Anasayfa , Köşe Yazıları , “İtleri Sokağa Salıp, Taşları Bağlamak”- Metin Ayçiçek

“İtleri Sokağa Salıp, Taşları Bağlamak”- Metin Ayçiçek

metin aycicekNe zaman “Türkiye” denilse, hani karlı bir kış gününde gittiği bir köyde köpeklerle kuşatılan Bektaşi’nin o sözleri gelir aklıma. Buz tutmuş zeminde hangi taşa elini atsa koparamaz yerinden ve hayıflanır: “Ne biçim bir ülkedir bu ülke? İtleri salmışlar ortaya, taşları bağlamışlar.”
Memleketimin hallerinin erenlerce tanımı tam da budur işte.
><><><><><><
Üniversitede rektör yardımcısı Prof. Dr. Bülent Arı okuma oranı arttıkça kendisine afakanlar bastığını; cahil, okumamış halka daha çok güvendiğini söylüyor bir TV programında. Cübbeli namlı bir din soytarısı “kız çocuklarını okula göndereninin kâfir olduğu” fetvasını veriyor da kimse dokunamıyor bu murdara. Cumhurbaşkanı’nın ucube karısı Osmanlı’nın harem sistemini öğütlüyor kadınlara da yüzüne tüküren olmuyor. Saraylı Diktatör, “ben olmazsam devlet olmaz” diyerek yapıyor sistem devletinin hırsızlık, yolsuzluk, katliam bilcümle özellikleriyle tanımını. Aileden sorumlu bakan olacak şehvet satıcısı, Karamanda Ensar Vakfı çatısı altında 45 erkek çocuğa tecavüz vakasında işi sayıya bağlayarak “bir kere rastlanmış olması, hizmetleriyle ön plana çıkmış bir kurumumuzu karalamak için gerekçe olamaz” diye konuşabiliyor.
“Barış çağrısı” yapan akademisyenler devlet takibi altına alınıp kimisi tutuklanıp çoğu işinden kovulurken, içlerinde Tarık Akın gibi isimlerin yer aldığı 283 “ulusalcı sanatçı” yayınladıkları bildiri de “ülkemizi yangın yerine çeviren bölücü teröre karşı birleşiyoruz. Tüm sanatçı dostlarımızı, yazarlarımızı ve aydınlarımızı Mehmetçik ile omuz omuza olmaya çağırıyoruz” diyerek “Kürtlere karşı savaşa devam” çağrısı yapabiliyor.
Ve devlet güçlerinin maharetiyle oluk oluk kan akarken içerde; ve dışarıda dünyanın bütün ülkeleri tarafından tecrit edilmişken ülke; katliam ve tecavüz çeteleri haline dönüştürülmüşken ordu, her zaman “barış” demesi gereken sanatçılar cinayete destek amaçlı bir de konser düzenleyecekler.
Bu ipini koparmış mahlûkat sürüsü, sokakları doldurmuş. Ve bir bütün olarak tutsak edilmiş ülkenin bütün taşları.
><><><><><><
“Hukuk devleti mi?”
Beni ilgilendirmiyor âsâr-ı atikalık bu tür içi boş cafcaflı sözler. Sömürgeci bir devletin hukuku sömürgeciliğin devamını sürdürmekten başka bir şey olamaz. Hukuk, mevcut sistemin egemenleri tarafından belirlenen bir düzenlemedir. İç Güvenlik Yasası gibi yasaları içerisinde barındıran bir hukukun varlığı ya da yokluğundan daha önemli olan şey, “hukukun kimin hukuku” olduğu sorunudur.
Sömürgeci bir devlette hukukun varlığı herkes için özgürlüğün, herkesin eşitliğinin, herkese adaletin teminatı değildir. Bu ülkede hukukun tek amacı vardır: Sömürgeci-kapitalist devletin varlığını sürdürmek. Bu nedenle bu ülkede Peker gibi leş yiyicileri devletin en yakın elemanı ve en azılı ırkçılardır. Çatlı gibi acımasız katiller devletin öz milliyetçileridir.
