Home , Köşe Yazıları , 12 Eylül'ün “Ekonomi-Politiği”ne Kenar Notları[*]

12 Eylül'ün “Ekonomi-Politiği”ne Kenar Notları[*]

SİBEL ÖZBUDUN-TEMEL DEMİRER | 08 – 09 – 2010 | “Eski anılarımız
yeni umutlarımız olmalıdır.”[1]

Tam 30 yıl sonra, bir “referandum” eşiğinde 12 Eylül’den bir kez daha söz etmek “olmazsa olmaz”…

12 EYLÜL 1980 “NE”YDİ, “NE YAPTI”?

12 Eylül 1980, Türk(iye) sermayesinin selameti için uluslararası (ve elbette bölgesel) konjonktürün gereği üzerine devreye sokulmuş bir darbe.
TÜSİAD’dan, Fethullah Gülen’e uzanan “made in USA” patentli bir cenahın ayakta alkışladığı tezgâh, Yılmaz Özdil gibi “Takunyalıların önünü açan 12 Eylül zihniyeti,” diye nitelenmek yerine bir karşı-devrim kapsamında irdelenmelidir.
Kimse inkâr edemez: 12 Eylül 1980 askerî darbesi, yükselen devrimci demokrasi mücadelesi ve güçlerine karşı devletin, sistem adına devreye sokulan önleyici refleksiydi.
Bu bağlamda darbe, arifesindeki olaylar bütününün gelip dayandığı tabloda anlam bulan bir karşı devrim girişimidir. Bu müdahale yasal, anayasal, kurumsal ve işlevsel birçok yeniden yapılanmanın yaratıcısı olmuş, toplumu katı bir şekilde kuşatma amacı gütmüştür.
12 Eylül tarihimizin en can alıcı olaylarından birisiydi.

12 EYLÜL BİLANÇOSU
50 kişi idam edildi… (27 siyasi suçlu -1’i Asala militanı-, 23 adli suçlu).
650 bin kişi gözaltına alındı…
1 milyon 683 bin kişi fişlendi…
210 bin davada 230 bin kişi yargılandı…
7 bin kişiye idam cezası istendi…
517 kişiye idam cezası verildi…
98 bin 404 kişi örgüt üyeliğinden yargılandı…
14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı…
30 bin kişi mülteci olarak yurtdışına gitti…
300 kişi “kuşkulu” şekilde öldü…
171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi…
Cezaevlerinde 299 kişi öldürüldü…
14 kişi açlık grevinde öldürüldü…
95 kişi çatışmada öldürüldü…
İdamları istenen 259 kişinin dosyası Meclis’e gönderildi…
71 bin kişi TCK’nin 141, 142 ve 163… maddelerinden yargılandı…
388 bin kişiye pasaport verilmedi…
30 bin kişi sakıncalı olduğu gerekçesiyle işten atıldı…
937 film sakıncalı bulunarak, yasaklandı…
23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu…
3 bin 854 öğretmen, 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verildi…
400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi…
Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi…
31 gazeteci cezaevine girdi…
300 gazeteci saldırıya uğradı…
3 gazeteci silahla öldürüldü…
Gazeteler 300 gün yayın yapamadı…
13 “büyük gazete” için 303 dava açıldı…
39 ton gazete ve dergi imha edildi…
144 kişi kuşkulu bir şekilde öldü…
14 kişi açlık grevinde öldü…
16 kişi “kaçarken” vuruldu…
95 kişi “çatışmada” öldürüldü…
73 kişiye “doğal ölüm raporu” verildi…
43 kişinin “intihar ettiği” açıklandı…

“12 Eylül neden oldu?” derseniz, kimilerinin yanıtı hazırdır: “Anarşi ve terör yüzünden denecektir. 22 Aralık 1978’de Kahramanmaraş’ta çıkan olaylarda 109 kişi öldürüldü, 500 ev ve işyeri tahrip edildi. Sivas ve Çorum gibi yerlerde çıkan olaylarda çok sayıda insan hayatını yitirdi. 1977’de Taksim Meydanı’nda 1 Mayıs’ı kutlamak için toplanan işçilerin üzerine ateş açıldı, 34 kişi öldü. General Evren, 12 Eylül darbesinden önceki iki yıl içinde 5 bin 241 kişinin teröre kurban gittiğini, buna son vermek için askerî müdahalenin zorunlu olduğunu ileri sürdü”![2] Ancak kazın ayağı böyle değil!
Darbeci başı Kenan Evren’in Fatsa belediye başkanlığını kazanan devrimciler için “Biz gelmeseydik Fatsa’dakiler gelecekti,” sözü 12 Eylül’ün “nedeni”ni yeterince net biçimde ortaya koyar!
Ferai Tınç’ın da ifade ettiği üzere “12 Eylül sadece gençliğe yönelik değildi.
Sol düşüncenin güçlenmesine, işçilerin hak arama mücadelelerine, sivil toplumun kendini bulma çabasına da karşıydı.
Farklılıklarını keşfetmeye başlayan toplumda Kürtlerin ve Alevilerin seslerini yükseltmelerine, azınlık sorunlarının ilk kez su yüzüne çıkma hazırlıklarına karşı da gerçekleşti. Kadınlara da karşıydı.”
Evet 12 Eylül 1980 darbesi ve zihniyetiyle yaşananlar “tüyler ürpertici”dir; tablonun mimarlarından dönemin Genelkurmay Başkanı Kenan Evren’in, -yaptıklarının yanı sıra- açıklamaları da hafızalardan silinmediği gibi dönemi “aydınlatır”!

