Home , Köşe Yazıları , Topyekün propaganda

Topyekün propaganda

MURAT ÇAKIR | 30 – 07 – 2011 | Ya da; asıl mesele Demokratik Özerkliği meşruiyetsiz kılmak

Savaşın sürdüğü bir coğrafyada ölümlerin olmaması olanaklı mıdır? Hem savaş sürer, hem ölümler devam eder, toplumsal parçalanmışlık derinleşir, yaşamın her alanı güvenlik politikasınca belirlenir, hem de »demokrasi«, »demokratik çözüm« olabilir mi? Savaşı sonlandırmayan bir ülke normalleşebilir mi? Peki, her ne kadar seçmenin yüzde 95’inin temsil edildiği doğru olsa da, antidemokratik yasalara ve bir cunta anayasasına göre seçilmiş olan, daha ilk gününde derin bir meşruiyet krizi ile işe başlayan ve böylesine bir meclisin, genel kurulunun eksik oturumunda seçilen bir hükümet, sahiden »demokratik« midir?

Eğer tuzunuz kuruysa, ülkenin imtiyazlı bölgelerinden birinde oturuyorsanız ve toplumsal parçalanmışlığı, tek devlet sınırı içerisinde birbirlerinden politik, toplumsal, ekonomik ve kültürel açıdan tamamiyle farklı iki ülke olduğu gerçeğini kaale almıyorsanız, bu soruların hepsine »evet« yanıtını verebilirsiniz. Ama eşitlik, hakkaniyet, barış, gerçek bir demokrasi ve onurlu bir yaşam gibi kaygılarınız varsa, o zaman yaşadığınız ülkedeki gelişmeleri salt ülke değil, küresel ilişkiler bağlamında da sorgularsınız. İnsana dair ne varsa, şüpheyle bakarsınız. Çünkü şüphe yaratıcıdır, soru sorma ve yanıtlar aramaya teşvik eder.

Ancak soracağınız soruları ve bulacağınız yanıtları belirleyecek olanın kendi varoluşunuz olduğunu unutmamalısınız. Çünkü bilinci belirleyen varoluştur, tersi değil. Bu nedenle ilk önce kendi duruşunuzu sorgulamalı, düşüncelerinizi ve vardığınız sonuçları hep farklı bakış açılarıyla yeniden değerlendirmelisiniz. Belki kolaycılığa kaçmak olacak, ama herhangi bir düşünceyi veya herhangi bir gelişmenin değerlendirmesini önce »kime yarıyor« ve »acaba benden zayıf olanı nasıl etkileyecek« sorularıyla ele almanız, hakkaniyetli bir karar vermenize yardımcı olacaktır. Bu yüzdendir ki hep »en zayıfın perspektifinden bakmayı« bir ilke olarak en başa koymanın doğru olduğuna inanırım.

Efsaneler ve fildişi kuleleri

Silvan Çatışması’nı tartışma biçimi, özellikle Fırat’ın batısındaki kesimlerin, egemenlerin efsanelerinden ne denli etkilendiklerini ve gazete sayfalarındaki liberal söylemin – belki de farkında olmadan – oluşturulan yeni hegemonyayı nasıl hergün yeniden üretip, güçlendirdiğini göstermekte. Sanki bu ülkede savaş, hem de kirli bir savaş yokmuş gibi, ilk kez bir çatışma yaşanıyorcasına »ahlakî« çağrılar yapılmakta, »derin PKK« benzeri propagandatif tezlerle, Kürt siyasî hareketinin »kendisini dizginlemesi« talep edilmektedir.

Aslında Türkiye egemenlerinin hakkını teslim etmek gerekiyor: toplum üzerindeki etkinliklerini ve hegemonilerini çok sağlam temellere oturtmuşlar. Efsaneleri öylesine etkileyici ki, eleştirel zihinler bile güncel gelişmeler üzerine olan değerlendirmelerini bu efsaneler üzerinden kurguluyorlar. Sanki ülke bu dünyada değilmiş, ekonomik ilişkiler ötesinde hiçbir küresel bağlantı yokmuş gibi Batı-Türkiye merkezli gözlüklerle dünyayı açıklamaya çalışıyorlar. Böyle olunca kavramlar anlamını yitiriyor, politik kararlar ve reel gelişmeler arasındaki bağlantılar kopuyor, toplumsal dinamikler ahlakî ve duygusal yaklaşımlarla açıklanmaya çalışılıyor.

Gazeteci Ahmet Altan, liberalleri, solliberalleri ve kimi demokrat kesimi esir alan paradigmayı göstermek açısından iyi bir örnek, çünkü yazılarının ana mantığı bu paradigma üzerine kurulu. Altan örneğin 17 Temmuz 2011 tarihli Taraf gazetesinde şöyle yazmakta:

»The Economist bir araştırma yapmış, yeryüzünde nüfusu yetmiş milyonu, adam başına milli geliri onbin doları geçen ülkelerin bir listesini yapmış.

Dünyada bu tanıma uygun altı ülke varmış. Amerika, Almanya, Japonya, Rusya, Brezilya ve Türkiye. Bu altı devden biri, içinde birbirimizi öldürerek yaşadığımız Türkiye.

Zaten ekonomik rakamlara baktığımızda durum muhteşem.

Nüfusu yetmiş milyonu, milli geliri onbin doları geçen altı devden biriyiz, geçtiğimiz dönem dünyanın en hızlı büyüyen ülkesiyiz, Avrupa’da ülkeler ardı ardına çöküntüler yaşarken sapasağlam durabilen nadir ülkeler arasındayız, bütçemiz fazla veriyor, işsizlik istikrarlı bir biçimde azalıyor.

