Anasayfa , Köşe Yazıları , “Karım Ve Kızım Rüyamda Soyunuyordu, Öldürdüm…”[*]

“Karım Ve Kızım Rüyamda Soyunuyordu, Öldürdüm…”[*]

SİBEL ÖZBUDUN | 18 – 03 – 2011 |

“İnsan kadın olarak dünyaya

gelmez, zamanla kadın olur.”[1]

Hani, “sözün bittiği yer,” diye tarif edilen bir durum vardır… İnsan, karşısındaki durumun garabeti, ucubeliği, absürdlüğü karşısında soluksuz kalır, söyleyecek bir şey bulamaz…

1 Ağustos 2010 gecesi İstanbul Dudullu’daki evinde yanında uyuyan karısı Ruzkat Alkan ve misafirliğe gelen evli ve hamile kızı Sevgi Arslan’ı boğarak öldüren Sebahattin Alkan’ın gerekçesi böyle: “Karımı ve kızımı rüyamda soyunurken gördüm.”[2] İnsanın tüyleri ürperiyor, ruhu buz kesiyor, soluğu kesiliyor…

Bir “meczup” öyküsü “daha” mı? Belki… Zaten haberin yer aldığı günlük basında Sebahattin Alkan’ın akıl sağlığının yerinde olmadığı, tedavi gördüğü vb. malûmatı yer alıyor.

Ama bizler biliyoruz ki bu “kendimi kaybettim” hikâyesi, son yedi yıl içerisinde yüzde 1400 arttığı kaydedilen kadın cinayetlerinin “letimotif”ini oluşturuyor.

İnternette izlediğim bir porno filminde eşimin giydiği kazağa benzeyen bir kazak giyen ve başörtüsünü aynı şekilde bağlayan bir bayanın sevişme sahnelerine rastladım. Kavga ettik. Kavga sırasında bana ‘Benim daha ne filmlerim var. Onları daha sen görmedin. Şimdiye kadar pezevenklik yaptın. Şimdiden sonra da yapsan ne olur?’ deyince kendimi kaybettim… bıçakladım,” diyordu örneğin 19 Ocak 2009 günü Bursa’da karısını 22 yerinden bıçaklayan Yavuz Özcan, mahkemedeki savunmasında. (Ve “haksız tahrik” indiriminden yararlanarak 18 yıla mahkûm oluyordu…[3]) “Sabah namazından sonra yattığımda beni uyandırarak cinsel ilişkiye girmek istedi, uykusuz ve yorgun olduğumu söyleyince ‘Zaten senin erkekliğin gün geçtikçe kayboluyor. Sen ne biçim erkeksin’ dedi. Tokat attım ve düştükten sonra da iki elimle 10 dakika süreyle boğazını sıktım,” ise Antalya’da emekli imam Ali İhsan Karataş’ın karısını boğma gerekçesiydi; onun da “haksız tahrik” indiriminden yararlandığını söylemeye gerek var mı?

Diyarbakırlı ev kadını Meliha Doğan’ın kocası Ramazan Doğan’a “kendini kaybettirme” nedeni ise başka: “İftara 10 dakika kala yemek hazır değildi. Oruçluydum. Kendimden geçmişim.”

Durumun vahametini biraz olsun gözler önüne serebilmek için “küçük” bir istatistikî bilgi: Yalnızca Ağustos 2010’da Türkiye’nin muhtelif kentlerinde hedefinde kadınlar olan 56 şiddet olayı yaşandı; ellialtı: bunlardan 30’u cinayet, 11’i intihar, 9’u yaralama ve 6’sı tecavüzdü[4]… Ve 2010 yılının bilançosu: yemeği zamanında hazırlamadı, komşu delikanlıya baktı, kısa etek giydi, “sen erkek misin?” dedi, habersiz komşuya gitti, üzerine kuma getirilmesini istemedi, çalışmak istedi, sevişmek istedi, sevişmeyi reddetti… diye büyük çoğunluğu kocası, sevgilisi, eski kocası, babası, ağabeyi, amcası olan erkekler tarafından öldürülen 220 kadın…[5] Kadın örgütleri boşuna “Erkeklerin sevgisi günde üç kadın öldürüyor!” kampanyası yürütmüyor!

Kadın cinayetleri, bu ülkede “Kadın Sorunu” başlığı altında toplanabilecek kalemler (kadınların siyasal alandaki düşük temsili sorunu; kadınların eğitim düzeyinin düşüklüğü; kadın yoksulluğu; kadın istihdamı; kadının medyadaki temsili; kadın sağlığı… ya da aklınıza ne gelirse…) arasında bu denli öne fırlamış, böylesi bir vahamet kesp etmişse, durup düşünmek gerekir.

Öncelikle, “erkekliğime söz söyledi, kendimi kaybetmişim” savunmasının kendinden menkul meşruiyeti, doğallığı, haklılığı üzerine durup düşünmek gerek.

Bir konu üzerinde düşünebilmek için de, o konuyu yadırgamamız, “sorunsallaştırmamız” gerekir. Doğal saydığımız, gündelikten kabul ettiğimiz konular üzerine düşünmeyiz genellikle.  Bunu yapmanın bir yöntemi, ise  “absürde indirgemek”tir. Örneğin tersini tahayyül etmek: “Kadınlığıma laf etti, Hâkim Bey (dilerseniz “Hâkim Hanım” da diyebiliriz), kendimi kaybetmişim, çektim, vurdum!

Olmuyor, değil mi? O zaman tersi neden doğru ya da doğal olsun? Yani bir erkeğin, “erkekliğine” lâf eden bir kadını öldürme hakkını kendine bulmasındaki (üstelik de “haksız tahrik indirimi” adı altında hukuk sistemi tarafından da onaylanan) bu doğallık nereden alıyor gücünü?

Bana kalırsa, bu yalın, hatta çocuksu sorunun yanıtının, birbiriyle oldukça karmaşık tarzlarda iç içe geçmiş, üç boyutu var. “Kadın Sorunu”nun çözümüne yönelik ipuçlarının serimlendiği, 1. Kültürel; 2. İdeolojik ve 3. Ekonomi-politika’dan oluşan üç boyut ya da düzlem. Dilerseniz bunları tek tek ele alalım. Ama öncelikle belirtmek gerekir ki, bu düzlemler (ya da kerteler, boyutlar, vb…) ancak ve ancak analiz amacıyla birbirinden soyutlanabilecektir. Yoksa gündelik yaşamımızda, pratiklerimizde, birbiriyle, karmaşık bağlantılar içerisinde ilişkili, iç içedirler.

 

I) KÜLTÜREL DÜZLEM

 

Tanımı konusundaki uçsuz bucaksız tartışmalardan sakınabilmek amacıyla, “kültür”ü burada, herhangi bir ansiklopedik sözlükte karşılaşılabilecek anlamıyla ele alıyorum: “Bir toplumun varlığını sürdürmesini ve onu oluşturan bireylerin gereksinimlerinin karşılanmasını sağlayan, faaliyetlerden, mamullerden ve simgelerden oluşan toplumsal miras”[6]… Bu tanım, kültürü, toplumun diğer üyelerinden (çoğunlukla bilinçsiz tarzlarda) öğrendiğimiz işlevsel bir bütün olarak ele alıyor.