KENAN EVREN’İN DEDİKLERİ![3] Asmayalım da besleyelim mi? (Erdal Eren’in 17 yaşında idam edilmesinden sonra)…
Yaşı falan büyütülmedi efendim hiç böyle şey olur mu? (Erdal Eren hakkında)
Hak edeni asmazsan bunlar virüs gibi çoğalırlar, işte o zaman Atatürk İlke ve İnkılaplarından kopulur…
Adalet yerini bulsun diye bir sağdan bir soldan asıyorduk. Eğer sağdan 2 asmışsak ertesi gün 2 de soldan asıyorduk…
İdamları imzalarken ellerim hiç titremedi…
Bugün olsa gene idam hükümlerini imzalardım (2006’da katıldığı bir programda)…
Yapılması gereken ne varsa hepsini askıya aldık…
Bunlar tencereyi pisletmişlerdi, biz temizledik… Yeniden tencereyi verelim, yeniden pisletsinler istedikleri bu (1981’de yaptığı bir konuşmada siyasi yasaklı parti mensupları hakkında)…
Burunlarının ortasına bir yumruk daha istiyorlar galiba (1983’te yaptığı bir konuşmada siyasi yasaklı parti liderlerine ilişkin)…
Eskiye rağbet olsaydı bitpazarına nur yağardı (1983’teki bir konuşmasında siyasi yasaklı partiler hakkında)…
Vatandaş mührü eline alacak “Evet” yerine basacak ya. O mühür demirden yapılmış. Demir’i ele bas Demirel olsun, onun için el işareti aldılar (1983’te Demirel’in kurdurduğu, veto edilmiş olan Büyük Türkiye Partisi’nin amblemine ithafen)…
İsmet İnönü siyaseti okulda mı öğrendi?
Ne demekmiş kadın kolu, gençlik kol? Bir de ihtiyar kolu. Böyle şey olur mu? (siyasi partiler hakkında)…
Biz telefonları dinlemiyorduk. Santralden geçerken duyuluyordu…
Geri çekilirken öyle bir yumruk yerler ki nereden geldiklerinin farkına varamazlar. (1982’de siyasi yasaklara uymayan parti liderleri hakkında)…
Meclise iki, iki buçuk parti girse yeter. (Hâlen mevcut olan yüzde 10’luk seçim barajını koyarken)…
Yargılanırsam intihar ederim (2009 yılında)…

Özetlersek; DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi’nin, “12 Eylül Türkiye’yi hâlâ içinden çıkamadığı girdaba sokmuştur. 12 Eylül bitmedi ve devam ediyor,” dediği koordinatlarda 12 Eylül, köklü bir sermaye düzenlemesi olarak, devletin monolitik, toplumun korporatif örgütlenmesi girişimiydi de.

DARBENİN “NİÇİN”İ

Darbenin, 30’uncu sene-i devriyesinde de altı özenle ve ısrarla çizilmesi gereken, “Niçin”idir!
Yani “Niçin 12 Eylül’de Silahlı Kuvvetler darbe yaptı? Darbe yapılmasını kimler istedi? Niçin istedi?” sorularının net biçimde, “Ama”sız/ “Fakat”sızca yanıtlanmalıdır.
Bu sorulara herkes bugün bulunduğu yerden ve canının istediği gibi yanıtlar veriyorken; AKP ve neo-liberal solunun işlevini sergilemek için bu yanıt elzemdir.
Çünkü 1970’li yılların Türkiye’sine kısa bir yolculuk, işçi sınıfının kendi geçmişini hatırlayarak 12 Eylül’ün daha iyi anlamasını kolaylaştırır.
70’li yılların ikinci yarısı (12 Eylül darbesi öncesi), patronların emek sömürüsüne karşı işçilerin hak ve adalet mücadelesinin yoğun olarak sürdüğü yıllardır. İşçiler insanca yaşam için gerekli olan ücreti istiyorlar ve bunun için her yıl artan sayıda grevlere binlerce işçi katılıyordu. İşçiler sadece ücretleri için değil siyasi talepleri içinde grevler yapıyorlardı. Eşitlik, özgürlük, adalet istiyorlar ve sömürünün olmadığı bir dünyaya doğru koşuyorlardı
Yıl 1977…
59 işyerinde toplam 3.622 güne ulaşan grevlere 15.682 işçi katılır. Patronların grevler nedeniyle kaybettikleri işgünü sayısı: 1.397.124 gündür. Bu grevlerde işverenin ilan ettiği lokavt sayısı ise 15 olup işten atılan işçi sayısı da 1.448’dir.
Yıl 1978…
87 işyerinde 9.748 işçinin katıldığı grevlerin süresi 4.457 gün olup patronların kaybettiği işgünü sayısı ise 426.127’dir. Lokavt sayısı bir önceki yıla göre 33’ e çıkarken işten atılan işçi sayıda 7.591’dir.
Yıl 1979…
126 işyerinde toplam 10.529 gün süren grevlere katılan işçi sayısı 21.011’dir. İşverenlerin kaybettiği işgünü sayısı ise 1.147.721 güne ulaşmaktadır. Bir önceki yıla göre grevler daha da artmasına rağmen işverenlerin ilan ettiği lokavt sayısı 15 de kalırken, çıkarılan işçi sayısı da 968’dir.
Yıl 1980… Yani 8 aylık bir dönemde…
220 işyerinde toplam 24.474 güne ulaşan grevlere 84.832 işçi katılmıştır. Patronların bu grev süresince kaybettikleri işgünü sayısı 1.303. 253 olup, emek-sermaye çatışmasının geçen yıllara göre daha da şiddetlenerek sürdüğü bir yıldır. İşverenlerin bu yılda ilan edebildikleri lokavt sayısı 21 olup, işten çıkardığı işçi sayısı da 1.064’dür.
Giderek artan grevler karşısında işverenler lokavt silahlarını kullanamaz hâle gelirken, hükümetler de patronların istekleri doğrultusunda hem grevlerin sayısını hem de erteleme zamanını giderek arttırmışlardır. 1978-1980 arasında 2 yılda 88 grev ertelenmiştir. Toplam erteleme süreleri 1978 yılında 750 gün iken, bu süre 1979 yılında 1.650, 1980 yılında ise 3.120 güne çıkmıştır.
İşçiler, ücretlerinin ve çalışma koşullarının iyileştirilmesinin yanı sıra 20 Mart 1978 ‘Faşizmi İhtar Eylemi’, 15 Şubat 1980 Tariş işçilerine destek için de grev ile hayatı durduruyorlardı. İşçilerin ve emekçilerin ekonomik siyasi talepleri siyasi düzenin sınırlarını zorluyordu.
TARİŞ işyerinde işçilerin mücadelesi işyerlerine işgale dönüşüyor ve yoksul gecekondu mahalleri de işçilere yoğun destek veriyordu. İşçi aileleri ve yoksul halk, devrimcilerle birlikte mahallerde panzerlere karşı barikatlar kuruyor, şehirlerarası yolu kapatıyorlardı. İşçilerin, emekçilerin mücadelesi fabrikalarla sınırlı kalmıyor, yaşadıkları gecekondu mahallerine de hızla yayılıyor, yoksul mahalleler sermaye düzenine başkaldırıyordu.
Patronlar, emperyalist-kapitalist sistemin sömürü düzenini devam ettirmek, zenginliklerini korumak için askerî gücünü devreye soktu. Silahlı güçlerini iktidara el koymaya çağırdı. Patronlar sivil elbiselerini çıkarıp yerine askerî giysilere büründüler. Patronlar kulübü başkanı: “şimdiye kadar işçiler güldü, şimdi biz güleceğiz” sözleri ile ne yapacaklarını işçilere duyurdu.
Grevler yasaklandı…
Sendikalar kapatıldı…
İşçiler ve sendikacılar gözaltına alındı…
Baskı ve zulümle işçilere geçmişte yaptıklarının hesabı soruldu…[4] Evet, “Niçin”e ilişkin verilen bu yanıt, aynı zamanda 12 Eylül darbesinin kimler için kime karşı yapıldığını net biçimde sergiler!
Ancak bitmedi; dahası da var ki, o da 24 Ocak “Ekonomik Programı”dır!