Bir cari açık sorunumuz var. Onu da halletmek için yollar arıyorlar.«(a.b.ç.)

Altan’dan yaptığım bu alıntı, kısa ve öz olarak anılan kesimlerin paradigmasını olduğu gibi yansıtıyor. Aslında Ahmet Altan’ın yazdıklarının tutar doğru dürüst bir yanı yok. Burjuva ekonomistleri bile verileri okurken, gelişmenin sosyal yönüne öyle ya da böyle bakarlar. Bir kere bir ülkenin refah ülkesi olup olmadığının en önemli kıstası, kişi başına düşen millî gelirin yüksekliği değil, bu gelirin nasıl dağıldığıdır. Yani orta sınıfların üst kesiminden veya sermaye plazalarından baktığınızda devasa bir yükselme olarak görülen onbin Dolar, yoksul ve emekçi halk kitlelerinin perspektifinden bakınca, sömürünün büyüklüğü haricinde başka bir anlam ifade etmez. Diğer yandan hiçbir sorgulama yapılmaksızın alıntılanan ve oluşturulan düşünceye temel olan bütçe veya işsizlik verileri de hayli izafîdir. Çalışan nüfusun yarıdan fazlasının enformel sektörde ve sosyal sigorta güvencesi olmaksızın istihdam edildiği bir ülkede »işsizliğin istikrarlı bir biçimde azaltılmasından« bahsetmek, ekonomiden bihaber değilse yazar, açıkça bilinçli bir demagojidir. Carî açığın, uluslararası malî piyasalardan gelmiş olan spekülatif sermayenin ufak bir kriz anında ülkeyi terk etmesiyle ne hâle geleceğinden bahsetmiyorum bile. Bu işin bir yanı.

Diğer yandan »devletin« ne olduğunu bildiklerini varsaymamız gereken Ahmet Altan ve onun gibi düşünenler, ki bu listeye Halil Berktay v.b. bir sürü isim katılabilir, »ekonomimiz muhteşem«, »altı devden biriyiz«, »bütçemiz fazla veriyor« gibi sözlerle, kendilerini ne denli ulus devletle ve egemenlerle özdeşleştirdiklerini göstermektedirler. »Biz«leşme, sanki Türkiye’de sınıflar ve katmanlar yokmuş, herkes eşitmiş gibi, »sınıfsız, imtiyazsız toplum« efsanesinin devamıdır ve her zaman ulusalcı, dolayısıyla savaş kışkırtıcısı şöven »birlik ve bütünlük« propagandasını üretir. Bununla birlikte »bir cari açık sorunu var, onu da halletmek için yollar arıyorlar« cümlesinde olduğu gibi, »büyüklerimiz« veya »devletimiz her işi çözer, yeter ki güvenin« türünden devlet merkezli paternalist yaklaşımın dışa vurumudur. Devlet, »biz«leştirilince, devletin ve yönetenlerin politikaları ve aldıkları kararlar »bizim kararlarımız« olur, devlet »biz« yerine geçer. Öyle olunca, aslolan »devlet« ve »devlet için yapılan her şey mübah«, demokratik kontrol, halkın kararlara katılımı, sosyal ve demokratik hukuk devleti anlayışı yerine de »tek devlet, tek bayrak, tek millet« geçerli olur. Bu nedenledir ki, egemenler arası çelişkiler silah zoruyla, yani ülkeler arası savaşlarla çözülme (!) yoluna gidildiğinde, »vatanımız ve milletimiz« için can verenler biz oluruz.

Tarih sayfalarındaki, muharebe meydanlarının çiçekler ve çoşkulu marşlar eşliğinde »vatanımız« için savaşa yollanan yoksul ve emekçi çocuklarının cesetleri ile dolu olduğunu gösteren onca örneği bilmelerine rağmen, zekâlarından şüphe duymadığımız Türkiye entelejensiyasının önde gelen isimlerinin »72 milyon nüfus yek vücut« misâli devleti böylesine »biz«leştirmesi, son derece vahim bir durumdur ve entelejensiyamızın düşünce sefaletini göstermektedir.

Ah, şu PKK bir olmasa…

Yeni hegemonun »nomenklaturası« hâline gelmiş olan bu entelejensiyanın paradigmasını belirleyen bir diğer efsane, Taraf yazarı Maskar Esayan’ın bir yorumuna atığı başlıktaki gibi, »PKK’nın Öcalan’ı bitirme planı«dır. Bu, genellikle Yıldıray Oğur ve Emre Uslu gibi bazı gazetecilerin de yazılarında sürekli işledikleri »derin PKK« ve »PKK kendisini ancak savaşla var edebilir« mitleri üzerine kuruludur. Kaynağı genellikle TSK’nin psikolojik savaş birimleri olduğu şüphe götürmez haberleri sorgulamadan olduğu gibi alıp, ama PKK tarafından yapılan açıklamaların bütünsel bağlantısından koparılmış bölümlerini yorumlayarak verip kurguladıkları resimleri gerçekmiş gibi göstermekte, sürekli tekrarlayarak ve yeni efsaneler katarak Kürt siyasî hareketini bölme amaçlı bir saldırılar zinciri hâline getirmektedirler.

Bütün bunların üzerine ise »vesayet geriletilmiş, asker kışlasına geri sokulmuştur« efsanesi yerleştirilmektedir. Böylece Kürt siyasî hareketine »bak, şu kadar zenginleştik, ordu siyasete müdahale edemiyor artık, AKP hükümeti yeni anayasa yapacak, sen de silahını bırak, teslim ol, sana izin verilenle yetin, gel meclise siyaset yap, sorun çözülsün« denilerek, devlete eklemlenmesi istenilmektedir. Maskar Esayan’ın yazdığı gibi, »Türk tarafı koskoca bir orduyu, onun yargı, bürokrasi, medya ve iş dünyasındaki uzantılarını inine sokarken, Kürtlerin beş bin kişilik bir silahlı gücü terbiye etmeye yanaşmamaları düşünülemez« denilerek, sürekli olarak Kürtlerin »PKK içindeki savaş konseyini tasfiye etmeleri« telkin edilmektedir. Bu da PKK’nin dağdan inmesinin, Kürt Sorunu’nu çözecek yegâne yol olduğu kurgusunun bir sonucudur.

