METİN AYÇİÇEK
Geçtiğimiz günlerde ATİK’li tutsakların Münih’te sürdürülen mahkemesine katıldım. Her biri insan sevgisiyle yoğrulmuş, sevgiye aşık olmuş, bu uğurda bedel ödemeyi sevdanın gereği olarak kabullenmiş dostlarımdı. Tıpkı Kürt Özgürlük Hareketinden tutuklu yoldaşlarım ya da Demokratik Haklar Federasyonu’ndan dostlarım gibi. Heyecanlıydım. Onları tutuklu olarak görmenin bu küçük kalbi zorlayacağını düşünerek yerimi aldım.
Tek tek girdiler mahkeme salonuna.
Muhteşemdi… Muhteşemdi… Muhteşemdi!
Her biri sol yumruğu havada, sloganlar atarak girdiler salona. Ziyaretçi yoldaşları eşlik etti alkışlarıyla, Her biri dimdik yürüdü, gururlu, vakur! Her biri insanlığa dayatılan sömürü sistemine saldırarak aldılar yerlerini. Ve aynı anda oturdum onlarla aynı yerlere. Tutuklular yargıladılar Almanya’yı ve bütün sömürü sistemlerini ve devletlerini.
Ve teşekkür ettim yüreğimle, mahkeme karşısında beni de savundukları için dimdik durarak. İyi ki varsınız yoldaşlar dedim yüreğimle: “İyi ki varsınız yoldaşlar! Çünkü siz varken ezilenlerin umutları da var olacak sizinle. Sınıfın öfkesi göğü döven yumruklarınız gibi yükselecek elbette. İyi ki varsınız! Çünkü bu sistem yargılanmalı halkların bilinciyle. Çünkü mahkûm edilmeli sömürü sistemi ve sömürgecilik. Kafa tutulmalı emperyalizme, üstüne gidilmeli sömürgeciliğin. Çünkü siz mahkeme salonunda oturmuyordunuz gerçekte, Kuzey Kürdistan’da sömürgeciliğin tanklarını engelleyen barikatlardaydınız, ya da metropol varoşlarında sokaklardaydınız mücadelenin en çetin anlarında. Yüreğimle teşekkür ettim size ve sizin gibi direnen; sömürgeciliği, kapitalizm ve emperyalizmi tutuklayıp sorgulayan devrimcilere!”
Geçtiğimiz günlerde ATİK’li tutsakların Münih’te sürdürülen mahkemesine katıldım.
Devrimci duygularımın kabarışıyla aktım sokaklara, tutuklayıp sistemi.
***
Özgür haberleşme olanakları elinden alınmış bir halk, gözleri oyulmuş bir insandan farksızdır. Ama biliyoruz ki yaşam direnenden yanadır. Bir “kör” direnirse gözlerinin yerine yeni duyumlar oluşturarak bu organın eksikliğini tamamlar. Dokunarak okur, duyarak tanır, yazar, çizer, boyar dünyayı kendi renkleriyle. Ve kör bir şair olan Homeros’un Destanları bu direnişle aktı geldi eski çağlardan günümüze. İlyada ve Odysseia sözün kalıcı gücünü gösteren en büyük anıtlar oldu. Ve sonra gördük ki güzel dil bütün dinlere tek kaynak olmuş dünden bugüne. Söz insanın yaşamında ilk öge olmuş, emekle evrilmiş ve insanca olmuş şairin teriyle. Destan olmuş, klam olmuş, stran olmuş Kürt dengbêjin sesiyle. Yani Kürte dil olmuş, halk olmuş; Alevi’de nefes olmuş yasaklanan inancına. Direnmiş hafıza-ı beşerin nisyanına, çığlık olmuş ezilenlerin isyanına.
Ve kuruşa düşünce evrende söz, kaybetmiş özünü. Çünkü emeği kaybetmiş, teri kaybetmiş. Ama “her gecenin bir sabahı vardır” inancıyla biliriz ki Simurg gibidir söz ve kendi küllerinden dirilir zulüm arttıkça.
Sözün bittiği yer olmaz. Çünkü ne acıda, ne umutta, ne kavgada söz bitmez. Çünkü ne zindanda, ne ezmek için tepeden bakan yargıç önünde söz susmaz. Belki biçim değişir, yerinde kalır öz. Mahkemeler sözü cihana yükselten devrimci kürsümüzdür.
Coşkulu bir sessizliktir bazen söz, en büyük öfkelerle en büyük demirleri döven ve en yiğit şövalyelere kılıç yapan en derin suskunlukları. Havaya kaldırılmış yumruklar gibi.
Kış ‘umut’ demektir, unutma yoldaş! Gevşeten bahardan daha anlamlıdır insanlığı uyaran kış. En zor tipilere dayanarak bileler kendisini yaşam. Ve kar, bir sonraki saldırı için hazırlanan cengâverin yorganıdır.
***
Bir türkü gibi dinledim tutsakları, biri klam döktürdü öteki stran; nefesti birinin sözleri sazın hüzünlü sesini coşkuya boğan, Dadaloğlu türküsüydü, Köroğlu koçaklaması.
Biliyorum bu yazı güzel bir yazı olmadı ve olamaz da zaten.
Çünkü onların mahkeme karşısında dillendirdikleri devrimci türküyü bir düz yazı değil bir dengbêj aktarabilir duyguya ancak.