“MASUM DEĞİLSİNİZ, HİÇ BİRİNİZ!”

Çok nettir: “24 Ocak kararlarının uygulanabilmesi, Özalizm olarak dikte ettirilen piyasalar düzenine geçiş bile 12 Eylül sayesinde gerçekleşebildi.”[5] Yani 24 Ocak serbest piyasacılığı, 12 Eylül’ün döl yatağıdır.
Bu nedenle işçi ve emek düşmanı 24 Ocak serbest piyasacılığına yaslananların, tüm zamanlarda 12 Eylül karşıtı olması mümkün değildir ve olamaz da!
Bu noktada sözü, “Masum değilsiniz hiçbiriniz!” diyen Mustafa Sönmez’e bırakıyoruz: “Yakın tarihimizin miladı olan 12 Eylül 1980 askerî darbesi, bir kez daha sorgulanacak toplum vicdanında. Bir kez daha faili Kenan Evren ve çevresi olan generaller cuntasından hesap istenecek. Ama, şöyle soralım: Sadece hesap vermesi gerekenler Evren ve çetesi midir? Ya onları 12 Eylül’e cesaretlendiren, teşvik eden iç ve dış failler? Onlara iktidarları boyunca yardakçılık yapanlar? 12 Eylül düzenini 1982 Anayasası’na geçirerek, bugünkü hayatımıza içselleştirenler? Onlardan hesap sormadan, 12 Eylül yargılanabilir mi?..
Mesela TÜSİAD’ı, o dönemin yönetimini sorgulamayan bir 12 Eylül soruşturması adil olabilir mi? 1978’de kurulan Ecevit hükümetini gazete ilanlarıyla düşürmeye çalışan, sonra programını Demirel Başbakanlığındaki Milliyetçi Cephe’ye ve onun tetikçilerine uygulatan TÜSİAD’ı, TÜSİAD’ın arka planında yeni bir ekonomik modeli dayatan IMF-Dünya Bankası ikilisini nasıl dışarıda tutabiliriz?
Hatırlayın; 1950’lerden 1970’lere izlenen ithal ikameci, iç pazara dönük birikim modeli artık işlemiyordu. Döviz kazandırmayan ve döviz ihtiyacını borç-harçla kapatan bir birikim kulvarından, döviz kazandıran ‘ihracata dönük ekonomi’ modeli gerekiyor diyordu IMF-Dünya Bankası ikilisi ve TÜSİAD, TİSK, TOBB.. bütün bu patron örgütleri de buna iman etmişlerdi. Ama bir engel vardı. Böyle bir ekonomik modele geçiş, anti-sendikal önlemler istiyordu. DİSK’i bertaraf etmek, grevleri zorlaştırmak, işçileri uysallaştırmak gerekiyordu. Böyle bir model, piyasa, liberalizm bayrağını yükseltiyor; sosyal devlet, kamu sektörü vb. yapıları dışlıyordu. Mal ve sermaye hareketlerine, yabancı sermaye girişine, özelleştirmelere yol açılmalı.. hem de ardına kadar diyordu. Bütün bunları 1970’li yılların yükselmiş halk muhalefetine rağmen, sendikal mücadelelere rağmen yapmak mümkün değildi. 12 Eylül bunun için gerekliydi.
Önce ne yaptılar? En militan işveren sendikası MESS’in Başkanı, Sabancı koordinatörü, Nakşi tarikatından Turgut Özal’ı, Demirel’in müsteşarı yapıp 24 Ocak paketi ile girizgâhı yaptılar. IMF programını hemen uygulayıp dehşetli bir devalüasyon ve zam yağmuruyla ilk hücumu gerçekleştirdiler. Ama karşılarında halk muhalefetini, 85 bine ulaşan grevcilerin çadırlarını görünce, kendi ifadeleriyle şartları biraz daha olgunlaştırdılar, ‘sağ-sol çatışması’na ordunun müdahalesi adı altında, 24 Ocak’ın eksik kalan ayağını, 12 Eylül darbesi ile tamamladılar. Ve gelir gelmez DİSK’i kapadılar, grevleri yasakladılar. Türk-İş genel sekreterini hükümete alıp yanlarına çektiler. Partileri kapadılar, en ılımlılara bile kan kusturdular.
TÜSİAD ve çevresi çok mutluydu. Patronlar dünyasının duayeni Vehbi Koç’un 3 Ekim 1981 tarihinde Kenan Evren’e yazdığı mektuptaki şu satırları nasıl unutabiliriz:
‘Şimdi, faşist ordu iktidara geldi, kapitalistlerle birleşerek Türk işçisini istismar ediyor propagandası yapılmaktadır. Böyle bir iftira karşısında işçi-işveren ilişkilerini düzenleyecek olan kanunlar, taraflar için adilane bir şekilde ve asgari hata ile çıkarılmalıdır. Bu düzenleme yapılırken, bazı sendikaların Türk Devleti’ni ve ekonomisini yıkmak için bugüne kadar yaptıkları aşırı hareketler göz önünde bulundurulmalıdır… İşçi sınıfını ayaklandırmak amacıyla, Komünist Parti’nin, solcu örgütlerin, Kürtlerin, Ermenilerin, birtakım politikacıların kötü niyetli teşebbüslerini devam ettirecekleri muhakkaktır. Bunlara karşı uyanık olunmalı ve teşebbüsleri muhakkak engellenmelidir… Basının kalemine tenkit fırsatı verilmemelidir.’[6] Ya dönemin TİSK Başkanı Halit Narin’in, sendika ve grev hakkını kullanan işçileri kastederek, ‘Bugüne kadar işçiler güldü bizler ağladık, şimdi gülme sırası bizde’ diye attığı sevinç naralarını…
Bunca iç etkenin yanında dış tazyik de vardı tabii. ABD vardı en başta. Bölgenin jeo-politik ihtiyaçları, NATO’nun güney kanadındaki Türkiye’de sözde bir demokrasiye dahi tahammül gösteremeyecek tahammülsüzlükteydi..Paşalar işte bu ‘iç ve dış talepler’ karşısında 12 Eylül için koşulları ‘olgunlaştırdılar’ ve 12 Eylül sabaha karşı, ünlü, ‘our boys have done it’ sözünü hayata geçirdiler.
Masum olmayan sadece onlar mı? Ya medyadaki uzantılar? Şimdinin ‘sivil toplumcu’ medya mensuplarının bir zamanlar ne denli ‘darbesever’ olduğunu unutabilir miyiz? Nazlı Ilıcak’ın, işkenceleri meşrulaştırmak için ‘Efendim, mesela bir terörist bir şehri havaya uçuracak bombayı yerleştirdikten sonra ele geçirilmiş, şimdi bu şehrin insanlarını kurtarmak için ona işkence yapılmasın mı?’ diye yazılar döktürdüğünü unutabilir miyiz? 12 Eylül zihniyetinin hizmetinde, devrimcilere küfür eden ‘Sudaki İz’ gibi paçavraları kaleme alıp şöhrete bu küfürlerle ulaşan Ahmet Altan’ı unutabilir miyiz? Devletin resmî ideolojisi Türk-İslâm sentezi olarak belirlenip bunun kadroları oluşturulurken Sızıntı dergisinde Kenan Evren’e ‘kurtarıcı bir melek’ diye övgüler düzen Fethullah Gülen’i, 12 Eylül bahsinde unutmak olur mu?
12 Eylül’ün yardımcı ve yardakçıları, bilin ki, masum değilsiniz hiçbiriniz…”[7]