Bu düzlemde, toplumsal cinsiyet rol ve ilişkileri, yani kadınlık ve erkeklik (ve onlarla bağlantılı değer ve beklentiler) toplumun (var olduğu hâliyle) sürdürümünü sağlayacak tarzda bir dizilim sergilemektedir. Soyun sürdürümünü, ya da bir başka deyişle, toplumun üyelerini edinmesini ve biçimlendirmesini sağlayan kritik bir ilişki olarak her iki cinsiyetin birbirine göre “ne” olduğu, kültür tarafından biçimlendirilir. Kadınlığı ve erkekliği, biyolojik cinsiyetimize bağlı olarak, başta ebeveynlerimiz olmak üzere bir dizi “rol modeli”nden, çoğunlukla mantıksal bir süzgeçten geçirmeden, kendiliğinden ve büyük ölçüde bilinç-dışı tarzlarla öğreniriz.

Şu hâlde kültürler, toplumların süregenlik gereksinimlerine ve bireylerin ihtiyaçlarına göre, dişi ve eril bireylerini, farklılaşmış toplumsal cinsiyet rollerine göre, saldırgan, barışçıl, benmerkezci, özgeci, rekabetçi, dayanışmacı, gösterişçi, sade, başat, edilgin, dışa dönük, içe kapanık, vb. kişilik özelliklerine göre biçimlendirirler. Belki şaşırtıcı gelebilir; ancak bu kişilik özelliklerinin burada sıralanageldiği üzere zıt çiftler hâlinde dizilmesi diye bir zorunluluk da yoktur. Antropologlar, toplumsal cinsiyet rollerine sosyalizasyon süreçleri üzerine kafa yormaya başladıklarından beri, yani Margaret Mead’den bu yana, kadınlarıyla erkeklerini benzer ya da ilişkinsiz kişilik özelliklerine toplumsallaştıran kültürleri kayda geçirmişlerdir: Salt Mead’in Yeni Gine’de aralarında çalıştığı kadınıyla erkeğiyle barışçıl ve dayanışmacı Arapesh’leri, kadını da erkeği de şiddete yatkın ve kudret düşkünü Mundugomurları (Biwatlar); kadınları çalışkan ve becerikli, erkekleri süslü ve törensever Tchambulileri (Tchambriler) düşünmek, yeter.[7] Evet, kadınlar ile erkeklerin boyun eğmek zorunda olduğu kültürel buyrultular, çoğu toplumda birbirinden farklıdır, ama bu farklılıklar, özellikle daha türdeş ve yalın özellikler sergileyen küçük ölçekli toplumlarda, örneğin avcı-toplayıcılarda, ya da pek çok hortikültüralist toplumda ille de birbiriyle “zıt” olmak zorunda değildir.

Ancak Türkiye’nin de içinde yer aldığı doğu Akdeniz kültürlerinde, değerler eril-dişil zıtlığı üzerine yerleşen bir değerler sistemi belirgindir.

Konuya ilk dikkati çeken, sanırım J. G. Peristiany’nin (1966)[8] derlediği “Namus ve Utanç: Akdeniz Toplumunun Değerleri” başlıklı kitabı oldu. Kitap, Güney Avrupa, Kuzey Afrika ve Orta Doğu ülkelerini tek bir kalıba dökmekle, bu ülkelerin her biri arasındaki farklılıkların yanı sıra, her bir ülkenin kendi içindeki farklılıkları göz ardı etmekle, bünyesinde iktisadî, siyasal, toplumsal, kültürel ve tarihsel devasa farklılıklar barındıran geniş bir coğrafyayı tekil ve türdeş bir kültürel havza olarak ele almakla çokça eleştirilen kitap, yine de Akdeniz’i çevreleyen toplumlardaki yaygın bir değerler dizilimine dikkati çekmesi açısından önemliydi: Erkeklik ve kadınlığın zıt ve tamamlayıcı değerler konfigürasyonu içerisinde tanımlandığı bir zihniyetler dünyasına.

Kadın cinselliğini erkeğin namusu/onuruyla (soyutlanamaz, kopartılamaz biçimde) bağıntılandıran bu zihniyet dünyası, bu omurga üzerine bir dizi zıt değeri (edilginlik/etkinlik, barışçıllık/saldırganlık; içe-kapanıklık/dışa dönüklük; suskunluk/konuşkanlık; iffet/çapkınlık; duygusallık/aklîlik; güç/güçsüzlük; domestik/kamusal alan; karanlık/aydınlık…)  yerleştirerek biyolojik bir farklılığı, toplumsal bir zıtlık hâlinde böylelikle kodlayacaktı.  Gelin fazla uzağa gitmeden bu ikili dizilimi bir ilahiyatçının kaleminden izleyelim:

“… Soruyu bir de psikolojik yönden ele alabilir ve şöyle sorabiliriz: Kadınla erkek arasında psikolojik yönden farklılık var mıdır? Bu soruya hiç tereddüt etmeden elbette diye cevap veririz. Kadınla erkek arasındaki psikolojik farklılık kendini çocukluk çağından itibaren göstermeye başlar. Erkek ve kız çocukların oyuncakları farklıdır. Bir kız çocuğu en çok oyuncak bebekleri sever. Henüz evlilik nedir bilmediği o yaşlarda, bebeklerini bağrına basar, öper, elbiselerini değiştirir, beşikte sallar ve uyutur. Günün büyük bir kısmını onlarla geçirir. Erkek çocuk ise taksi, uçak, tabanca gibi oyuncaklara daha fazla rağbet gösterir.

Bu çocuklar büyüdüklerinde bu defa sohbetleri değişir. Erkeklerin toplantılarında daha çok iş hayatı yahut politika konuşulurken, kadınlarda ön sırayı ev eşyaları ve örgüler alır. Kabiliyet yönünden de iki cins arasında bariz bir fark var. Erkek, terkip ve tahlilde, kadın ise taklit ve ezberde daha ileri. Bir misal ile anlatmak gerekirse; erkek bir mimari eseri ortaya koymakta, onun bütün bölümlerini güzelce yerleştirmekte, kadından daha ileri. Kadın ise, o eserin herhangi bir bölmesini ince nakışlarla süslemekte erkekten çok daha hassas. Erkek dış aleme daha açık. Şefkatte kadından geri, ama teşebbüs kabiliyetinde ileri. Kadın ise erkeğe nispeten daha içe dönük. Bunun en büyük faydası, yavrusuna ve yuvasına göstereceği ihtimam.

Bu iki cinsin zafiyetleri de farklılık gösteriyor: Erkekte, tahakküm ve baskı hastalığı mevcut. Kadında ise, gösteriş ve desinler belâsı. Kadının en bariz bir özelliği de hassasiyetidir. Buna ‘teessürilik’ deniliyor. Kadın, çevreden etkilenmekte erkekten daha hassas. Dolayısıyla, telkine kapılmaya, aldatılmaya ondan daha müsait. Kadında sezgi gücü, erkekten çok kuvvetli. Değişikliğe ondan daha çok ihtiyaç duymakta, yenilik ve heyecana daha açık. Vücut büyüklüğü itibarıyla ve güç ile kuvvet yönünden, kadın erkekten genellikle daha geri. Bunun neticesi olarak, sığınma ihtiyacı kadında kendini daha fazla hissettiriyor. Ama bazılarında bu ihtiyaç, aşağılık kompleksine dönüşüyor; bu da erkeklik kompleksi olarak kendini gösteriyor. Kadın, hayat arkadaşına (ona nispetle) daha çok bağlı. Ondan daha vefalı. Dünya sevgisinde erkekten çok ileri. Kadını bu psikolojisi içinde değerlendirmek ve onun erkekleşmesine değil, ideal bir kadın olmasına çalışmak gerekir. Etrafımıza şöyle bir göz atalım. Bütün canlılarda bedenler ve ruhlar arasında mükemmel bir uygunluk var. Ceylan ruhunu, aslan bedenine sokmak ve onu aslanca davranmaya zorlamak, en başta o sevimli ruha zarar verir. Her kükreyişte ruhundaki letafetten birazını kaybeder; her hamlede kendi öz güzelliğinden bir parçayı harap eder. Kadın ve erkek eşitliği diyerek kadını erkekçe davranışlara itmek de en başta kadına zarar verir.