Ahmet Altan’dan, Maskar Esayan’a ve Halil Berktay’a kadar Taraf gazetesinde yazı yazanların büyük bir kesiminin yazılarını okuduğumuzda, bu yaklaşımların ortak ana mantık olarak karşımıza çıktığını görürüz. Bu nedenle de Taraf gazetesinin yeni devlet partisi AKP’nin hegemonyasını güçlendirme ve kamuoyunu manipule etme gibi bir misyonu olduğunu iddia etmek, sol bakış açısından pek yanlış olmayacaktır.

Askerî-bürokratik vesayet rejiminin geriletilip geriletilmediği konusunda bugüne kadar hayli yazılıp çizildi (Bkz. http://kozmopolit-blog.blogspot.com/2011/07/dagdan-inmek-mi-dagn-inmesi-mi.html) ve bence bu iddia yeterince çürütüldü. Yeni devlet partisi AKP ile üniformalı kapitalistlerin birlikte oluşturdukları yeni hegemonyanın, her ne kadar liberallere ve solliberallere »demokratikleşiyoruz« heyecanını verse de, bir efsane olduğunu görmek için en zayıfın perspektifinden fırlatılacak tek bir bakış yeterli olacaktır.

Nomenklaturanın fildişi kulelerinden yaptığı önermeler sorun çözücü, barış getirici değil. Tasfiye sonucu oluşacak olan bir »barış«, ancak »egemenlerin barışı« olacaktır, ki bu yoksul ve emekçi halk kitlelerine savaş anlamına gelmektedir. Geniş bir tabana dayanan halk hareketine dönüşmüş olan Kürt siyasî hareketini ve en önemli taşıyıcısı olan PKK’nin tasfiye edilmesini beklemek, hatta bunu Kürtlerin kendilerinin yapmaları gerektiğini savunmak, niyetten bağımsız, Kürt Sorunu’nu yeni bir jenosid ile çözmeye bel bağlamaktır. Çünkü PKK’nin, Kürt halkı fiîlen yok edilmeden tasfiye edilmesi artık olanaklı değildir. Halkla bütünleşmiş bir hareketi topyekün propaganda saldırıları ve amacı belli demagojiler ile bölmeye çalışmak ise, açıkcası saflıktır.

Bu açıdan Taraf gazetesi ve bu gazeteye yakın düşünen cenahtan Kürtlere gönderilen »çiçeklerin« fazlasıyla zehirli olduklarını görmek lazım. Bazı toplumsal gerçeklere vurgu yapmak, bazı doğruları tekrarlamak ve demokrasi-insan hakları-özgürlükler bağlamında ahlâkî telkinlerde bulunmak, bilinmelidir ki misyonun üstünü örtmeye yeterli değildir. Elbette hegemonun yanında yer almak, egemenlerin tarafını tutmak bir tercihtir. Bunu »Kürtler ve diğer ezilenler için yapıyoruz« demek ise ahlâksızlık. Ve her tercihin bir bedeli vardır. Tercihini egemenden yana yapanların ödeyecekleri bedel, tarihe yaptıkları ile yazılmaktır. Halklar kendi tarihlerini yazdıklarında, yazılı olanları kendince değerlendireceklerdir. İşte asıl o zaman taraf olmayan, gerçekten bertaraf olacaktır.

* * *

Silvan Çatışması üzerine yürütülen tartışmalar, sadece böylesi olaylardan sonra gösterilen olağan tepkilerle sınırlı kalmadı ve muhtemelen kalmayacak da. Çünkü aynı gün Diyarbakır’da Demokratik Özerklik ilân edilmiş ve PKK’ye muhalif bazı Kürt aydınları da yaygın basında yer alan dezenformatif »böylesi bir günde başka işiniz yok mu« korosuna katılmışlardı. Bugün devam eden tartışmalar, asıl meselenin de Silvan değil, Demokratik Özerklik olduğunu göstermektedir.

DTK’nin uzun zamandan beri tartıştığı, Abdullah Öcalan’ın savunma yazılarında ve görüşme notlarında teorik çerçevesini verdiği Demokratik Konfederalizm ve Demokratik Özerklik projesi bu çevreler tarafından Silvan öncesinde de eleştirilmekteydi. Silvan sadece eleştirilerin dozunun artırılmasına vesile oldu. Demokratik Özerklik projesine gelen eleştiriler, eleştiri yapanların bu projeyi »anlamadıklarını« düşündürebilir. Kanımca mesele projeyi »anlamamak« değil. Asıl mesele devlet merkezli bir anlayışla, devlete rağmen devlet ve iktidarın ötesinde olması planlanan bir deneyimi değerlendirmeye çalışmaktır. Konuyu, kendilerini demokratikleşme mücadelesinde Kürt siyasî hareketinin doğal müttefikleri olmaları gerektiğini düşündüğüm Orhan Miroğlu ve Tarık Ziya Ekinci örnekleriyle açmaya çalışalım.