Türkiye Cumhuriyeti devletinin yönetim organlarında yer alan hukukçuların hepsinin faşist eğilimde olmaları elbette bir rastlantı değildir. Bu uyumun sağlanması içindir “Kürt halkının biricik görevinin Türk’e hizmet etmek olduğunu” açıktan ilan edebilmiş aşağılık bir ırkçı olan Mahmut Esat Bozkurt’un sömürgeci Türkiye Cumhuriyeti’nin hukuk sisteminin kurucu Adalet Bakanı olması. Bugün Tayyip’in hassa ordusu Özel Hareket güçlerinin Cizre’de bombaladıkları evlerin duvarına astıkları “Ya biat et, ya terk et!” sloganının mucididir Bozkurt.
“Saygın devletlû hukukçu” Ahmet Necdet Sezer “sistemin korunması için” Anayasayı aykırı bir yoruma tabi tutabilmiştir. Adalet Bakanı hukukçu Hikmet Sami Türk, “devletin bekası” amaçlı “Hayata Döndürme Operasyonu” adıyla düzenlenen cezaevi katliamlarının başkomutanıdır. Tayyip’in kuzusu Dursun, aslında hukuk profesörü unvanlı bir siyaset soytarısıdır. Yaratılmak istenen yeni sistemin Mahmut Esat Bozkurt’u olmayı seçmiştir kendine.
Hukuk sistemden kopuk olamaz ve hukuk devleti sözü de sistemden bağımsız olarak elbette düşünülemez.
><><><><><><
Bu devlet bir yandan “barış süreci” masalını sürdürürken öte yandan cezaevlerini Kürt çocuklarıyla doldurdu. Hasta tutukluların cezaevlerinde çürüyerek ölümünü seyretti. Katliamlarını artırarak sürdürdü. Savaşa hazırlandı. IŞİD gibi örgütlere hamile kaldı ve doğurdu.
“PKK’nin silah bırakması mı?”
Orada dur: Söz konusu ülke İttihat Terakki katillerinin mirası üzerinden inşa edilmiş antidemokratik bir Cumhuriyet, sömürgeci bir devlet ise, “dalga geçmeyin benimle” derim?
Gandi mi örnek, İspanyol sömürgeleri mi? Hiç biri!
Sömürge Hindistan kırsalında İngiliz sömürgecilerine yaşam hakkı tanımayarak onları kentlere kapatan silahlı güçlerin kararlı eylemlerini görmezlikten gelerek, Hindistan’ın bağımsızlığını sadece Gandi’nin pasif oturma eylemleriyle sınırlanmış bir mücadele masalı içerisine sokmaya çalışmak tarihin egemenlerce tahrifatıdır.
Afrika’da sömürgelerin verdiği savaşın sömürgecilere “astarı yüzünden pahalıya gelmesi” halidir ki, diktatör Salazar askeri darbelerle yıkılabilmiştir. Salazar karşıtı darbe, tankların namlularına takılan karanfiller nedeniyle “silahsız” devrim diye tanımlanmıştır.
Bu ülkede doksan yıldır sürmekte olan kanlı terör sadece devlet terörüdür. Ermeni Soykırımı da, Dersim Katliamı da, 28 kez uygulanan Kürt katliamları da, Maraş da, Sivas da, oluşumunda kardeşkanıyla beslenen sapık bir iktidar kültürünün ürünüdür. Ve biliyoruz ki, demokratik yolların bütünüyle kapatılmış olmasından dolayı kendini asla ifade edemeyen bir hak savaşının sadece iki seçeneği vardır: Ya teslim olarak kasabın bıçağının altına yatmak, ya da kendini sistem hukukun izin vermediği alanların dışında ifade etmek.
Başta ki soruyu yanıtlarsak:
“Hayır! Tersine, artık bu ülkede kişisel can güvenliği için bile, bütünüyle silahlanmak gerekli ve zorunludur.”
(Umut Gazetesi-25.03.2016)