TRUMP SÜRPRİZİ YENİ BİR “DOKTRİNİ” Mİ GETİRİYOR!- Marco KARAKAYA
ABD başkanlık yarışında Donalt Trump ipi Hillary Clinton’un önünde göğüsledi. ABD emperyalist güçler arasında başat güç konumunda olması itibariyle yapılan bu seçim, çıkan bu sonuç ciddi bir tartışma konusu olmaktadır. Trump’un kazanmasını daha enteresan kılan yön ise ABD emperyalizminin ana güçlerinin (medya, sermaye, siyaset, vs.) Clinton’dan yana açık tercihte ve destekte bulunmasına rağmen bu sonucun çıkmasıdır. Öyle ki FBI’ın Clinton’un ortaya çıkan maillerini aklaması, sağcı ve cumhuriyetçi Neo-conların Trump karşıtı tutumu, Medya tekellerinin Clinton desteği ve hatta eski Cumhuriyetçi ve Demokrat başkanların açık ya da örtülü Clinton’ın yanında konumlanışları dahi Trump’un kazanmasına ya da Clinton’un kaybetmesine engel olamamıştır. Yani ne yapılıp ne edilip Clinton’a kazandırılır algısı net şekilde oluşturuldu. Clinton verili düzenin temsilcisi, Trump ise var olanı değiştirmeye aday ve aykırılığın simgesi! Amerikan kurulu sisteminin Başkanın değişmesiyle değişmeyeceği, hatta ana politik yöneliminin de kolay kolay değiştirilemeyeceği esasında doğrudur. Ne kadar iddialı söylemler, var olanı reddeden politik tutumlar ifade edilirse edilsin nihayetinde sistemin çarkları devletin gerçek sahiplerine hizmet edilecek şekilde işler ve Başkan’da olsa buna hizmet edecek şekilde konumlanır. Ki Trump’un söylemleri ve politikası, seçim kampanyası ve vaatleri de esasta var olan sistemde köklü değişimleri içermeyen muhtevadadır.
Kadın düşmanı, ırkçı, islamofobik, çevre düşmanı, saldırgan, diplomasiden uzak bir kişilik yapısı, politika yapma biçimi ve Obama dönemindeki bir dizi politikayı değiştirme vaadi vs olsa da işleyen çarkı reddeden değil onun parçası olan bir konumlanışı ve sınıfsal tutumu vardır. Özellikle Amerikan iç politikasına yönelik ırkçı, faşizan söylemleri bu kişiliğin tartışılmasına neden olmaktadır. Yine aynı şekilde dış politikada özellikle Ortadoğu’da ABD’nin oğul Bush’tan bugüne sürdürdüğü politikaya karşı eleştirel ve genel yönelim olarak “uzlaşmaya” dayalı yaklaşımı, Rusya ve Putin’e yönelik yumuşak tutumu onu tartışmalı kılan özellikleridir. Elbette birde ne yapacağı kestirilemeyen ve özellikle söylemleriyle yaratacağı sabun köpüğü krizleri çıkarma meselesi vardır.
Oğul Bush Yöntemi Mi, Obama’nın Devamı Mı?
Ancak en nihayetinde Trump dönemi için özgünleşecek bir “Trump Doktrini”de olacaktır. Dünya ölçeğinde esas meselede Trump’un seçilmesiyle birlikte ABD’nin emperyalist politikasının esas ve tali yönlerinin ne olacağı meselesidir. Zira ABD emperyalizmi için başkan değişimleri bu esas ve tali ayrımlarını oynatacak, taktik yönelimleri belirleyecek özelliklere sahiptir. Bu değişimler sistem için ciddi bir fırsat, tıkanan yönelimlere yeni bir soluk verme olanağı anlamına gelmektedir.