12 EYLÜL’LE HESAPLAŞMAK (MI?)!

12 Eylül ile hesaplaşmaktan mı söz ediyorsunuz?
Bunun için TÜSİAD’tan, Fethullah Gülen’e uzanan “made in USA” patentli serbest piyasacı cenaha karşı olup, “Hayır” demeniz gerekiyor.
Çünkü Adorno’nun dediği gibi, “Geçmişle ancak, yaşananların sebepleri ortadan kalktığı zaman hesaplaşmış olacağız”.
Bunun için asla unutmamak gerek; hem de John Berger’in, Irak Mahkemesi’ni gerekçelendirirken söylediği gibi:
“Suçlar unutulmamalı, belgelerini, kayıtlarını muhafaza etmeliyiz. Çünkü suçluların ilk işi bunları yok etmektir. Bu efendiler yalnızca masumları katletmekle kalmaz, hafızayı da yok ederler. Yeni dünya tiranlığına karşı yükselen muhalefete ilham vermesi için bu kayıtların tutulması şarttır.
Silahlarla donanmış bu zorbalar askerî ya da ekonomik bütün savaşları kazanabilirler, ama adına iletişim savaşı dedikleri savaşı kaybettiler. Dünya kamuoyunun desteğini kazanamadılar. Gitgide daha çok insan HAYIR diyor. Bu yenilgileri zorbalıklarının sonu olacak, ama bu son kim bilir daha kaç trajedi, kaç istila ve felaketten sonra gelecek. Daha ne kadar yoksullaştıracaklar bizi?
İşte kayda geçirmenin, delilleri muhafaza etmenin, hatırlamanın aciliyeti bundandır. İşledikleri suçlar unutulmayacak, her kıtada ağızdan ağza dolaşacak. Her geçen gün daha çok insan HAYIR diyecek. Bugün sevdiğimiz ve korumak istediğimiz şeylere EVET demenin önkoşulu budur…”
Evet, olumlulukları-olumsuzlukları unutmamak, unutturmamak, insanlığın, gelecek kuşakların insanca yaşam düzeninin “olmazsa olmaz” koşullarındadır.
12 Eylül’le yüzleşmekten/ hesaplaşmaktan söz ediyorsanız; DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi, “Ergenekon davası 12 Eylül’ü kapsamadan ve darbe şartlarını hazırlayan katliamları, cinayetleri ortaya koymadan gerçek bir darbe davası olamaz,” vurgusundaki üzere sorunu sistematik bütünselliği içinde ele almak zorundasınız!
Varsın, Hadi Uluengin gibi “dönek(bile sayılmayan)ler”, “11 Eylül’ün mukadder bir sonucu olan 12 Eylül’ün sebeplerini ve darbeyi hazırlayan dâhili ve harici ortam”a dikkat çekerek, “En önce ve en baştan söyleyeyim ki ben bu ‘hesaplaşmak’ terimini sevmiyorum,” demekten beis duymasınlar.
Gerçekten de 12 Eylül ile yüzleşmekten/ hesaplaşmaktan söz ediyorsanız; onun kapitalizme mündemiç “sebeplerini ve darbeyi hazırlayan dâhili ve harici ortam” teşhir etmeniz gerek ki, bu dün ve bugün ne kadar elzem ise yarın da o kadar elzem olacaktır.
Ancak ne yazık ki Suavi’nin deyişiyle, “12 Eylül’le yüzleşemediğimiz gibi, gerçek yüzü halktan saklandı…”
Bu noktada “12 Eylül’ün izleri Anayasa’yı değiştirmekle silinmez,” gerçeğini “es” geçmeden; “Bugün 12 Eylül cuntasıyla hesaplaşmak iddiasıyla yola çıkanlar mutlak bir şekilde 12 Eylül’de ne yaptıklarının da hesabını vermek durumundalar. Eğer o dönemde yaptıklarını savunamayacak durumdaysalar kamuoyundan ve eğer bir grup vs. söz konusuysa kendi tabanlarından özür dilemelidirler.”[8] Evet, 12 Eylül’den ve 12 Eylül’cülerden hesap sormak için öncelikle 12 Eylül’de ne yaptığınızın hesabını da vermek zorundasınız!
Bırakın “demokrasi tacirleri” ne derlerse desin…