Aslında, bu vadide gösterilen kasıtlı ve yoğun faaliyetler, bir bakıma hiçbir şeyi değiştirememiştir. ‘Hüküm çoğunluğa göre verilir’ kaidesinden hareketle şöyle diyebiliriz: Kadınlar yine fabrikatör olmaktan çok işçi, hâkim olmaktan çok kâtip, amir olmaktan çok sekreter, pilot olmaktan çok hostes, patron olmaktan çok tezgâhtardırlar. Zira, yaratılışı değiştirmek mümkün değildir.

Maalesef, kadına lâyık olduğu yeri bir türlü veremedik. Ya onun rızkı bize bağlıymışçasına, kendisine aşırı derecede hükmetmeye kalktık, ona haksız muamelelerde bulunduk, yahut, kendisine çok fazla fırsat verdik, onu erkekliğe heveslendirdik ve mahvettik.”[9]

Bir “zihin haritası”nı gözlerimizin önüne seren bu alıntıyı, bir sonraki fasılda yeniden ele almak üzere, şimdilik bir kenara koyup devam edelim.

Gündelik yaşamda dürüstlük, doğru sözlülük, emeğe saygı, hakkaniyet, adalet duygusu vb. göreli “cinsiyetlendirilmemiş” kavramlarla bağlantılandırılması olası “namus” (ya da “ahlâk”) kavramını münhasıran kadın cinselliği ve onun sıkı denetim altında tutulmasına bağlayan kültürel kodların gerisindeki rasyonel nedir? Bir başka deyişle, bu coğrafyada “namus” (ya da bağlantılı olarak “şeref”, haysiyet, ahlâk vb.) denildiğinde neden çoğumuzun aklına kadının cinselliğini tasarruf ediş tarzı ya da koca, baba ya da erkek kardeş olarak erkeğin bu tarza dayanan itibarı gelir?

Aslına bakarsanız, F. Engels’in Ailenin, Devletin, Özel Mülkiyetin Kökeni’ndeki, (kadın açısından) tekeşliliğin, servetin tekil erkeklerin elinde yoğunlaşmasının ve erkeğin bu serveti kendi çocuklarına aktarma kaygısının bir sonucu olduğu saptamasından bu yana, toplumsal cinsiyete atfedilen değerlerin maddî yaşam koşullarıyla ilişkisi üzerine düşünmenin zemini biçimlenmiştir. Kadının cinselliğinin tek bir erkeğe, kocasına ait addedilmesi ve bunun bir dizi toplumsal yaptırımla desteklenmesinin gerisindeki mantık, gerçekten de esas itibariyle erkeğin elinde yoğunlaşan özel mülkiyetle bağlantılı bir görüngü olarak çıkıyor ortaya.

Ancak tabii sorunu salt bireysel bir “servet aktarımı” olarak ele almak, noksanlı bir yaklaşım olacaktır. Çünkü aktarım, servetin bireysel erkeklerin elinde yoğunlaşmadığı toplumlar açısından da bir sorundur: örneğin sürülerin ya da toprakların mülkiyet ve/veya tasarruf hakkının kolektif olarak soy grubunun elinde bulunduğu kabile toplumlarında bu servet biçimlerinin sonraki kuşaklara aktarımının nasıl gerçekleşeceği…

Toplumun kendisini yeniden üretmesinin aracıları olarak kadınların bedenleri ve cinsellikleri üzerindeki kısıtlayıcı tutumların, bu nedenle, özellikle soyun erkek hattından izlendiği kabile toplumlarında (özellikle de çobanlarda) ortaya çıkması, bir rastlantı değildir. Fransız antropolog ve Afrikanist C. Meillassoux, Kadınlar, Tahıl Ambarları, Sermayeler başlıklı kitabında,[10] hortikültüralizm ve çobanlıkla geçinen kabile toplumlarında toprağın kritik bir üretim aracına dönüştüğünden ve topluluğun, toprak üzerinde çalışacak işgücüne olan gereksiniminin, bu işgücünün “üreticisi” olarak kadınlara stratejik bir önem kazandırdığından söz etmektedir. Böylelikle, toprakla kalıcı bir ilişkiyi gereksinmeyen avcı-toplayıcılar açısından herhangi bir önem taşımayan kadın cinselliği, “korporat” nitelikli küçük-ölçekli tarımcılarda denetim altına alınması gereken bir potansiyele dönüşmektedir. Bu tip toplumlarda başka kabilelerden “alınan” kadınlar, hem emekleri, hem de doğuracakları çocuklarla “gelin” geldikleri kabilelerin servetini ve soyunu güvence altına almaktadırlar.

Bu geleneklerin yoğunlaştığı coğrafyalarda biçimlenen erken devletlerde (Mısır, Orta Doğu, Çin, Hindistan…) de evlenecek kadınların bekâretine büyük önem atfedilmekteydi; bu tip toplumlarda “bir kadının evlenmeden önce cinsel ilişkiye girmesi, müstakbel kocasına karşı ciddi bir hakaret, evlilik akdi gerçekleştiren aileler arasındaki ittifak ve mübadelenin ihlâli sayılıyordu.”[11] Bu toplumlarda, bekâreti güvence altına alacak bir dizi kültürel pratik uygulanmaktaydı: kız çocukların erginliğe varmadan evlendirilmesi, kadınların tecrit edilmesi, evlilik öncesi cinselliğin (ya da zinanın) ölümle ya da köle olarak satılmayla cezalandırılması…

 

II) İDEOLOJİK DÜZLEM

 

Ancak, kabul ve teslim etmek gerekir ki, bir kültürel münderecatın “normatif” bir hâle dönüşmesi, bir başka deyişle yaptırımcı bir nitelik kazanması, kültürden farklı(laşmış) bir dinamiğin devreye girmesini gerektirmektedir: ideoloji dinamiği.

“İdeoloji”nin de, tıpkı kültür gibi son derece muhataralı ve Gramsci ve Althusser’den bu yana süregelen tartışmalarda fazlasıyla “inceltilmiş” bir başlık olduğunun bilincindeyim. Yine bu “inceltilmiş” tartışmalara girişmeksizin, ideolojiyi burada, Maurice Bloch’un peşinden, birbiriyle bağlantılı iki tanım çerçevesinde ele aldığımı vurgulamalıyım:

Terimin ilk kullanımı bir insan grubunun toplumsal ve ahlâksal fikirler sistemine gönderme yapmaktadır; bu anlamda ideoloji pratikle tezat içerisinde ele alınır. Bu kullanımında ideoloji ‘kültür’e yakındır, ne ki zorunlu bir tutunuma işaret eder; bir başka deyişle bu anlamıyla ideoloji, birbiriyle bağlantılı bir önerme dizisi olarak ele alınır. (…)

C. Geertz, ‘Bir Kültürel Sistem Olarak İdeoloji’ başlıklı makalesinde ideolojiyi ‘toplumsal bilincin yaratılması için problematik toplumsal gerçeklik ve matris haritaları’ olarak tanımlar. Onun için ideoloji toplumsalın temsili ve temel değerlere adanmışlıkla ilgili olan kısmıdır. O, özellikle tutunumlu ideolojilerin formüle edildiği toplumsal koşullarla ilgilidir.