Miroğlu, 18 Temmuz 2011 tarihli Taraf gazetesinde »Yol ayrımı« başlığı ile kaleme aldığı yazısında, Silvan Çatışmasının »yeni bir milat« olduğunu iddia ediyor ve şöyle yazıyor: »Silvan eylemi, yeni bir stratejinin hayata geçirilmesinden başka bir şey değil. Eylemin gerçekleştiği gün Diyarbakır’da ilan edilen demokratik özerklik, yeni stratejinin üzerinde yürüyeceği paradigmayı da gösteriyor. (…) Devletle savaşın demokratik özerkliğin ilan edildiği toprakları korumaya yetmeyeceğini ve böyle bir şeyin yüzyıl savaşılsa bile sonuç vermeyeceğini PKK çok iyi biliyor«.

Miroğlu, bu düşüncelerini gerekçelendirirken, PKK’nin »Silvan eylemi« (ki burada sorgusuz sualsiz psikolojik savaş birimlerinin terimlerini kullanmaktan çekinmiyor) ile Türkiye’deki siyasî iklimi »tersine döndürmeye« çalıştığını, hatta Demokratik Özerklik ilânının »Türkiye’nin batısında yaşayan Kürt nüfusla Türk halkını karşı karşıya getirmek, böylece, tersine göçü zorlamak« amacını taşıdığını ileri sürebiliyor. PKK’nin Demokratik Özerklik ile »yeni bir savaşı göze aldığını« ve Türkiye’yi »yeni bir savaşa ikna etmeye çalıştığını« vurguluyor.

Miroğlu, niyet okuyor. O da, Ahmet Altan ve diğer liberaller gibi AKP’nin ülkeyi »demokratikleştirebileceğine« ve egemenlerin efsanelerine yürekten inanmış gözüküyor. Kişisel kırgınlığını kine dönüştürerek, PKK’nin »baştan aşağı sahte ‚Kürt muhipleri’« olarak gerçek niyetinin »Kürtlerin meşru mücadelelerini Ergenekon’un ve yeni ittihatçıların yedeğine almak« olduğunu ima ediyor.

Miroğlu gibi bir insanın böylesine kindar bir noktaya gelmesi, serin kanlı tartışılması gereken ciddî bir konuyu bu denli yüzeysel ve derin bir duygusallıkla ele alması hayli düşündürücü. İşte, efsaneler öylesine etkileyici ki, bir de kişisel kin duygularıyla birleşince, ortaya böylesine değerlendirmeler çıkabiliyor.

Yazık. Aslında Miroğlu’nun içinde bulunduğu psikoloji araştırmaya değer, ama konumuz bu değil. Onun yerine Tarık Ziya Ekinci’nin Demokratik Özerklik konusunda söylediklerine bakmak biraz daha açıklayıcı olacaktır. Çünkü Ekinci’nin yaklaşımları, Miroğlu ve benzer düşünen Kürtlerin genel yaklaşımları ile birebir örtüşüyor.

Liberal Kürt aydınının klişeleri

Tarık Ziya Ekinci 18 Temmuz 2011 tarihli Radikal gazetesine verdiği bir mülakatta, Demokratik Özerklik ilânının »hiç bir anlamı olmadığını belirtiyor« ve şöyle devam ediyor: »İlan etse ne olacak? Ben de demokratik özerkliğimi hadi ilan ettim, beni nereye götürür bu? Önemli olan yasalarla, hukuk çerçevesinde, devlet ve hükümetle anlaşarak belli formüller üretmektir. Şimdi kendi aralarında bir de meclis kuracaklar. Hiç kimsenin tanımadığı ve itibar etmediği bir meclis olur. Zaten şu anda benzeri DTK var. DTK’dan bazıları yeni kurulacak meclise aktarılacak ve yine orada bir karar alacaklar. O kararlar da parti tarafından uygulanacak. Bunun dışında iktidarı, devleti, toplumu, Türkiye’yi ilgilendiren bir şey yok.«(a.b.ç.)

Ekinci asıl favorize ettiği çözüm yolunun eyaletler sistemi olduğunu söylüyor ve diğer yandan da hem BDP, DTK, KCK, PKK ve Öcalan ile Kürt siyasî hareketinin »5 başlı« oluşunu (!), hem de »sözde çok bilimsel ve Marksist Leninist kişilerin« örgütlenmesini eleştiriyor, »şimdi BDP diye meşru bir siyasi parti varken KCK’nin ne anlamı var?« diye soruyor.

Ekinci mülakatı, devlet-iktidar-meclis/siyasî parti biçimindeki demokrasi klişelerine takılı kalmış olan ve toplumsal sorunların sadece devlet ve yönetenlerce »çözülebileceğine« inanan liberal Kürt aydınlarının, Kürt burjuvazisinin ve Kürt orta sınıflarının düşünce dünyalarına tercüman oluyor. Eleştirilerde belirleyici olan sınıfsal bakış. Demokratik Özerkliğe karşı çıkışın temelinde yatan asıl neden budur ve bu noktada Ekinci ve Miroğlu gibi Kürtler, eleştirdikleri devlet ile beraber aynı pozisyonda duruyorlar.

Ama önce başa dönelim: Silvan Çatışması ile Demokratik Özerklik ilânı arasında organik bir bağ kurmak, 20 Temmuz 2011 tarihli Taraf gazetesinde Emre Uslu’nun yaptığı gibi, »demokratik özerklik şiddeti körüklemek için ilan edilmiştir« efsanesini yaratmak, hegemonyanın kamuoyu manipülasyonuna aracı olmaktır. Yanlış ne kadar tekrarlanırsa tekrarlansın, doğruluk kazanmaz. Bu açıdan Miroğlu’nun, kendi kendisini gaza getiren duygusallığını gözden geçirmesi, gelişmeleri doğru değerlendirebilmesine şüphesiz yardımcı olacaktır. Belki o zaman Demokratik Özerklik sayesinde, örneğin kurulacak bir Hakikatleri Araştırma Komisyonu sayesinde PKK’ye yönelik eleştirilerini inceletme, hakkını arama yolunu bulabileceğini görebilecektir.