“DEMOKRASİ TACİRLERİ” PARANTEZİ

Bu gerekli, “olmazsa olmaz”, çünkü…
“Siz” gerçekten de Fethullah Gülen’in (ve taraftarlarının) 12 Eylül’cü olduğundan bi-haber misiniz yoksa!
Gülen’in 12 Eylül’e verdiği desteğin temelinde, onun sıkı bir anti-komünist olması yatıyor…[9] Gülen, darbeci paşalarla kendisininki dahil bazı İslâmi cemaatler arasında bir tür mutabakat olduğunu da itiraf ediyor.
Gülen’in Anayasa’ya zorunlu din dersi koyduğu için Kenan Evren’i neredeyse “cennetlik” ilan etmiş olduğunu biliyorduk, ama aynı mülakatta 12 Eylül faşizmine daha fazla “hayır” atfediyor: “Bu son hareketin mimarları bazı müspet icraatta da bulundular. Toplumu, dirilmesi için bir kere daha silkelediler. Sovyet imparatorluğu yıkılma sath-ı mâiline girdiği bir dönemde maceracı gençlerin Türkiye’yi Sovyetler’in peyki hâline getirme oyununu bozdu ve ülkemizin içinden çıkılmaz bir bataklığa sürüklenmesini bilerek veya bilmeyerek önlediler. Bazı kıymetli vatan evlatlarına millete hizmet etme yollarını açtılar. İmam-hatiplerin açılmasına göz yumdu ve mekteplere ahlâk, din dersi koymak suretiyle bir tarihi yanılgıyı düzelttiler.”[10] Bugünlerde “12 Eylül 1980 askerî darbesi ile hesaplaşmak”tan söz eden Gülen cemaatinin bu konuda sergilediği “cansiperane mücadele”, kaba hatlarıyla şöyle:
1980’li yıllarda “M. Abdülfettah Şahin” müstearıyla ‘Sızıntı’da başyazılar kaleme alan Fethullah Gülen ‘Asker’ başlıklı bir yazısında şöyle demişti: “Her milletin tarihinde asker bir tepe varlıktır (…) Bir de anadan doğma asker-millet vardır. O, asker doğar, askerlik türkülerinden ninniler dinler ve asker olarak ölür. Aşıktır askerliğe, serhad boylarına, akına ve kavgaya (…) Onun süngüsü, yüz defa iniltimizi dindirdi ve ateşimize su serpti. Yakın tarihimizde dahi kaç defa onda mazinin tebessüm eden çehresini ve yıldırımlaşan celadetini gördük… Eğer, atik davranıp da yıllardan beri hazırlanan karanlık emellerin önüne geçmeseydi, bütün bir millet olarak inkisar içinde ağlamadan başka çaremiz kalmayacaktı. Tuğa selam, sancağa selam ve ölçülerimiz içinde onu tutan yüce başa binlerce selam!”
“Hocaefendi” ve cemaati, 12 Eylül 1980’den sonra, faşist darbeyi ve darbecileri desteklemişti. ‘Sızıntı’ Dergisi’nin Ekim 1980 tarihli nüshasındaki “Son Karakol”[11] başlıklı başyazısında “ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe bir kere daha selam duruyoruz” diyen Gülen, ertesi ay da, “Merhamet”[12] başlıklı başyazıyla darbecilere çağrıda bulunarak, “hem deli hem de kanlı”ya merhametin “mazlumlara” karşı korkunç bir merhametsizlik olacağını savunmuş ve “adalet tevzii vazifesini” [adalet dağıtma görevini] üstlenenlerin, “müteyakkız” [uyanık, tetikte] olmaları gerektiğini söylemişti.
12 Eylül darbesinin ardından da İzmir Sıkıyönetim Mahkemesi Gülen hakkında soruşturma açtı. Fakat adı arananlar listesine giren Gülen nedense bir türlü ele geçirilemedi! Hâlbuki kendisi Türkiye’yi terk etmemişti; özellikle Ege bölgesinde cemaat çalışmalarını sürdürüyordu. (Hatta bir iddiaya göre, Burdur’da gözaltına alınmış ama şehrin Emniyet Müdürü ertesi gün Erzurum’a “tayin edilmişti”…)
Özetle “Fethullah Gülen, Nurcu kökenli cemaat lideri, Erzurumlu Mehmet Kırkıncı gibi Nurcu kökenli birçok isim 12 Eylül cuntacılarıyla doğrudan ya da dolaylı iyi ilişkiler geliştirdi.”[13] Bu bir “sır” değildir; unutturulmamalıdır…