‘İdeoloji’ teriminin diğer kullanımı, Marx’ın sözcüğü kullanımı bir bakıma tutarsız olmakla birlikte, Marksizm’den esinlenmiştir. Kavramın bu gelenekteki en iyi örneği Kapital’den çıkarsanabilir. Kitabın hedefi kapitalist sistemin, çoğunluğun, yani işçilerin çalışmasının meyvelerini azınlığa, kapitalistlere aktarması ölçüsünde, nasıl sömürücü olduğunu gözler önüne sermektir. Eğer bu böyleyse, o zaman ortaya işçilerin bu duruma neden katlandıkları sorusu çıkar ortaya. Bunun bir yanıtı, fiziksel zor olabilir; ancak kesinlikle mevcut olsa da, işçiler sürekli askerlerin tehdidi altında olmadığına göre, yeterli bir açıklama değildir. Marx’ın bu bilmeceye yanıtı, ideolojidir. Ekonominin, kuşkusuz ki yararlananların desteklediği, ama herkesin kabul ettiği, sistemin bütününü adil gösteren bir temsili vardır. Sistemin temeli üretim araçlarının, insanlardan bazılarının onları kontrol edip diğerlerinin, yani işçilerin edemeyeceği tarzda, eşitsiz bir tarzda bölünmesidir.(…) İzleyicilerinin dikkatini aslî-olmayan üzerinde yoğunlaştırarak oyunlarını icra eden sihirbaz gibi, kapitalistlerle işçiler arasındaki ilişkinin sömürücü-olmayan ve sadece kaçınılmaz olarak gösterilen bir sunumu, dikkatin üretim araçlarının piyasaya tahsisinden saptırılması tarafından yaratılmıştır. Böylesi bir temsil, ideolojiktir.[12]

İster “bir insan grubunun toplumsal ve ahlâksal fikirler sistemi”ne, isterse baskı ve/veya sömürüye dayalı bir sistemi adil gösteren temsile gönderme yapsın, ideoloji, formüle edilmiş, az-çok tutarlı, ikna edici bir fikirler sistemidir. Anonim bir kitlenin hesap edilmemiş, kendiliğinden katkılarıyla, birikimsel olarak biçimlenen kültürden aslî farkı, ideolojinin ayırt ve teşhis edilebilir imalatçılara (ya da faillere) sahip oluşudur. İdeolojiyi oluşturan fikirleri ideologlar formüle ederler… Ve ideolojiler, yasa sistemlerinde yansımasını bulur.

Kadınların toplumsal alandaki ikincilliğine ilişkin kültürel münderecat, Ön Asya’nın devletlerinden başlamak üzere, ilkçağ ideologları tarafından kanonize edilmiştir. Sümer ve Babil yasalarına (İ. Ö. 2. bin) bakıldığında, bir kadının cinselliğini kocasına münhasır kılan pek çok yasal düzenlemeye rastlamak mümkündür. Böylelikle, örneğin İÖ 2100-2050 yıllarında derlendiği sanılan Ur-Namu Kanunları’nda, “bir erkeğin dul bir kadınla yatmasının herhangi bir cezaya tabi olmadığı,” buna karşılık, “bir erkeğin, bir başkasının hakkını ihlâl etmesi, yani onun bakire karısının bekaretini bozması durumunda erkeğin öldürüleceği” hükmü yer almaktadır. Aynı yasaya göre, “bir erkeğin karısı (kendi rızasıyla) başka bir erkeğin peşine düşüp onunla yatması durumunda kadın öldürülecek, yattığı erkeğe ise dokunulmayacaktır…”

Ya da, örneğin, “Bir erkek, bir kadına ‘sen benim karım değilsin,’ derse ona yarım mana gümüş öder… Bir kadın bir erkeğe ‘sen benim kocam değilsin,’ derse suya atılır,” der bir Sümer yasası. (İÖ 1760 tarihli) Hammurabi yasaları da kadınların ikincil konumuna ve cinselliklerinin kocalarına münhasır kılınışına dair çarpıcı bir belgedir:

129. Bir adamın karısı başka bir adam ile basılırsa (suçüstü hâlinde) her ikisi de bağlanır ve suya atılır; ancak, koca karısını, kral da kölelerini affedebilir. (Buna karşılık, Hammurabi yasaları erkeğin hem çokeşliliğini, hem de köle kadınlar üzerindeki tasarruf hakkını tescil etmektedir.)

131. Eğer bir adam başka birisinin karısını itham ederse; ancak, o kadın başka bir adamla basılmazsa kadın yemin etmek zorundadır ve ancak ondan sonra kendi evine dönebilir.

132. Bir adamın karısının başka bir adam ile ilgili olarak dedikodusu yapılırsa; ancak, kadın diğer adamla uyurken yakalanamazsa kadın kocası için nehre atılır.

133. Eğer bir kişi savaşta esir alınırsa ve evinde geçimi sağlayacak şeyler olduğu hâlde karısı evini ve bahçesini terk edip başka bir eve giderse; bahçesine bakmadığı ve başka bir eve gittiği için yasal olarak suçlu bulunur ve nehre atılır.

Görüldüğü üzere, Ön Asya coğrafyasında, kadınların bedenlerini eril denetim altına veren ideolojik kodlar, ilk devletlerle birlikte kurumsallaşmıştı.

Ancak bu ideolojik temelin günümüzde de etkinliğini (hatta buyurganlığını) sürdüren ataerkil zihniyet hâlinde inşası, denilebilir ki bölgenin tek tanrılı dinleri tarafından üstlenilmiştir. Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm, bu dinleri kabul eden toplumlarda kadınların yerini çoğunlukla “İlahî buyruklar” olarak sunulan ve zaman içerisinde ayıklanması neredeyse olanaksız bir “buyrultular” konglomerasına dönüşen bir dizi eril hüküm, rivayet, örf, adet ve yorumla tayin ve tespit etmişti.  Bu dinler, farklı tarih ve coğrafyalarda inanç ve uygulamalarındaki tüm çeşitliliğe karşın, büyük toprak malikleri ve askerî şeflerin denetimindeki devletlerle bütünleştikleri ölçüde, sırtlarını dinin garantörlüğünü ve yayılmasını üstlenen devletlere dayayan (ve hemen tümü erkek olan) ilahiyatçıların elinde, kadınlar için giderek demir cenderelere dönüşecekti.

Bu nedenledir ki, dinlerin hükümlerine ilişkin rivayet ve yorumlar, genellikle bizatihî bu hükümlerden çok daha katı ve deyim yerindeyse, “kadın düşmanı”dır.

