinin olduğunu vurgulamak gerekir

Politik ajitasyon ve propagandamızın içeriklerinden biri Kürt ulusal sorunun taşıdığı ağırlıktır. Keza Kürt ulusal sorununda belirgin olan renklerin daha açık tartışılması, ‘’demokratik özerlik’’ten ne anladığımızı, bunun düzen sınırları içinde ne anlama geldiği kitlelere anlatılmasıdır. ‘’demokratik özerlik’’ projesinin sorunu düzen sınırları içine hapsetmek olduğu, ulusal sorunda temel çözümün ulusların kendi kaderlerini tayinden geçtiğinin üzerinden hiçbir zaman atlanamayacağıdır. Ajitasyonumuzun içeriklerinden biride ortak düşmana karşı ortak örgütlenme esprisidir. Kürt ulusal sorununda üzerinden atlamayacağımız bir diğer konuda şovenizm gerçeğidir. Kürt ulusal sorununda şovenizmden etkilenen, Kürt ulusal sorununda duyarsız olan, burjuvazinin yaptığı propagandanın etkisinde kalan milyonlara insanın varlığını biliyoruz. Kampanya boyunca Kürt ulusal sorununu bu çerçeve içinde işlemek, kitlelere gerçeği anlatmak görevlerimiz arasındadır.

Kampanya boyunca, devrimin propagandasını yapmak esastır. Bu düzen içinde bir takım reformların yapılması, bazı hakların kopartılıp alınması kurtuluş değildir. Kurtuluş devrimdedir. Demokratik Halk Devrimi ezilen emekçileri, ulusları ve azınlıkları kurtuluşa götürecek olan tek yoldur. Demokratik Halk Devriminin hedefleri, devrimin ekonomik, kültürel hedefleri, kitlelere giderken anlatacağımız propaganda da önemli bir yerde durmaktadır.

Kampanya boyunca oynanmak istenen demokrasi oyununu tüm boyutları ile kitlelere anlatmalıyız. Parlamentonun işlevi, hükümetin rolü, emperyalizmle ilişkiler, komprador burjuvazi ve toprak ağalarının ortak diktatörlüğü olan faşist devletin işlevini doğru ve net olarak anlatmalıyız.

Kampanya boyunca işçilerin sorunları, köylülerin sorunları, emperyalistlerin uşakları vasıtasıyla tarımı nasıl bitirdiklerini, öğrencilerin karşılaştıkları sorunları iyi bir dille anlatmalıyız. Kampanyamız ancak böyle hedefine ulaşabilir. Mayıs 2011