Klişelere bağlı kalan düşünce, alternatif yaşam kurgularını, »demokrasinin« kendisini her gün sorgulayan ve yeniden yaratan bir demokratikleşme süreci olduğunu, sosyal ve politik haklar ile bireysel ve kolektif hakların ancak bir bütün olduklarında gerçekleşebileceğini görme yetisini köreltiyor. Devlet kutsallaştırılıyor. Devlet kutsallaşınca, toplumun devleti ve iktisatı, yapılanmalarını ve aktörlerini demokratik kontrole tabi tutması »olanaksız« oluyor. Bazı yasalar değişir, anayasal vatandaşlık tanımı getirilirse, yapısal tüm sorunlar aşılır zannediliyor. Ve asıl söz konusu olanın, yani insanı sınırlayan devletin tümüyle aşılması gerektiği görülemiyor.

Halbuki devletin ve partisi AKP’nin Demokratik Özerkliğe karşı çıkışının en temel nedeni, Demokratik Özerkliğin devlete rağmen iktidarsız-devletsiz çözümü öngörmesidir. Devlet, doğası gereği kendisini sınırlandıranı alt etmek ister, gücü yettiği sürece de alt eder. Ama bugün olanaksız, hayal, ütopi görünen her şey, örneğin Demokratik Özerklik tüm esaslarıyla uygulanmaya başladığında ve halk kitleleri buna sahip çıktığında, legalize olur, halk kitlelerinde kazandığı meşruiyeti yasal düzenlemelere dönüşür.

Devletin ve hükümetin Demokratik Özerkliğe karşı çıkışının ikinci önemli nedeni, Demokratik Özerkliğin ancak demokratik ulus ilkesi temelinde gerçekleştirilebileceğidir. Demokratik ulus, gerici ulusçuluk karşıtı bir konsepttir ve bir bütün olduğu ekolojik toplum ve sosyal piyasa anlayışı ile birlikte, kapitalizm karşıtı bir modeldir. Bu biçimiyle »tek dil, tek bayrak, tek millet« anlayışına dayanan hegemonyanın mezar kazıcısıdır. Ekinci ve Miroğlu gibi liberal Kürtler de kendilerini hâlen modern çağın vebası olan gerici ulus anlayışından kurtaramadıklarından Demokratik Özerkliğe karşı çıkmakta, küçümsemektedirler.

Sorun demokrat olunamamasında…

Elbette Ekinci’nin dediği gibi sorunların çözümünde »devlet ve hükümetle anlaşarak belli formüller« üretilecektir. Ancak bu formüllerin devlet ve hükümet tarafından »verilmesi«, devlet ve hükümet karşısında örgütlü toplumsal güç olduğu takdirde olanaklıdır. Devlet yönetiminin iyi niyetinden medet ummak, egemenlerin belirlediği devlet aklının, egemenlerin aleyhine değişeceğini umut etmekle eşanlamlıdır.

Demokratik Özerkliğe karşı çıkışın üçüncü temel nedeni, demokrat olunamamasıyla ilgilidir. Devletçi-iktidarcı burjuva demokrasilerinin salt yeni bir anayasa ve evrensel hukuk normlarına uygul yasal değişimlerle »demokratikleştirilebileceğini« savunmak, demokrat olunabilmesi için yeterli değildir. Bunu Tarık Ziya Ekinci’nin favorize ettiği eyaletler sistemini yaşatan Almanya örneğinde bir ele alalım.

Almanya’nın II. Dünya Savaşı sonrasında ve Holocaust deneyimi üzerinden batı demokrasileri arasında en ilericilerinden sayılabilecek bir anayasası (Bonn Temel Yasası, 1949) var. 16 eyalet üzerine kurulu federal bir cumhuriyet. Sosyal ve demokratik hukuk devleti anlayışını anayasal yükümlülük olarak köklendirmiş. Yerel yönetimleri olabildiğince özerk ve yurttaşların doğrudan katılımına açık. Yurttaşların salt seçimlerle değil, aynı zamanda halk oylamaları, kişisel başvurular ve Anayasa Mahkemesi süreci ile politik kararlrı belirleme hakları var. Tipik, hatta ideal sayılabilecek bir burjuva demokrasisi diyebiliriz.

Ancak Almanya demokrasisi yeterince demokratik değil. Bir kere en başta nüfusunun yüzde onunu oluşturan göçmenlere en temel insan hakkı olan politik katılım hakkını vermiyor, çünkü gerici ulus anlayışı üzerine kurulu. Diğer yandan kendi vatandaşlarının temel hak ve özgürlüklerini, »bütçe konsolidasyonu«, »sosyal devletin yeniden yapılandırılması« v.b. gerekçelerle kısıtlıyor, »uluslararası terörle mücadele« gerekçesiyle demokratik hakları tırpalıyor; ayrıca anayasasına aykırı davranarak ordusunu yurtdışına müdahale savaşlarına gönderiyor. Örnekler çoğaltılabilir, ama kısa tutalım. En önemlisi hükümet politikalarını herhangi bir demokratik meşruiyeti olmayan komisyonlarda tekel lobilerinin yönlendirmesiyle gerçekleştiriyor. Sermaye temsilcilerinin bakanlıklarda müsteşar sıfatıyla hazırladıkları yasa tasarıları Federal Parlamento’da çoğunluğa onaylatılıp, »demokratik« kurallar yerine getirilmiş gibi yapılıyor. Bu nedenle sol muhalefet, sendikalar ve sosyal hareketler başta olmak üzere toplumsal muhalefet, gerçek anlamda demokrasinin oluşturulabilmesi için iktisatın demokratik kontrol altına alınmasını ve enerji ve su tedariki gibi toplumun yaşamsal gereksinimlerin karşılayan kuruluşlar ile kilit sanayilerin toplumsallaştırılmasını talep ediyorlar.