Erkeklerin kadınlardan üstünlüğü, Kur’an’ın Nisâ suresinin 34. ayetinde net bir şekilde ve gerekçeleriyle birlikte ifadelendirilmiştir:

Erkekler, mallarından (kadınlar için mehir ve nafaka olarak) harcamaları sebebiyle ve Allah’ın, onların bir kısmını, diğerlerine üstün kılmasından dolayı, kadınların üzerinde daha çok kâimdirler (koruyup gözetici, idare edicidirler). Bu bakımdan salih amel (nefs tezkiyesi) yapan kadınlar itaatkârdırlar, Allah’ın (onların haklarını ve iffetlerini) korumasıyla, onlar da gaybde (kocalarının yokluğunda hem kendilerini, hem kocalarının mal ve şerefini) koruyucudurlar. İtaatsizliklerinden (baş kaldırmalarından) korktuğunuz (kadınlara) ise (önce) nasihat ediniz. Ve (sonra da) yataklarında yalnız bırakınız.Ve ( hâlâ itaat etmezlerse) onlara vurunuz. Bundan sonra eğer size itaat ederlerse, artık onların aleyhine başka bir yol aramayın. Muhakkak ki Allah Âli’dir (yücedir), Kebîr’dir (büyüktür).

Görüldüğü üzere, erkeğin kadın üzerindeki üstünlüğü, iktisadî gerekçelere (erkeğin malını kadın için harcamasına) dayanır ve bir Kur’an hükmüdür; dahası Kur’an dayağa cevaz vermektedir.

İslâm dininin kadınlara yönelik anlayışının bir diğer temel kaynağı, hadisler, yani Muhammed Peygamber’e atfedilen sözlerdir (diğeri Kur’an ayetleri). Hadisler, kulaktan kulağa aktarılan geleneklerdir; bu nedenle hangilerinin sahih, hangilerinin sahte olduğunu saptamak üzere, İslâm ilahiyatında ayrıntılı bir metodoloji geliştirilmiştir.

“Sahih” (otantik) kabul edilen hadislerde biçimlenen “kadınlık kavrayışı” ise, öncelikle onun potansiyel olarak “fitne”, bu nedenle de sıkı denetim altında tutulması gereken bir varlık olduğu yolundadır. Buharî, ve Tirmizî, Usame ibn Zeyd’den, Muhammed Peygamber’in, “Erkeklere kendimden sonra kadınlardan daha zararlı bir fitne bırakmadım,” dediğini aktarırlar, örneğin. Ya da Müslim, “Kadınlardan kaçının; zira İsrailoğullarına ilk fitne kadın yüzünden düştü,” hadisini bildirir.

“Fitne”, iki yönlüdür; bunlardan ilki kadın cinselliğinin erkeği daha “uhrevî” görevlerden alıkoyması olasılığı, ikincisi ise, kocanın ebedî “aldatılma” endişesi…  İslâm’ı benimseyen Arap toplumlarında yaşlı erkeklerin bugün çocuk sayılan yaşlardaki kızlarla evlenmesinin yaygın bir pratik olduğu göz önünde bulundurulduğunda, bu “korku”nun kültürel bir temelden yoksun olduğu, söylenemez.) Yine Buharî ve Müslim, Ebu Hureyre’den, İslâm Peygamberi’nin, “Eğer Benî İsrail olmasaydı, et kokuşmazdı. Eğer Havva olmasaydı, kadınlar kocalarına hiçbir zaman ihanet etmezdi” dediğini aktarır.

“Fitne” kaynağı oluşu, kadınların sıkı bir denetim altında tutulmalarını gerektirmektedir. Bu nedenle de hadislerin çizdiği ideal kadın tipi, kocasının izni olmadan evden çıkamayan, kocasından habersiz mal infak edemeyen, kocasının her nefsi kabardığında hazır, itaatkâr,[13] uysal, sade, imanlı kadınlardır. Örneğin “evde oturmaları” Kur’an ve hadislerle tavsiye edilmektedir: “Kadının tümü avrettir. Muhakkak kadın evinden çıkınca şeytan onu gözetir. Kadının Allah’a en yakın olduğu vakit, evinin derinliğine gömülü olduğu vakittir,” diye aktarıyor İbn-i Ömer, bir hadisi;[14] İbn-i Hibban’ın İbn-i Mesud’dan aktardığına göreyse, Muhammed Peygamber, şunları söylemiştir: “Kadının Rabbinin cemâline en yakın bulunduğu zamanı evinin derinliğinde bulunduğu zamandır. Kadının evinin açık bir yerinde namaz kılması, camide namaz kılmasından daha üstündür. Evin içindeki küçücük odasında kıldığı namaz ise evin içinde kıldığından üstündür.”[15] Bu durum, kadınların (türbanlı olarak da olsa) kendilerine mahrem olmayan erkeklerin bulunduğu “kamusal alan”da boy göstermelerini, çalışma yaşamına katılmalarını, günümüzde bile problematik hâle getirmektedir. Örneğin İslâmcı yazarlardan Ali Bulaç’ın henüz mürekkebi kurumamış şu sözleri:

“Tür olarak biz insanlar “tek bir nefisten (Nefs-i vahide)” yaratıldığımıza göre (4/Nisa, 1), kadın erkeğin öteki benidir. (…) Erkek-kadın ilişkisi, kadının toplumsal hayattaki rolü konularında beşeriyetin kadim örfü şu önermelere dayanır: Kadın-merkezli bir ev düzeninde annelik, tarihte alternatifi olmayan ailenin, dolayısıyla türümüzün devamını sağlar. (…)

Mantıki olarak şöyle düşünmemiz gerekmez mi? Evinde oturup fıtratına uygun yaşayan bir kadının para kazanma kaygısından, ölümcül rekabetin sürdüğü iş piyasasından uzak olması; ihtiyaçlarının, güvenlik ve meşru arzularının kendisini seven bir erkek tarafından karşılanması bir nimet değil mi? Bir kadının helal yoldan para kazanan öteki beni, yani erkek/eşi tarafından geçiminin üstlenilmesi onun rahatına değil mi? Küçük yaştaki çocuğu sabahın erken saatinde kreşe yetiştirmeye çalışan, akşama kadar müşterilerle, kendini bilir bilmez insanlarla boğuşan, saatlerce trafiğe takılan, alelacele kendini eve atıp yemek yetiştirmeye çalışan bir kadın mı daha avantajlı, yoksa yavrusu kucağında büyüyen, evini geniş vakitte düzene koyup, kalan bol zamanda hayır faaliyetlerine katılan, medeni-sivil etkinliklere katılan kadın mı? Çalışan kadın da evdeki kadın da aynı ev işini yapıyor. Ama çalışan kadının yükü iki kat.

Tabii ki hin-i hacette, kadın çalışsın; fıtri ilgilerine ve tabii yeteneklerine göre çeşitli alanlarda üretime katılsın, para kazansın. Ama bu ‘arızi’ olmalı. ‘Zaruret’ hâlinde kadın iki sorumluluğu üstlensin.

Böyle bir kombinezonda işsizlik asgariye iner. Eve daha çok para girer, refah seviyesi artar.”[16]

Kadının “ev hâli”ni yücelten İslâmcı erkek ideologlar arasında Ali Bulaç’ın yalnız olmadığı kaydını düşmeye gerek var mı?

Kadın ile erkek arasında bu coğrafyada kurulan zıtların (eşitsiz) tamamlayıcılığı fikri, gücünü birkaç kaynaktan almaktadır. Bunlardan ilki, dinseldir. Yukarıda da gördüğümüz üzere, Allah, kadınlarla erkekleri farklı (ve eşitsiz) yaratmakla kalmamış; aynı zamanda, erkeği kadın üzerinde buyurucu kılmıştır. Kur’an’da daha ender dile getirilen bu düşünceyi pekiştirecek devasa bir hadis literatürü birikmiştir zaman içerisinde.