TAYYİPGİLLERİN GERÇEĞİ

Aslı sorulursa 12 Eylül babında, “Hocası” gibidir Tayyip’gillerin de gerçeği…
Evet bir kez daha hatırlatmakta yarar var: Erdoğan’ın ve AKP’li kadroların çok önemli bir kesiminin bağımlı olduğu Zahit Kotku’nun yönettiği İskender Paşa Dergâhı ve Erbakan’ın liderliğini yaptığı Milli Görüş geleneği ile askerî darbeciler arasında her zaman bir işbirliği olmuştur. Her iki gelenek de darbecilerle sürekli kalıcı ilişkiler içinde oldular. Bu bir…
İkincisi; “AKP, 12 Eylül döneminin yasal düzenlemelerinden, yarattığı siyasal boşluktan yararlanarak iktidar oldu”.[14] Bununla bağıntılı olarak üçüncüsüne gelince: AKP 12 Eylül karşıtı olmak bir yana, 12 Eylül’ün ruh ikizidir…
Her şeyden önce, AKP, 12 Eylül darbecileri ile başlayan küreselleşmeci, neo-liberal, piyasacı çizginin savunucusu olarak, bir mirasçıdır. Kimin mirasçısı? 12 Eylül, Kenan Evren ismiyle özdeşleşmiş. Oysa bir o kadar sembol isim Turgut Özal’dır ve AKP, Özal’ın mirasçısıdır.
12 Eylül askerî darbesi sadece siyasi sistemi bir diktatörlüğe çevirmekle kalmadı, ekonomik düzeyde de 24 Ocak Kararları ile neo-liberal, piyasacı, emek karşıtı, küreselleşmeci kapitalizm patikasına taşıdı ve bu mimari de Turgut Özal’a aittir. Turgut Özal, 12 Eylül 1980 öncesi Sabancı Grubu’nun koordinatörüydü, MESS isimli en militan işveren sendikasının başkanıydı. Demirel, Zincirbozan’a götürülürken müsteşarı Turgut Özal, 12 Eylül hükümetinin ekonomiden sorumlu başbakan yardımcısı koltuğuna oturtuluyordu.
Turgut Özal-12 Eylül, hiç didişmediler. Darbe icraatını birlikte gerçekleştirdiler. Yeniden parlamenter rejime geçme sırasında Evren cuntasının hedefi, iki partili sistem kurmaktı. Biri kendi partileri MDP, diğeri konu mankeni Halkçı Parti olacaktı. Özal, bu şablonu bozan ANAP’ı kurmaya kalkınca sürtüşme oldu ama Özal’ın hamisi ABD, Evren cuntasını ikna etmeyi bildi.
Özal’ın müritleri, 2002’de Erbakan’ın ortodoks milli görüşünden ayrılan Erdoğan-Gül ikilisinin kurduğu neo-liberal-muhafazakâr AKP’nin ruh ikizleri olduğunu hemen anladılar ve AKP’nin omurgasını oluşturdular; hem kimlikleri hem de taşıdıkları ruh aynıydı… Birkaç isim mi istersiniz: Tayyip Erdoğan’ın en yakın kadrosundan Cemil Çiçek, Abdulkadir Aksu, Bayburt Milletvekili Ülkü Güney, Ankara Milletvekili Ahmet İyimaya, Kahramanmaraş Milletvekili Mehmet Sağlam, Ardahan Milletvekili Saffet Kaya, İstanbul Milletvekili Murat Başeskioğlu, Kırıkkale Milletvekili Vahit Erdem, Ankara Milletvekili Zekai Özcan…
12 Eylül’ün sembol isimlerinden Turgut Özal’ın müritlerinin ete kemiğe büründürdüğü AKP, tıpkı 12 Eylülcüler gibi, emek karşıtı, anti-sendikal, anti-kamucu, neo-liberal, piyasacı, küreselleşmeci bir çizgiyi benimsedi. Hatta, doğruyu söylemek gerekirse, 2003-2008 döneminde IMF ile yürüttükleri program kapsamında özelleştirmede, liberalleşmede 12 Eylülcüler ve devamı ANAP’tan daha militan bir çizgi izlediler. Halep oradaysa, arşın burada. Bakın özelleştirme verilerine, bakın devleti küçültme verilerine… AKP iktidara geçerken kaç KİT çalışanı varmış? 384 bin. Şimdi? 184 bin… 200 bin tasfiye… Bakın bakalım bugün sayıları 13 milyonu bulan işçiden-memurdan kaçı sendikalı? 3.5 milyonu. Kaçı toplusözleşme yapabiliyor? Ancak 750 bini… Kaçı greve çıkıyor? 3 bini!. Gelir bölüşümü? 12 Eylül döneminden bile geride. Türkiye, Meksika ile birlikte, dünyanın en rezil bölüşüm tablolarından birine sahip.
12 Eylül 1980 ile hesaplaşma palavrasını sıkan AKP’nin 12 Eylül ile bir derdi olsa, 8 yıldır 12 Eylül simgelerine sessiz kalır mıydı? Bugün adı işkence ile cellatlık ile anılan Kenan Evren’in, eseri 12 Eylül’ün ismi, hâlâ birçok okulda, caddede, bulvarda. 12 Eylül adını taşıyan birçok kamusal alan var. Alın size Kenan Evren ilkokulları listesi: Adana Seyhan/ Adıyaman Kahta (yakında değişti)/ Antalya Döşemealtı Nebiler/ Çanakkale Gökçeada/ Diyarbakır Ergani/ Antep Şahinbey/ Giresun/ Hatay Dörtyol/ Konya Çumra/ Malatya Topsöğüt/ Manisa Kula/ Marmaris/ Niğde Bor/ Samsun Çarşamba/ Sivas Şarkışla/ Osmaniye Bahçe. Adı Evrenpaşa olan okullar: Bitlis, Elazığ, Erzurum, İzmir, Muğla Armutalan, Şanlıurfa Ceylanpınar. Adı 12 Eylül olan okullar: Ankara Haymana, Bitlis, İzmir Narlıdere, Siirt Baykan.
Ve Evren liseleri: İstanbul Kadıköy, İzmir Konak, Manisa Alaşehir. Adana’da, Antep’te Kenan Evren isimli bulvarlar, caddeler…
12 Eylül rejimi ile derdi olan bir iktidar, bugüne kadar bu işkencecinin isminin kamusal kurumlarda taşınmasının dayanılmaz ağırlığına tahammül eder miydi? Onların 12 Eylül karşıtlıkları yalandır, gerçek olan ise 12 Eylül’ün mirasçısı olduklarıdır.[15] Şimdi burada durup, 12 Eylül’de idam edilen Necdet Adalı’nın mektubundan ve onun adına yazılan şiirlerden bölümler okurken “gözleri dolan”(?!) Erdoğan’ın, “12 Eylül ile… biz yüzleşeceğiz,” demesinin ne kadar inandırıcı, ikna edici olduğuna ve buna “Evet” diyen “dönek(bile sayılmayan)ler” hakkında karar verin!