Trump politikasının yöntemi esasta Obama’nın başlattığı sürecin devamı olacaktır. Zira oğul Bush dünyaya meydan okuyarak bir saflaşma politikası izlemiş ve “ya bizdensiniz ya karşı taraftan” diyerek atılacak adımları tek taraflı atacağını ilan etmiştir. Ancak gelişmelerin seyri, emperyalist güçler arasındaki çelişkiler ve güç dengeleri bu doktirine çok fazla ömür sunmamıştır. Obama ise “yönetişim” (birlikte çalışma, ortaklaşma görüntüsü ve diğer güçlere söz hakkı) yöntemini seçmiştir. Şimdi Trump aynı yöntemi benimseyeceğini hem seçim öncesi hem de seçim sonrası net şekilde ifade etmektedir. “Sorunlara ortak çözüm, barışın tesisi için birlikte çalışma” gibi kodlanmış söylemler bunu ifade etmektedir. Özellikle Ortadoğu, Rusya ve Suriye meselesine dair yaklaşımında bu söylemlerin daha güçlü ve net vurgularla ortaya çıktığını görmek mümkündür. Ancak aynı Trump Rusya ile ilişkilerine “Reset” atmayacağını da ifade etmiştir. Bu ifadenin sembolik bir değeri vardır. Bu açıdan ikili bir mesaj verdiğini de söylemek mümkün. “Reset” ifadesi Clinton’un 2009’da dışişleri bakanı iken Rus dışişleri bakanı Lavrov ile görüşmesinde artık ilişkileri yeniden tanımlama biçimi olarak kullandığı bir kavramdır. Ve kuşkusuz ABD-Rus ilişkileri de bu süreçten sonra daha fazla tırmanmıştır. Bu yönüyle Trump temkinli bir tutumu tercih etmektedir. Hem ilişkinin doğası gereği rekabet ve kapışmayı ret etmemekte, hem de iddialı bir yenilemeye girmeyeceğini ifade etmektedir. Ancak diğer gelişmelerle ve özellikle Ortadoğu ve Ukrayna’da yaşanan denge durumuna bakıldığında bu alanlarda Rusya ile ilişkileri dengede tutma siyasetine daha fazla göz kırptığı görülmektedir.
Rusya İle Dengele, Çin’e Daha Fazla Odaklan!
Ancak aynı Trump Çin emperyalizmine karşı hiçte yumuşak değildir. Ana tehlikeyi Çin’in gelişimi olarak tanımlamaktadır. Hatta Çin karşısında ki keskinliği 2015 Paris İklim anlaşması ve bir dizi Ekosisteme yönelik düzenlemelere karşı çıkarken “Amerikan ekonomisinin rekabet gücünü azaltmak için Çin tarafından icat edildiğini” dile getirmiştir. Çin uzun zamandır ucuz iş gücüne dayanarak devasa büyümeler kaydeden, vahşi kapitalizm kurallarıyla gelişip serpilen bir ülkedir. Bu gelişim ABD’li uzman ekonomistlerin tahminine göre 2025’de ABD’nin ekonomik büyüklüğünü yakalayacak şekilde gelişmektedir. Çin artık, meta üretiminde, ticarette ve sermaye birikimi noktasında ABD ile daha güçlü rekabet etmektedir. Uzay yarışında gelişim seyri çok hızlıdır. Telekomünikasyon cihazları üreticiliğinde Amerikan firmaları ile hem teknolojik açıdan hem de Pazar payı mücadelesi ile artık daha keskin bir yarış sürdürmektedir. Sermaye ihracında ise ciddi düzeye ulaşmış bir potansiyeli söz konusudur. Üstelik bu sermaye ihracında ilişkide olduğu ülkelere “siyasal rejim sorgulaması”, “hizalama” ve “mutlak biat” gibi şartları şimdilik kaydıyla dayatmamaktadır. Alanını genişleten, hareket kabiliyeti kazanan bir yönelim halindedir. ABD emperyalizminin zaten yakın sürecin en tehlikeli gücü olarak tanımladığı ve tedbir alarak politika belirlediği Çin, Trump açısından daha büyük tehlike olarak tanımlanmaktadır. ABD ve Çin ekonomisinin bir birini dibe sürükleyecek kadar bağımlı ilişkisi ise iki büyük gücün esas sorunu gibi görünmektedir.