Eril üstünlüğün ikinci meşruiyet kaynağı, “kültürümüz”e içkin oluşudur: bu “bizim” tarzımızdır; “biz”de “bacı, ana, evlat” olarak kadın çok önemlidir;  “Ağlarsa anam ağlar, gayrısı yalan ağlar”dır; kadın “yuvayı yapan dişi kuş”tur; “evi ev eden avrat (kadın), yurdu şen eden devlet”tir. Ama yine de doğrusu,  “karının karnından sıpa, sırtından sopa eksik etmemek”tir… Bir başka deyişle, kadın, erkek için çok önemli görevleri yerine getirir, ana olarak sıcak kucağında, dizinin dibinde büyütür onu, dertleriyle dertlenir. Avrat olarak onun yaşayacağı yuvayı düzenler,  yedirir, içirir, yatak görevlerini yerine getirir, hastalandığında, kocadığında ona bakar, çocuklarını doğurup yetiştirir; ve namusuna, şerefine asla ama asla hâlel getirmez. Bu atalarımızdan beri böyle gelmiş, böyle gidecektir. Feminizm, kadının birey olması, özgürleşme gibi “gavur icatları” bizi bozar yani…

Üçüncü kaynak ise, kadın-erkek ilişkilerinin “doğallığı”na ilişkin inançtır. Hatırlayacaksınız, söze başlarken İslâm ilahiyatçısı Profesör Alaaddin Başar’ın, ceylan-aslan mecazı üzerinden kurduğu kadınlık-erkeklik dikotomisini aktarmıştım. Kadın ile erkek, doğada da zıt (ve eşitsiz) tırlar. Erkeğin doğası saldırganlık, etkinlik, girişkenlik, mücadelecilik, kadınınki ise edilginlik, besleyicilik, boyun eğicilik, barışçılık vb.dir. “Doğal” nitelikleri, erkeği kadın karşısında üstün ve buyurucu kılmakta, ona kadını denetleme yetkisini vermektedir.. Doğa(-llaştırılmış) mecazlar(ı) (ceylan-aslan gibi) üzerine yaslanan bu gibi kurgular, kadın ile erkek arasındaki ilişkileri de doğalmış gibi gösteren, böyle sunan ideolojik inşalardır.

III) EKONOMİ-POLİTİK DÜZLEM

Buraya değin sıralamaya çalıştığım kültürel ve ideolojik münderecat, bu coğrafyada tarihsel olarak biçimlenmiş bir zihin haritasını, Ataerki’ni vermektedir bize.

Ancak ataerki, yalnızca kültürel ve/veya ideolojik bir biçimlenişten ibaret değildir. Bir başka deyişle, coğrafyamızdaki eril üstünlük genellikle yapılageldiği üzere, salt geleneklerle, kültürle vb. açıklanamaz. Ataerki, farklı iktisadî-siyasal sömürü ve tahakküm biçimlerine yaşarlık sağlayan bir iktidar formudur. Bir başka deyişle, kadınlar üzerindeki eril iktidar, ancak ve ancak bir ekonomi politikayla kaynaştığı, birleştiği zaman geçerli olur.

Eril iktidarın kökeninden söz ederken, onun hortikültüralist ve çobanlıkla geçinen kabile/soy toplumlarıyla ilişkisine yukarıda değinmiştim. Başka soy gruplarından aldıkları kadınların emekleri ve bedenleri üzerinde denetim edinen erkekler grubu, bir bakıma yeryüzünün ilk iktidar biçimini uygulamaktaydı. Bu erkin, Ön Asya’da kurulan erken devletlerde, yasalarla kurumsallaştığını birlikte izledik. Kadının emeği ve bedeni denetim altında tutulmalıydı çünkü o, mülkün sahibi olan erkeğin soyunu sürdürecek ve mirasını devralacak oğulların taşıyıcısıydı. Tarihin şafağında, toplumlar bir yandan efendiler ve köleler olarak ayrışırken, bir yandan da erkeklerle kadınlar arasındaki işbölümü, erkeğin başatlığı ve kadının ikincilliği demirden yasalarla tesis edilmekteydi. Bu nedenledir ki örnekler verdiğim Sümer ya da Babil yasalarının büyük bölümü, aynı solukta efendi-köle ve erkek-kadın ilişkileri üzerinedir. Ve bu nedenledir ki, özgür bir erkeğin karısının cinselliği kocasına münhasır kalmak üzere sıkı sıkıya denetim altında tutulurken, köle kadının “namus”u, ilişkinsiz bir konudur; köleye tecavüz etmek, onu almak, satmak, her şeyiyle kullanmak, tümüyle serbesttir.

Sıkça vurgulanan bir konu da, kapitalizmin pek çok geleneği geçersiz kıldığı ya da tarihe gömdüğü gibi, kadınların ikincilliğini de lağvettiği, günümüzde kadın sorununun neredeyse tümüyle sadece “geri kalmış” coğrafyalarda, ya da İslâmî gelenekli ülkelerde yaşandığını; buna karşılık Avrupa Birliği ve ABD gibi gelişmiş kapitalist ülkelerde kadınların özgürlüklerine kavuşmuş olduğudur. Kapitalizm kadını evinin dört duvarı arasından kurtararak kamusal alana çekmiş, onun eğitime, işgücüne, siyasete katılmasına olanak sağlamış, daha da önemlisi, mücadelelerine ve taleplerine kulak vererek kadın-erkek eşitliğini sağlamıştır.

Oysa veriler hiç de öyle söylemiyor… Örneğin,

“ABD’nin ulusal sendika merkezi AFL-CİO ile bir araştırma kuruluşu tarafından ortaklaşa yürütülen bir çalışma, kadınların eşit iş için aldığı ücretler erkeklerle aynı olsaydı, yoksulluk düzeylerinin yarı yarıya azalacağını gösterdi. ABD eyaletlerine göre yapılan bu araştırma, eşit ücret yasasının kabul edilmesinden 36 yıl sonra bile, Amerikalı kadın işçilere yönelik bu ayrımcılığın kadınlar açısından yılda 200 milyar dolarlık bir gelir kaybı anlamına geldiğini kanıtladı.

Yalnız yaşayan anneler eşit ücret alsa idi, gelirlerinde yüzde 17’lik bir artış olurdu ve nüfusun bu kısmında yoksulluk sınırında yaşayanların oranı yüzde 25’ten 12’ye düşerdi. Evli kadınların eşit ücret alması durumunda ise aile gelirlerinde yüzde 6’lık bir artış meydana gelir ve yoksul ailelerin düzeyi yüzde 2.1’den 0.8’e düşebilirdi. Son olarak, bekâr, çocuksuz kadınlar için eşitlik, gelirlerinde yüzde 13’lük bir artışa tekabül eder ve bu kategorideki yoksulluk düzeyeni yüzde 6’dan 3’e düşürürdü.