“DÖNEK(BİLE SAYILMAYAN)LER”İN MARUZATI/ MERAMI

Bugünlerde, referandum vesilesiyle 12 Eylül konusunda ahkâm kesen “dönek(bile sayılmayan)ler”in maruzat/ meramlarına gelince!
“12 Eylül öncesi ve sonrası: ödlek siyaset”ten söz eden Hadi Uluengin, “1922 Mussolini’si, 1933 Hitler’i ve 1936 Franko’su sebep değil birer sonuçtu. Tıpkı, 12 Eylül 1980 Kenan Evren’inin de böyle bir sonuç olduğu gibi! Sebep ise aynı Evren’in yine ‘olgunlaşmaya’(!) bıraktığı ‘durum’dur,” vurgusuyla ekliyor:
“Kabul, Kenan Evren ve şürekâsı zehirli meyvenin ‘olgunlaşmasını’ beklemiş; hadi bilemediniz dalı biraz sallamış olabilirler ama, vahşi fidanı diken ve habis ağacı sulayan sorumlu olarak da onları göstermek inatçı, nesnel, soğuk ve acıtıcı gerçeği inkâr etmek olur!”
Burada 12 Eylül’ü, “önleyici bir kaçınılmazlık” olarak sunan Uluengin devam ediyor:
“12 Eylül darbesinin gerçekleştiği 1980 sonbaharında dünya ahvali nasıldı? Vahimdi! Kelimenin tam anlamıyla berbattı! Cipciddiydi! (…) Özetlersek, Türkiye’nin 12 Eylül darbesini yaşadığı 1980 sonbaharında dünya ahvâli aynen ‘Bindik bir alâmete, gidiyoruz bir kıyamete’ deyimindeki gibidir. O Türkiye ise zaten o kıyametin tam göbeğindedir. Deccal çoktan kapımızı çalmıştır.”
Evet, evet bu zihniyet “darbeyi kaçınılmaz” olarak sunuyor; hem de, “Bazen siyaset sınıfı intihar eder. Kolektif olarak eder. Tıpış tıpış mezbahaya gider. İşte 1975-1980 yılları arasında Türkiye siyaset sınıfının yapmış olduğu şey de budur! (…) 12 Eylül 1980 arifesi Türkiye’sindeki siyaset sınıfı tüm basiretsizliğiyle ve kolektif biçimde intihar eder,” vurgusuyla ve en önemlisi 1975-1980 yılları arasındaki sınıf mücadelelerini yok sayarak!
Tüm bunlarla birlikte “Övünmeliyiz, otuz yıl sonra 12 Eylül darbesini tartışmayı nihayet güncelleştirdik. O hâlde açık konuşalım. Nesnel, soğuk ve mesafeli tahliller yapmaya çalışalım” deyip ekliyor:
“Bir kere her şeyden önce, 12 Eylül 1980’nin alternatifi 11 Eylül 1980 değildi! … Hayır, 11 Eylül 1980’ün akşamı 12 Eylül 1980’in şafağından daha iyi değildi! Tam tersine, daha berbattı, daha korkunçtu ve daha dehşetti! Dolayısıyla, dönemin angaje militan ve siyasetçileri hariç kim ki 12 Eylül 1980 sabahı ferahladığını, hiç olmazsa oh çektiğini itiraf etmiyor, kusura bakmasınlar ama onlar ya yalan söylüyorlar ya da hafıza kaybına uğradıkları için o 11 Eylül 1980 akşamını unutuyorlar.”
Dikkat edin, Uluengin “11 Eylül 1980 akşamı”ndan musdarip olduğunu bugün ilan eden, bel-kemiksiz liberallerdendir!

JANUS’UN KARDEŞLERİ: İKİYÜZLÜ LİBERALLER

Kapitalizme mündemiç her konuda olduğu gibi, Janus’un kardeşleri; liberaller 12 Eylül konusunda da ikiyüzlüdürler!
Mesela bugünlerde “askerî vesayet”e, “12 Eylül’e karşı olduğu”ndan söz etse de 1981’de “Gecikselerdi, vatan bizim elimize geçecekti!” ve “Orgeneral Evren, Fatsa’nın Komünist merkezi olduğuna işaret etmiş, Anayasa’nın çarpık taraflarının anarşistlerin işine yaradığını söylemiş, ‘Gecikseydik vatan komünistlerin eline düşecekti’ demek suretiyle, mazideki vakalar, bugünkü başarılarla, 12 Eylül’ün meşruiyetini bir kere daha vurgulamıştır,”[16] diyen Nazlı Ilıcak…
Mesela, “Biz Atatürk’ün ortaya koyduğu bu kesin açıdan cumhuriyetçiliği alabildiğine sulayıp güçlendireceğimiz yerde, öfkesiyle acımasızlığı durmadan eleştirilmesi gereken kardeş, oğul, torun ve elliye yakın sadrazam katliyle yüklü bir monarşinin övgüsüne, neredeyse dört elle sarılmaya yöneldik… Şu Osmanlı safsatasından kendimizi doğru dürüst arıtsak ve monarşinin öfke ve acımasızlığına, cumhuriyetçiliğin hümanizması ve bilimsel soğukkanlılığıyla, yeniden bakmaya başlasak -ki Atatürk dönemi de böyleydi- kendi içimizde de dışımızda da taptaze bir baharın, gönlümüzü her zaman daha çok yüceltecek yeni meltemlerini çok hızlı duymaya başlarız…”[17] “Kemalizm ‘Batı’ya boyun eğmeden Batılı olmak’ diye değerlendirilir ki, biz de bu tanımlamanın doğruluğuna yüzde yüz inanmaktayız,”[18] diyen Çetin Altan…
Ya da Temmuz 2010’da, “Belirleyiciliği itibariyle Türk Cumhuriyet tarihinin en kara, en keskin günüdür, 12 Eylül 1980,”[19] dese de; Eylül 1982’de ‘Sızıntı’ Dergisi’nde, “Eylül zaferlerinin en sonuncusu olarak 12 Eylül harekâtını kaydetmede fayda var. 12 Eylül dış düşmanlara karşı bir zafer değildir. Ama bir yönüyle ondan daha ehemmiyetlidir,”[20] diyen “demokrat” Ali Bayramoğlu…
Veya bugünlerde Turgut Özal’a methiyeler düzen Hasan Cemal’in Eylül 1988’de Ona, “Kendisinin (Turgut Özal’ın-b.n.) demokrasi kültüründen ne denli yoksun olduğunu, Cumhuriyet gazetesi de yazarları da öteden beri gayet iyi bilirler. (…) Ayrıca ANAP lideri, Cumhuriyet okurlarının demokrasi bilincini küçümsemekle onlara saygısızlık etmiştir. Bu gazetenin okurları, demokrasinin ne olup ne olmadığını, bir askerî yönetimin yasakçı koşullarının ürünü bir başbakandan öğrenecek değiller. Çünkü Cumhuriyet okurları, demokrasinin ne olduğunu, onun askıya alındığı en güç dönemlerde bile gazeteleriyle birlikte verdikleri çetin sınavlarda çok iyi kavramışlardır,”[21] diyen köklü itirazını unutması gibi…