Bu bağlamda özellikle Trump’un Rusya’dan çok Çin karşıtı söylemleri ABD emperyalizminin dış politikasın da önceliklerini etkileyecek bir faktör olarak görülmelidir. ABD uzak Asya’yı kuşatmayı hedefleyen Pasifik okyanusuna kıyısı olan ülkeleri içine alan ticari anlaşmalar yanında, Japonya ve Güney Kore ile çeşitli askeri ve ticari anlaşma ve hamleleri zaten bu sahada ciddi bir krizin örgütlendiğini göstermektedir. Özellikle Japonya’nın Asya’da Çin’e karşı stratejik bir denge unsuru olması yönlü mücadelesi bizzat ABD tarafında teşvik edilip desteklenmektedir. Bu bağlamda bölgede “güvenlik” noktasında Japonya’nın daha fazla atak ve inisiyatifli olması durumu gelişip, olgunlaşmaktadır. Bu ise ABD’nin ciddi düzeyde katkısı ile oluşmaktadır. Buna karşı ise Rusya ile Çin’in benzer ortaklaşma hamleleri söz konusudur. Rus-Çin ittifakının enerji alanındaki devasa anlaşmaları, askeri alandaki sıkı ve derinleşen işbirliği, siyasal düzeyde her geçen gün daha fazla ortaklaşan çıkarları adım adım pekişen bir ittifaka doğru evrilmektedir. Bu ABD emperyalizmi açısından gözünü kapatamayacağı büyük risk ve tehlike anlamına gelmektedir.
ABD öncülüğünde 12 ülkenin imzaladığı TPP (Trans Pasifik Ortaklığı) anlaşması devasa boyuttaki ticari hamlelerden biridir. ABD, Kanada, Japonya, Avustralya, Brunei, Malezya, Yeni Zelanda, Vietnam, Meksika, Singapur, Peru ve Şili’nin taraf olduğu bu anlaşmanın dünya ekonomisinin yüzde 40’ını oluşturan ülkeler tarafından imzalandığı göz ardı edilmemelidir. ABD Avrupa ile ise benzer muhtevada TTİP anlaşmasını örgütlemektedir. Özellikle TPP anlaşması ABD açısından jeo-stratejik öneme sahiptir. Çin’in ekonomik olarak kuşatılmasını, etkisinin zayıflatılmasını içermektedir. Trump’un bu girişim ve hamlenin en güçlü savunucusu olduğu not edilmelidir. Her ne kadar Trump NAFTA gibi ticari anlaşmaları Meksika’lı göçmenlere yönelik düşmanca politikası gereği ve göçmen akınını kesme pahasına kaldıracağını ifade etse de (ki buda kolay değildir), TPP ile bu ticari boşluğun genişleterek dolacağı hesabı yapmaktadır. Bir yandan tarihsel olarak ırkçılık ve gericiliğin geçer akçe olduğu beyaz Amerikalılardan bu söylemleriyle oy devşirirken diğer yandan ABD’nin ticari ve ekonomik çıkarlarına halel getirmemektedir.
Trump politikaları söylem ve genel eğilimine bakacak olursak, yine ABD emperyalizminin yakın tehditi olarak Çin’i görmesi durumuyla birlikte düşünürsek dikkatini pasifik ve uzak Asya’ya daha fazla odaklayacağını söylemek yanlış olmayacaktır. Ki Obama’nın son dönemlerinde de buna yönelik ciddi bir hamle ve hazırlık yapılması durumu söz konusudur. Ancak Ortadoğu’da ki gelişmeler ve keskinleşen çelişkiler ABD’nin dikkatini daha çok bu bölgeye ve bu bağlamda Rusya’ya çevirmesini getirmiştir.
Ortadoğu Çıkmazında Yeni Dönemin Zorlukları!
Ancak ABD gibi başat güç olan emperyalist bir devletin büyük değişimlerin ve kendi çıkarları için tehdit olan alanları daha tali düzeye düşürmesi en iyimser yaklaşımla olanı koruma politikası olacağı açıktır. Ortadoğu içinde Trump’la birlikte bunu deneme ekseninde bir tutumla ilerlemesi söz konusu olabilir. Bu bağlamda Rus-Çin bloğunun Rus kısmıyla daha dengeli, Çin kısmına karşı gerek ekonomik gerekse siyasi anlamda daha agresif olma olasılığı yüksektir. Trump bu anlamda bu politikanın koç başı olma konumlanışını almış durumdadır. Zaten var olan ama daha geride duran bu yaklaşımı öne çekip canlandırma durumu önümüzdeki sürece daha güçlü bir renk verebilir. Fakat son dönemde bir dizi çabaya rağmen Ortadoğu’da Obama’nın bu dengeyi sağlamada zorlandığı görülmelidir. Bu eksende ABD emperyalizminin yönelim noktasında gelişmeler ve somut duruma uygun olarak konumlanması kaçınılmazdır. Trump’un bu noktada seçim kampanyası ve seçim sonrası ipuçlarını verdiği tüm politik argümanları sadece bir çöp özelliği de kazanabilir. Ki ABD başkanlarında bu durum sıkça rastlanan bir gerçekliktir.