Kadınlara ödenen ücretler dünya çapında erkeklerin aldığı ücretlerin yüzde 50 ila 80’i arasındadır. Kadınların dünya çapında nafakalarını çıkartmak için yaptıkları çalışmaların ve ev işlerine harcadıkları emeğin ödenmeyen bedelinin 1995 yılında 11.000 milyar dolar olduğu tahmin ediliyor. Bu meblağda bir para ise, aynı yıl dünyada üretilen malların ve verilen hizmetlerin değeri olan 23.000 milyar doların yarısı anlamına gelmektedir. Kimi ülkelerde, bu arada bizim ülkemizde, kız çocukları erkek çocuklarına oranla ev işleri için yüzde 80 daha fazla vakit ayırıyorlar.”[17]

Dünyada üretimin yarıdan fazlasını kadınlar gerçekleştirmesine karşın, tüm mülkiyetin yüzde 1’ine sahip oldukları, sıkça tekrarlanan bir veridir. Bilge Seçkin Çetinkaya’nın kaleminden izleyelim:

Biz kadınlar dünyadaki işlerin üçte ikisini yapıyoruz, Bunun iktisadi karşılığı 11 trilyon dolar ve nerdeyse dünya gayri safi milli hasılasının yüzde 50’sidir. Dünyadaki gelirlerin yüzde 10’unu kazanıyoruz ve eğer bir ölçü ise ki anladığımız kadarıyla içinde yaşadığımız hayatın en önemli ölçülerinden biri dünyadaki mülkiyetin yalnız yüzde 1 bize ait. Dünyada bir dolar ve altını kazanan yoksullarının yüzde 60’ını, sayıları toplam 1.5 milyarı bulan yoksulların yüzde 70’ini kadınlar oluşturuyor. Bu arada ev içinde harcadığımız ve bir başka emekçiyi yeniden sömürülmeye hazır hâle getirdiğimiz emeğin istatistiklerde “görünmez” olduğunu belirtmekte fayda var.

Tüm dünyada 2007’de kadınların parlamentolarda temsil oranı yüzde 17. BBC’nin raporlarına göre İngiltere’de en yüksek sermayeli şirketlerin yöneticilerinin sadece yüzde 10’u kadın. Japonya’da şirket yöneticisi kadın oranı yüzde 1. Kaliforniya’da büyük şirketlerin karar verici mekanizmalarında her 10 erkeğe karşı sadece 1 kadın mevcut. Dünya ölçeğinde kadınlar yönetim pozisyonlarının sadece yüzde 14’üne yüksek düzeyde yönetici kadroların yüzde 6’sına sahipler…[18]

ABD’de her yıl 4 milyon kadının şiddete uğradığı, ya da 15 saniyede bir, bir kadının dayak yediği, her yıl 700 bin kadının tecavüze uğradığı da her 8 Mart arefesinde dökülür gazete-dergi sayfalarına… Tabloyu tamamlamak için, dilerseniz, Birleşmiş Milletler (BM) Kadına Karşı Şiddet Özel Raportörü Prof. Dr. Yakın Ertürk’ün İsveç’te şiddet gören kadınların durumunu irdeleyen raporuna bir göz atalım:

İsveç’te son 10 yılın en yüksek şiddet olaylarının yaşandığı belirtilen raporda, Suç Önleme ve Araştırma Komisyonu tarafından yapılan son araştırmalara göre özellikle kadına yönelik şiddet oranında yüzde 20 artışın söz konusu olduğu vurgulanıyordu. “Raporda, kadın sığınma evlerinin arttırılması gerektiğine dikkat çekilirken, kadına yönelik şiddetle ilgili akademik çevrelerle ortak bir çalışma başlatılması isteniyor. İsveç Polisi’nin raporda yer alan bilgiler ışığında harekete geçmesi için Eylül’de yapılacak İsveç genel seçimleri beklediği üzerinde duruluyor. Kadına yönelik şiddetle ilgili olarak ellerinde bütçe olmadığını söyleyen polis, ancak genel seçimlerden sonra ayrılacak bütçeye göre hareket edebileceğini söylüyor.”[19]

Şu hâlde bırakalım ABD’nin kıran kırana kapitalizmini, İsveç’in “sosyal demokrat” kapitalizmi dahi, kadınlara eşitlik bir yana, “can güvenliği” sağlamada zorlanıyor.

O zaman, olan nedir?

Kanımca şu:

Kapitalizm, bilindiği üzere, bir eşitsizlikler rejimi. Üstelik ona hayatiyet veren eşitsizliklerin tümünü kendi yaratmış değil; kapitalizm, tarih sahnesine çıktığında insanlar arasında mevcut eşitsizlikleri kendi rasyonelleri doğrultusunda yenide örgütleme becerisini gösterdi.

Örneğin kır-kent eşitsizliği, topraklarını yitirerek ekmek için kentlere göçen köylü yığınlarının, buharla çalışan makinelerin gereksindiği işgücünü sağlamasına olanak verdi.

Merkantilist evrede biçimlenen “metropol-çeper” eşitsizliğiyse, doğmakta olan kapitalizme Avrupa-dışı dünyada muazzam doğal kaynaklar, kölelik koşullarında çalıştırabileceği sınırsız bir işgücü, zaman içerisinde uçsuz bucaksız bir pazar sağladı.

Peki, kapitalist sistemin kadın-erkek eşitsizliğinden devşirdiği yarar nedir?

Birkaç tane… Öncelikle, düşük statüleri, kanaatkâr sosyalizasyonları ve haklarındaki kökü derinlerde önyargılar nedeniyle, kadınlar, dünya ölçeğinde ucuz işgücü kaynağını oluşturmaktalar. Dünyanın bütün ülkelerinde, kadın ücretlerinin, hem topyekûn olarak, hem de aynı işi yaptıkları erkeklere göre, daha düşük olması, bunu net bir şekilde gösterir. Bizatihî TİSK (Türkiye İşverenler Sendikası Konfederasyonu) raporuna göre, “OECD ülkelerinin tamamında erkeklerin ortalama ücretleri kadınlara göre daha yüksektir. Ortalama fark yüzde15 civarında olup bazı ülkelerde yüzde20’yi geçmektedir. Kore, Japonya, Almanya, İsviçre, Kanada ve ABD’de erkeklerin ortalama ücreti kadınlarınkinden yüzde20’nin üzerinde daha fazladır.”[20]

Ücret (ve genelde gelir) eşitsizliklerinin yanı sıra, kadınlar, kayıtdışı çalışanların, yine yeryüzü ölçeğinde çoğunluğunu oluşturmaktadır. Bir fikir vermek için vurgulayayım, Türkiye’de çalışan kadınların yarıdan fazlası (yüzde 57.5) kayıtdışı iken erkek çalışanlarda bu oran yüzde 37.4’tür,[21] ve ülkemizin bu alanda dünya standartlarını yakaladığı söylenebilir!

Şu hâlde, düşük ücretler, güvencesiz işler ve kötü koşullarda, her türlü sosyal güvenlik getirisinden yoksun olarak çalışmaya razı, itaatkâr işgücü olarak kadınlar, kapitalist sistem açısından eşsiz bir girdidir.

Ama bu kadarla kalmaz. Kadınlar, aynı zamanda ücretsiz ev işçileri olarak da, erkek işgücünün maliyetinin düşürülmesine katkıda bulunmaktadır. Eserip beseren, yoktan var eden, ekmeğin ucuzunu almak için Halk Ekmek’lerin önünde kuyruk bekleyen, akşam vakti pazardan sebze artıklarını toplayan kadınlar, böylelikle hane halkının maliyetini düşürmekte, ücretlerde ve diğer sosyal haklarda yapılan kesintilerin yaratacağı toplumsal tepkileri massetmektedirler.

Bu da yetmez: evde torunlarına bakan büyükanne, hasta ebeveynlerine ya da kayınlarına bakan, uzaktaki kaynaktan su taşıyan gelin, devleti altyapı yatırımlarından ve sosyal bütçedeki “yükler”den kurtararak kaynakları özel sektöre yönlendirmede elini serbest bırakmaktadır.