Şimdi, Ekinci gibi böylesi bir burjuva demokrasisini savunmak, eyaletler sistemini favorize etmek, demokrat olunabilmesi için yeterli midir? Veya şöyle soralım, Almanya gibi bir federal cumhuriyet tek başına Türkiye’ye gerçek demokrasiyi getirebilecek midir? Demek ki demokrat olunabilmesi için ilk önce gerici ulus anlayışını reddetmek gerekiyor. Bu da ancak demokratik ulus anlayışını temel alan bir Demokratik Cumhuriyet ile olanaklı olacaktır. Adı isterse Federal Kürdistan Cumhuriyeti olsun, gerici ulus anlayışına bağlı kaldığı sürece bu devlet de demokratik olamayacaktır.

Devam edelim. Ekinci, meşru bir partinin, bu durumda BDP’nin kurulu olmasını yeterli görmektedir. Demokrasinin yegâne siyaset aracı olarak bir partiyi görmek, demokratik bir anlayış değildir. Bir kere siyasî partiler amaç değil, araçtırlar. Aynı zamanda yürürlükte olan kısıtlayıcı (hatta Türkiye örneğinde antidemokratik) yasalara göre kurulduklarından, iktidarı ve gücü yeniden üretirler. Halbuki demokrat olmak en başta yaşamın her alanında iktidarı ve hiyerarşileri törpülemeye, gücün yetiyorsa yok etmeye çalışmayı ve her kişinin etnik veya dinsel kökenine, sosyal statüsüne, cinsine veya cinsel tercihine bakılmaksızın bütün politik karar mekanizmalarına eşit haklı katılımını ve oluşturulan zenginliklerden eşit pay almasını savunmayı gerekli kılar.

Bu nedenle Demokratik Özerklik modeli, iktidarsız-devletsiz bir çözümü öncellerken, aynı zamanda siyaseti küçük bir azınlığın egemenlik aracı olmaktan çıkartıp, toplumun en küçük biriminden en yukarıya doğru komünler ve meclisler üzerinden yönetime katılmasını ve doğrudan demokrasiyi öngörmektedir. Böylesine bir model liberal Kürt aydınlarının düşünce dünyasında yer almadığından, Ekinci Kürt siyasî hareketinin kurumsal çoğulculuğunu reddetmekte ve klasik siyasî parti anlayışı ile iktidar ilişkileri içerisinde yer alınabileceğini savunmaktadır.

Ekinci mülakatından Çatı Partisi tartışmaları da payını alıyor, ama o konuyu üçüncü bölüme saklayalım.

Toparlayacak olursak; en zayıfın perspektifinden bakışla, yani ezilen, yoksul ve emekçi halk kitlelerinin durduğu yerden bakınca, Demokratik Özerklik modelinin salt Kürt Sorunu’nun adil, barışçıl ve demokratik çözümü için değil, Türkiye’nin bütünü ve bölgedeki komşu ülke halklarının geleceğini şekillendirmesi için de önemli bir çıkış yolu olarak gözükmektedir. Liberal Kürtler, Demokratik Özerkliği küçümsemek yerine, insanların herhangi bir ayırıma uğramadan, ülke ve toplumun yönetimine nasıl eşit haklı birer birey olarak katılabilecekleri konusunda kafa yormaları gerekir. Burada bir tüyo verelim: kıstas, örneğin Gever’de yaşayan bir köylü kadın ile örneğin bir Garip Ensarioğlu’nun politik, ekonomik, sosyal ve kültürel yaşama ve politik karar mekanizmalarına eşit katılımının ve eşit haklı pay alabilmelerinin sağlanmasıdır. Hatta örnek, cinsel tercihi nedeniyle ülkesinden kaçarak Türkiye’ye sığınmış bir transgender mülteci ile, hadi diyelim bir Mustafa Koç olabilirse çok daha makbule geçer.

Demokratik Özerklik bu eşitliği sağlamak için bir temel olabilir. Ama liberal Kürtlerin önermeleri, en fazla statükonun görünüşünün değişmesini sağlayabilir, fazlasını değil!

* * *

Türkiye’de kurulu olan partilerin karar alma biçimlerine, yönetim şekillerine, aday belirleme prosedürlerine, politika oluşturma süreçlerine, kısacası tüzükleri ve yapılanmalarına baktığımızda, bu partilerin demokratik örgütler olmadıklarını görürüz. Başka türlü olması zaten mümkün değil, çünkü en başta Siyasî Partiler Yasası demokratik değil. Demokratik olarak tanımlanabilecek partilerdeki işleyişler, Türkiye’de tam tersine, aşağıdan yukarıya direktif yoluyla işlemektedir.

BDP’nin burada kısmen bir istisna oluşturduğunu iddia etmek olanaklıdır. Çünkü partinin, yürürlükteki yasalara rağmen her kademesinde gerçekleştirilen eşbaşkanlık sistemi ve uygulanan kadın kotası ile partinin halk meclislerinin, DTK’nin aldığı kararlara sadık kalması, bu iddiayı güçlendiriyor. Ancak bu noktada belirleyici olan BDP değil, bir bütün olarak Kürt siyasî hareketinin demokratik oluşum iradesi ve özellikle BDP’yi destekleyen halk kitlelerinin politizasyonudur.