Rusya ise denge siyaseti, özellikle Ortadoğu bağlamında büyüyüp olgunlaşan çelişkide etkisini gösterebilir. Türk hakim sınıflarının bu noktada Trump’a dair beklenti ve umutlarının bu yönelimin etkisinin yaratacağı faydalara dair hesaplamalara dayandığı görülmektedir. Onun bir İslamofobik olması, bunun yer yer ilişkilerde gerginlik ve ideolojik çatışma alanı olması ise Türk hakim sınıfları için sadece bir ayrıntıdan ibarettir. Aslolan kendi siyasal ve ekonomik çıkarlarına daha uygun bir ABD emperyalist yönelimin olmasıdır. İdeolojik değer yargıları bu durumda aşağılanabilir, hakarete uğrayabilir hatta paspasa çevrilebilir, onlar için önemi yoktur.
Ancak Trump dönemiyle Ortadoğu siyasetindeki olası dengenin korunması ve sürdürülmesine dair yaklaşım keskin çatışma ve çelişkileri ortadan kaldırmayacaktır. Zira bu tek taraflı yürüyen yürütülecek bir düzey ve seviyede değildir. Bölgede tüm taşlar oynamışken ve ulusal-toplumsal çelişkiler zembereğinden boşalmış düzeydeyken ve hali hazırda savaş durumu söz konusuyken bölgenin dengede tutulması politikası hiç kolay olmayacaktır. Çok bilinmeyenli denklem, çok çeşitli bir güç ve pazardan pay kapma mücadelesi söz konusudur. Silahların çok etkin olduğu, siyasal mücadelenin bu düzeyde yoğunlaştığı koşullarda çelişkilerin dizginlerini tutabilmek pekte kolay değildir. Ancak ABD’nin bir nebze olsun odağını daha fazla pasifiğe ve Uzak Asya’ya kaydırabilmesi için bu adımı ve yönelimi bir önceki döneme göre daha güçlü şekilde zorlayacaktır.
Bu durumda çok yönlü bir uzlaşma ve barış iklimini dayatma süreci de kendini gösterecektir. Türk ve Kürt cephesinde bir uzlaşma, İsrail-Filistin meselesinde en kötü ihtimalle olanı sürdürme, Suriye ve Sünni bölge devletleri arasında bir geçici kabul, ABD-İran ve Suriye ilişkilerinde yeni bir denge ve Kuşkusuz Rusya ile kotarılmaya çalışılacak bütünlüklü bir plan girişimi. Bu hamleler yapılmaksızın, bu tercihleri gerçekleştirmek için ciddi bir zorlamaya girilmeksizin süreci stabil, kontrol edilebilir bir çatışma düzeyine çekmek oldukça zor olacaktır. Elbette bu belirginleşmiş, çerçevesi oluşmuş bir planlama ile değil çelişki ve çatışmalarla ilerleyecek ya da tıkanarak yeni aşamaya sıçrayabilecek bir potansiyeli taşımaktadır.
Dönemin Ruhuna Uygun Seviyesizlik Ve Seyirlik Komedi!
Trump ABD’nin eski güç ve kudretine getirilmeye çalışılacağını seçim kampanyasında çokça dillendirmiştir. Aslında bu nisbeten bir gerileme emaresinin de kabulü olarak görülebilir. Bu bağlamda özellikle Trump’un “dönemin ruhuna” uygun olarak Amerikan ulusal gururuna oynayacak söylemlerin, tutumların ve yer yer tek taraflı dayatmalar ve uygulamaya sokulmuş politikaların hayata geçeceği söylenebilir. Bu ırkçı ve seviyesiz şahsiyetin kişilik özellikleriyle birlikte düşünüldüğünde devletlerarası diplomatik teamüllerine epey zorlanacağını ve oldukça renkli bir tablonun oluşacağı da açıktır. Dünya genelinde devlet liderlerinin “popülizme” oynayan ve kendi “ulusal gururlarına” hitap eden tutum ve davranışlarının yaygınlığına ABD gibi büyük emperyalist bir gücün liderinin eklenmesi seyirlik bir tiyatro sahnesine odaklanmamızı da sağlayacaktır. Özellikle yarı-sömürge ülkelerdeki milliyetçilik ve şoven duygulara hitaba dayanan bu yönteme artık ABD emperyalizmi nezdinde de tanıklık edeceğiz gibi görünüyor.