Bir başka deyişle, kadınlar, “geleneksel” rol ve yükümlülükleriyle, kârlı olmayan kamu hizmetlerini üstlenerek, kaynak yaratmaktadır.

Kadının ikincil rolünün bir başka yönü de, onun “tüketim toplumu”nun birincil aktörü kılmıştır. Bedenini, evini, annelik “görevleri”ni, “karılık görevleri”ni sınır tanımayan bir rekabet ve tüketim oyununa dönüştürmüştür: yeryüzündeki gündelik tüketimin büyük bölümü kadınlar tarafından gerçekleştiriliyor: mutfak için ayrı, banyo için ayrı, salon için ayrı deterjanları, makyaj malzemelerini, bebek-çocuk ürünlerini, giysileri, mobilyaları, bir düşünmek yetecektir…

Bir adım daha atalım mı? “Soyulmuş muz” kıvamındaki kadın görüntüsü, erkeklerin kıran kırana rekabet dünyasındaki “ödül”leri olarak da sistemi desteklemektedir. Evet, çok çalışan, patronlarına çok kazandıran CEO’nun “ödülü”, onun hırsının sönümlenmemesinin güvencesidir.

Ve nihayet, kadın, bedeniyle bir “iktisadî girdi”dir; para aklama mekanizmaları aracılığıyla eninde sonunda “yer üstüne” çıkan, legal kapitalizmin yasadışı ikizi, kara para ekonomilerinden söz ediyorum. Mafya’nın en gözde alanlarından birinin fuhuş sektörü olduğunu, Güneydoğu Asya ülkelerine küçük kız çocuklarıyla ilişki kurmak üzere turizm seferleri düzenlendiğini bilmeyen var mı?

Şu hâlde, tek şiarı “kâr, daha çok kâr” olan kapitalist sistem, kadın-erkek eşitsizliğinden nemalanmaktadır ve bu eşitsizliği bertaraf etme niyet ve yetisinden yoksundur.

 

IV) NİHAYET

 

“Erkek burjuvazidir, karısıysa

proletaryayı temsil eder.”[22]

 

Şu hâlde, söze başladığımız tabloda, yani “rüyamda karımı soyunurken gördüm, kendimi kaybettim,” “İnternette karımın kazağına benzer kazak giymiş bir kadın başkasıyla sevişiyordu, dayanamadım,” “Oruçluydum, iftar vakti yemek hazır değildi, sonrasını hatırlamıyorum…” hunharlığının gerisinde, kültür, ideoloji ve ekonomi-politiğin birbirini payandalayarak iç içe işlediği bir mantık yatıyor. Erkeklerin kadın(lar) karşısında kendilerini mutlak olarak üstün ve (öldürme/yaşatma hakkı dahil) her şeye ehliyetli hissetmelerinin gerisinde yatan “iktidar” nosyonu, yani ataerki, her adımında eşitsizlik üreten ve eşitsizlikleri derinleştiren bir ekonomi-politika, kapitalizm tarafından desteklenmekte.

Bütün bunlar ne anlama mı geliyor?

Şu: Kadının kurtuluşunu hedefleyen bir perspektif, üç düzlemde mücadeleyi göze almak durumundadır: kültürel, ideolojik ve iktisadî-siyasal.

Bir başka deyişle, kadının özgürlüğünü ve eşitliğini hedefleyen bir hareket, bir yandan gündelik ilişkilerimizi biçimlendiren kültürel pratikleri dönüştürme çabasına girmeli, bir yandan eşitsizliği meşru gösteren bütün söylemlere karşı ideolojik mücadele vermeli… ama aynı zamanda, kadın eşitsizliğini ve kadınların ezilmesini kendisi için bir “girdi”ye dönüştüren kapitalizme karşı mücadeleyi de göze almalıdır…

Ataerkini tarihin çöplüğüne atmak, inanın başka türlü mümkün olmayacak…

 

9 Şubat 2011 11:56:47, Ankara

 

N O T L A R

[*] 25 Şubat 2011’de Akdeniz Üniversitesi (Antalya) ‘Sosyal Düşünce Topluluğu’nun düzenlediği söyleşide yapılan konuşma Avustralya’da Türkiyeli Göçmenlerin 8 Mart 2011’de Mildura, 12 Mart 2011’de Sdyney’de düzenledikleri konferansta yapılan konuşma…

[1] Simone de Beauvoir.

[2] “Karım ve Kızım Rüyamda Soyunuyordu, Öldürdüm”, Cumhuriyet, 25 Kasım 2010, s.10.

[3] Özlem Güvemli, “Erkeklerin Sevgisi Günde Üç Kadını Öldürüyor”, Cumhuriyet, 25 Kasım 2010, s.10.

[4] “Ağustos Ayında Onlarca Kadın Öldü”, Etkin Haber Ajansı, 6 Eylül 2010, http://www.etha.com.tr/Haber/2010/09/05/ kadin/agustos-ayinda-40-kadin-oldu/

[5] “2010’da 220 Kadın Katledildi”, Cumhuriyet, 29 Ocak 2011, s.8.

[6] “Culture”, Social Science Encyclopedia, http://www.bookrags.com/tandf/culture-7-tf/.

[7] Margaret Mead, Sex and Temparement in Three Primitive Societies, 1935.

[8] J. G. Peristiany (der.), Honour and Shame: The Values of Mediterranean Society,1966.

[9] Prof. Dr. Alaaddin Başar’dan aktaran: Ahmet İnsel, “Muhafazakâr Demokratın Sınırı: Eşitlik”, Radikal İki, 25 Temmuz 2010, ss.1-4.

[10] Claude Meillassoux, Femmes, Greniers et Capitaux, Maspero 1975.

[11] Scott Coltrane, Gender and Families, Altamira Press, 2000, s.41.

[12] Maurice Bloch, “Ideology”, Encyclopedia of Social and Cultural Anthropology, http://www.bookrags.com/tandf /ideology-16-tf/.

[13] Muhammed Peygamber’in, “Eğer ben, herhangi bir kimseye başka bir mahlla secde etmesini emretseydim, muhakkak ki, kadına, kocasına secde etmesini emredecektim. Böyle bir emri de kocanın zevcesi boynunda bulunan hakkının büyüklüğünden verecektim,” dediği rivayet edilir. (Ali Arslan, Kadınlara Hitap, Hadis-i Şerifler, Arslan Yayınları, 1973, s.193).

[14] a.y. s.46.

[15] a.y. s.193.

[16] Ali Bulaç, “Kadın İstihdamı”, Zaman, 1 Mayıs 2010.

[17] Deniz Özgür, “Rakamlarla Kadınlar”, Ürün İnternet Gazetesi, http://www.urundergisi.com/makaleler.php?ID=148.

[18] Bilge Seçkin Çetinkaya, “Kadınlar Yoksulların En Yoksul Bölümü”, Birgün, 8 Mart 2010, s.4

[19] “İsveç’te Kadınlara Yönelik Şiddet Arttı”, Uçan Süpürge, 7 Temmuz 2006, http://www.ucansupurge.org/arsiv/www.ucansupurge.org/indexa002.html?option=com_content&task=view&id=3174&Itemid=73

[20] TİSK, OECD Ülkelerinde Kadınlar ve Erkekler, http://www.tisk.org.tr/yayinlar.asp?sbj=ic&id=2698.

[21] “Kayıtdışı İstihdamda Patlama”, Muhasebe Dergisi, http://www.muhasebedergisi.com/sosyal-guvenlik/kayitdisi-istihdamda-patlama.html.

[22] F. Engels.