Buna rağmen demokratik olma konusunda BDP’yi eleştiriden muaf tutmak yanlış olur. BDP yöneticilerinin – en azından bir kısmının – klasik parti anlayışına takılı kalması demokratik işleyişi zorlaştırmaktadır. Bu açıdan Diyarbakır’da defalarca işittiğim »halk BDP’den ileri« tespitine kulak vermek, antidemokratik yasaların dayatmalarına rağmen parti içi demokrasiyi gerçekleştirmek niçin BDP yönetimine yardımcı olacaktır kanısındayım.

Yahu, bunun Demokratik Özerklik ile ne âlâkası var derseniz, çok âlâkalıdır derim. Bir kere Demokratik Özerkliğin içini dolduracak, halkın yönetime katılımını ve doğrudan demokrasinin gerçekleşmesini sağlayacak olan araçlar, partiler de dahil çeşitli kurumlardır. Ve tek tek, komünden, ülke meclisine ve siyaset aracı olarak partiye kadar bütün kurumlar kendi içerisinde en geniş demokrasiyi sağlamadıkları müddetçe, Demokratik Özerklik laftan ibaret kalacaktır.

Çatı Partisi

Kürt siyasî hareketinin demokratik kurumları oluşturma girişimlerinin yaygın medyada karikatürize edilmesi, Türkiye kamuoyunu manipüle etme çabalarından birisidir. Bu çerçevede kâh »BDP siyaset yapmıyor«, »talimatla hareket ediyorlar«, kâh da »Öcalan’ı dinleyip meclise girseler ya« türünden veya Blok milletvekileri arasındaki görüş farklılıklarını »çatlak var« yorumuyla manşete çıkartılan demagojik söylemlerle BDP’nin ve desteklediği bağımsız milletvekillerinin siyasî rüştleri sürekli sorgulanmaya, meşruiyetleri zayıflatılmaya çalışılmaktadır.

Bu manipülasyon çabaları hem Kürt siyasî hareketi içerisinde ayrışmalar yaratarak hareketi zayıflatmaya, hem Kürt siyasî hareketi ile birlikte hareket edenleri irrite etmeye, hem de Kürt siyasetçilerini »terbiye« etmeyi hedeflemektedir. Egemen söylemin bu çabasının, vesayet rejiminin mağdurlarının emek, barış, demokrasi ve özgürlükler temelinde birleşerek, iktidar alternatifi yaratacak bir örgütlü gücü engellemeye yönelik olduğu son derece açıktır.

Emek, Demokrasi ve Özgürlük Blok’unun genel seçimlerde elde ettiği »yenilgideki zaferi« (Demir Küçükaydın), yeniden Çatı Partisi tartışmalarını alevlendirdi. Tartışmaların alevlenmesi de doğal olarak kamuoyunu manipüle etme çabalarını bu tartışmaya yöneltti. Görüldüğü kadarıyla liberal Kürt aydınları da Çatı Partisi projesinden pek hoşnut değiller.

Bu konuda en açık konuşan gene Tarık Ziya Ekinci. Gerçi Ekinci’nin 18 Temmuz 2011 tarihli Radikal gazetesinde yayınlanan mülakatında, PKK ve BDP’yi »küçük burjuva hareketleri« ve radikal solcuları »kemalist zevat« olarak yaftalamasına – ucu bana da dokunduğundan – yanıt vermek çekici geliyor, ama bu konuda sarf edilecek her söz bu saçmalığı ciddiye almak olurdu. Ekinci’nin kullandığı hakaretvari sözleri, ilerlemiş yaşının getirdiği dalgınlığa verelim.

Aslına bakılırsa Ekinci’nin Çatı Partisi konusunda söyledikleri yeni şeyler değil. Çatı Partisi tartışmaları ilk başladığında, »liberallerin ve demokratların bir araya geleceği bir Türkiye partisi kurmak lazım« ana mantığını vurguladığı bir yazısında karşı çıkış gerekçelerini sıralamıştı. O yazısında da kendi kafasında oluşturduğu bir »sosyalizm« ve »solculuk« anlayışını eleştiriyor ve »bunlarla olmaz« diyordu. Yanlış hatırlamıyorsam, yazısında getirdiği eleştiriler dönemin DTP yönetimince de pek dikkate alınmamıştı. Hoş, bu konuda bugün söyledikleri de pek ciddiye alınacak türden değil, amma velakin bu karşı çıkışıyla »bakın Kürtler de özerkliği, Çatı Partisini falan istemiyor« propagandasına malzeme olduğunu ve böylece egemen söylemi güçlendirdiğini vurgulamak ve liberal Kürtlerle ilgili eleştirimizi burada noktalamak gerekiyor.

Yaklaşık üç yılı aşkın bir süredir tökezleye tökezleye devam eden Çatı Partisi, daha doğrusu Öcalan’ın deyimiyle Demokratik Blok Partisi tartışmaları bugün Demokratik Özerkliğin ilân edilmesiyle gündeme oturmuştur. Görüldüğü kadarıyla Blok bileşenleri ve milletvekilleri önümüzdeki günlerde bu konuyla ilgili bir yol haritası çıkartacaklar. Bu çerçevede Blok milletvekilleri arasında görüş farklılıklarının olması son derece doğal. Asıl önemli olan, bu farklılıklara rağmen geniş kesimleri içerisine alacak bir siyaset aracını oluşturabilmekte, ki bu sefer önümüzdeki birkaç ay içerisinde böylesi bir partinin kurulması büyük bir olasılık.