12 EYLÜL HİKÂYELERİ

Derya Alabora haklı; 12 Eylül… gerçek bir kâbustu ve hâlâ devam ediyor…”
“12 Eylül’de… Henüz 15 yaşında bir lise öğrencisiydim. İzmit’teydim” diyen Julide Kural’ın belirttiği gibi, “12 Eylül sabahını unutmayacağım! Sonrasında güzelim ülkemin tüm renkleri griye döndü…”
Vd’leri, vs…12 Eylül hikâyeleri tükenmez…
Neler olmadı neler; kimi savaştı, kimi direndi, kimi darağaçlarında işkencelerde öldü, kimileri de anılarını yazdı, nutuk attı, sustu köşesine çekildi, kimileri pişman oldu, vazgeçti…
Neler olmadı neler!
Hikâyeler tükenmez; ama aslolan 12 Eylül’ü yaşayanların, nerede olursa olsun, 12 Eylül’e karşı ne yaptığıydı; yani lafı/ sözü değil, vukuatıydı!
Kilit mesele bu!
Neo-liberaller, AKP’liler, Janus’un kardeşleri “dönek(bile sayılmayan)ler” bu konuda diyecek neyin var? Söyleyin, konuşun! Ya da sonsuza kadar susun!
Diyeceklerimizi toparlıyoruz: “… ‘12 Eylül’ün en büyük tahribatı nedir?’ diye soran olursa, ‘halkın kendi adına ve kendisi için hiçbir şey yapamayacağına en azından bir süre için ikna edilmesidir’ derim,” vurgusuyla Aydın Çubukçu, müthiş önemli bir saptamayı dillendiriyor.
12 Eylül ile hesaplaşma yeniden halkın mücadelesi ve iradesi için gereklidir; neo-liberaller ise bu gerekliliği “es” geçmektedir!
Oysa Türkiye’de yaşayan nüfusun yüzde 67’si geniş anlamda 12 Eylül kuşağını oluşturup, 12 Eylül rejiminin esas gücü de burada yatıyorken; ya da Halil Altındere’nin deyişiyle, “Yeni jenerasyonun bir kısmı Kenan Evren’i bir ressam olarak biliyor. Tonton, yaşlı bir ressam amca gibi,” tanıyorken; yapılması gereken tamı tamına Pablo Neruda’nın, “Ölü, yiğit, gölge ve buz, ne varsa/ Tohuma dururlar yeniden/ Ve halk, toprağa gömülü/ Tohuma durur bir yerde/ Buğday nasıl filizini sürer de/ Çıkarsa toprağın üstüne/ Güzelim kırmızı elleriyle/ Sessizliği burgu gibi deler de/ Biz halkız, yeniden doğarız ölümlerde,” dizelerindeki gerçeği anımsamak/ anımsatmaktır!
Evet, 12 Eylül ve sebep-i hikmeti karşısında; “Yetmez Ama Evet…” veya “İstemesek de Hayır…” diyen egemen hegemonyaya eklemlenme aczi yerine; halk olduğumuzu, haklı olduğumuz bir kez daha Miguel Benasayag’ın, “Karşı çıkış, muhalefet artık kapalı odalarda ya da genel kurullarda hazırlanıp daha sonra alanlarda gerçekleştirilecek bir şey değil. Karşı çıkış, her bir durumun içinde ve yalnızca o duruma dayanarak doğacaktır,” vurgusu eşliğinde militanca hayata geçirmeliyiz!
O hâlde konuya ilişkin son bir vurgu da şu olabilir; Halil Cibran’dan: “Tıpkı bir zincir gibi en zayıf halkanız kadar zayıf olduğunuz söylendi sizlere. Bu sadece yarısıdır gerçeğin. Sizler aynı zamanda en güçlü halkanız kadar güçlüsünüz…”[22]

25 Eylül 2010 21:04:25, Ankara.

N O T L A R
[*] 4 Eylül 2010 tarihinde ‘Devrimci 78’liler’in Diyarbakır Cigerhun Kültür Merkezi’nde düzenlediği etkinlikte Temel Demirer’in yaptığı konuşma… Newroz, Yıl:4, No:144, 2 Eylül 2010…
[1] Arséne Houssaye.
[2] Türker Alkan, “Allah Göstermesin!”, Radikal, 13 Eylül 2009, s.17.
[3] “12 Eylül Darbesi 1”, Hazırlayan: Sultan Özer, Evrensel, 12 Eylül 2009, s.11.
[4] Haluk Başcıl, “Emekçi, İşçi Penceresinden 12 Eylül”, 11 Ağustos 2010, http://www.birgun.net/wall_index.php?news_code=1281523665&year=2010&month=08&day=11
[5] Şükran Soner, “Unutturmamak”, Cumhuriyet, 12 Eylül 2009, s.13.
[6] Tam metin için bkz: M. Sönmez, Kırk Haramiler, Arkadaş Yay., 1990.
[7] Mustafa Sönmez, “12 Eylül; Masum Değilsiniz Hiçbiriniz!”, Cumhuriyet, 12 Eylül 2009, s.12.
[8] Ruşen Çakır, “12 Eylül’ün Hesabını Vermeden 12 Eylül’den Hesap Sorulabilir mi?”, Vatan, 30 Temmuz 2010, s.17.
[9] Gülen’in 12 Eylül 1980 darbesini nasıl olumladığı hakkında daha fazla bilgi edinmek isteyenler şu linkten yararlanabilir: http://tr.fgulen.com/content/view/3178/157/
[10] Ruşen Çakır, “Hani 12 Eylül Darbesi Hayırlara Vesile Olmuştu?”, Vatan, 14 Ağustos 2010, s.17.
[11] Yıl:2, No:21, Ekim 1980.
[12] Yıl:2, No:22, Kasım 1980.
[13] Ruşen Çakır, “30 Yıl Önce de ‘Evet’ Demişlerdi”, Vatan, 9 Ağustos 2010, s.17.
[14] Öztin Akgüç, “12 Eylül’ün Bir Sonucu: AKP İktidarı”, Cumhuriyet, 1 Ağustos 2010, s.13.
[15] Mustafa Sönmez, “AKP, 12 Eylül’ün Ruh İkizidir”, Cumhuriyet, 2 Ağustos 2010, s.12.
[16] Nazlı Ilıcak, Tercüman, 16 Ocak 1981.
[17] Çetin Altan, Milliyet, 14 Mart 1981.
[18] Çetin Altan, Milliyet, 10 Kasım 1981.
[19] Ali Bayramoğlu, Yeni Şafak, 24 Temmuz 2010.
[20] Ali Bayramoğlu, Sızıntı Dergisi, Eylül 1982.
[21] Hasan Cemal, Cumhuriyet, 27 Eylül 1988.
[22] Halil Cibran, Ermiş, Çev: Ayşe Berktay, Alkım Yay., 2006, s.88.