Çatı Partisi üzerine yürütülen tartışmaları burada tekrarlamak gereksiz olacaktır. Belki bu konuda Mart 2008 – Şubat 2010 tarihleri arasında yazdıklarıma atıfta bulunmak (http://www.kozmopolit.com/2007/cati_partisi_tartismalari.pdf) ilgili okur için aydınlatıcı olabilir. Ama kanımca vurgulanması gereken, Çatı veya Demokratik Blok Partisi’nin kuruluşunu engelleyecek / erteleyecek bütün gerekçelerin maddî hiçbir temelinin kalmamış olduğudur.

Sonuç yerine

DTK’nin Demokratik Özerkliği ilân etmesiyle birlikte egemenlerin topyekün propaganda faaliyeti hız kazanmış, Demokratik Özerkliği meşruiyetten yoksun bırakmak için düğmeye basılmıştır. KCK’nin 20 Temmuz 2011’de »Demokratik ulus ilkesi«, »Demokratik vatan ilkesi«, »Demokratik cumhuriyet ilkesi« ve »Demokratik anayasa ilkesi« olarak açıkladığı temel ilkeler ile bir kez daha netleşen Demokratik Özerklik, Türkiye demokrasi güçlerini tarafını belirlemeye zorlamaktadır. Artık sessiz kalınması, pozisyon alınmaması için hiçbir neden kalmamıştır. »Soyut öneri«, »ne istediklerini kendileri dahi bilmiyor« türünden gerekçelerin hiçbir temeli kalmadığı gibi, böylesi gerekçelerle pozisyon almaktan kaçınmak, egemen söyleme teslim olmakla eşanlamlıdır. Bilhassa Fırat’ın batısındaki emek örgütleri, sosyalist güçler, sosyal hareketler, kadın hareketi ve demokrasi güçleri temel ilkeleri ile birlikte Demokratik Özerklik konusunda bir pozisyon almak durumundadırlar.

Çünkü Türkiye gerçekten bir yol ayırımı ile karşı karşıyadır. Bizzat başbakan Erdoğan’ın ağzından AKP hükümeti »taleplerin karşılanması söz konusu değildir« ve »gereken cevap verilecektir« diyerek önümüzdeki kısa dönemde uygulanacak politikaların ipuçlarını vermiştir. Görüldüğü kadarıyla Türkiye karar vericileri »kontrollü bir gerilim« ile Kürt siyasî hareketini askerî şiddet yolu ile »dize getirme« politikasını sürdürmeye eğilimliler. Son günlerde çeşitli kentlerde ortaya çıkan görüntüler, savaşın doğal sonucu olarak yeni cenazelerin gelmesiyle daha başka nelerin olabileceğini göstermektedir. Türkiye toplumunda kökleşmiş ve yaygınlaşmaya devam eden Kürt düşmanlığı ve şiddet yatkınlığının taşıdığı tehlike potansiyeli, »kontrollü bir gerilimin« fazla kontrol altında tutulamayacağına ve AKP dahil, herşeyi önüne katıp götüren bir hiddet selinin oluşabileceğine işaret etmektedir. Bunu engellemek, devlet ve hükümete »şimdiye kadar olduğu gibi« davranmaması ve politikasını değiştirmesi için baskıda bulunmak, hiddet selinin ilk kurbanları arasında olacak Türkiye demokrasi güçlerinin ertelenemez görevidir. Demokratik Özerklik ilânı ellerine önemli bir enstrüman vermiştir.

Kanımca insan hakları mücadelecisi Ayhan Bilgen bu konuda söylenebilecek son sözü, bugün http://emekdunyası.net sitesinde yer alan yazısıyla söyledi. Sözü ona bırakarak, bu diziyi bitirmek, en doğrusu olacak:

»DTK tarafından ilan edilen özerkliği gereksiz, anlamsız, zamansız bulduğunu ifade eden yaklaşımlar medyada oldukça yoğun ilgi görmektedir.
Hatta açıkça federasyon ya da bağımsız devlet istediği bilinen isimlerin „özerklik ilanı“ eleştirileri bile makbul değerlendirmeler olarak manşetlere taşınmaktadır.
Elbette özerklik de eleştirilebilir ve bu anlamda yapıcı tartışmalara tabi tutulmalıdır. Ancak medyanın ilgisini çeken eleştirinin içeriğinden çok, Kürtlerin parçalı görüntü vermesidir. Bu anlamda ne istendiğinin, ne söylendiğinin pek bir önemi yoktur.
Özerklik bir statüden ibaret değildir ve dünyanın her yerinde inşa süreci çok daha sancılı geçmiştir. Toplumsal ihtiyaçların karşılanmasında öz kaynak ve imkânların harekete geçirilmesi doğrudan üretim ve beceri meselesidir. Önce inşa mı edilir yoksa ilan mı, tartışmasını şimdilik bir kenara bırakalım. Dünya örneklerine baktığınızda pekâlâ her ikisinin de olabildiğini görebileceğiniz gibi, aslında ilan ile inşanın iç içe geçen süreçler olduğunu da fark edersiniz.
Kesin olan bir şey var ki, tanınma ilandan önce gelmez. Yani özerklik talebi olmadan özerklik statüsünün onayı diye bir şey en azından ulus devlet anlayışı içinde pek mümkün değildir. „Önce devletle konuşup anlaşalım sonra ilan edelim“ yaklaşımı gerçekçilikten uzak romantik bir tutumdur.
Özerkliğin Türkiye toplumuna anlatılması ve bu anlamda ikna süreçlerinin işletilmesi ise başka bir yoğunlaşmayı gerektirir. Bu yöndeki çabaları, özerklik ilanından vazgeçilmesine ya da ertelenmesine endekslemek ise yine fedakârlığı bir taraftan istemek değilse nedir?
Ne devlet kendiliğinden bir hakkı teslim eder, ne toplumun geniş kesimleri durduk yerde bir başka kesimin taleplerini önemseyen yaklaşımlar sergiler.«