Anasayfa , Köşe Yazıları , İSYANA DÖNÜŞ(EME)YEN İTİRAZ VEYA MÜSLÜM GÜRSES HİKÂYESİ (Mİ?) – TEMEL DEMİRER

İSYANA DÖNÜŞ(EME)YEN İTİRAZ VEYA MÜSLÜM GÜRSES HİKÂYESİ (Mİ?) – TEMEL DEMİRER

İSYANA DÖNÜŞ(EME)YEN İTİRAZ VEYA MÜSLÜM GÜRSES HİKÂYESİ (Mİ?) – TEMEL DEMİRER

“İyi şeyler seçim yapmayı zorlaştırır.
Kötü şeyler seçenek bırakmaz.”[1]

İlkay Tuna’nın ifadesiyle, “Film gibi, filmi yapılan bir yaşamdı Müslüm Baba”nınki.[2]

Onu, bu denli “önemli” kılanın bilgisi; elbette dikkate layıktır. Çünkü “Bilgi, bilinmezin girişidir. Anlamsızlık, olabilir her anlamın sonucudur.”[3]

O hâlde “anlamsız” olarak addedilen de “anlam”la ilintiliyken; Andrey Tarkovski’nin, “İnsanın asıl sorunu, anlama dairdir,” saptamasını “es” geçmemekte büyük yarar vardır.

Bu çerçevede, kimilerinin “önemsiz”, “gereksiz” bulduğu “Müslüm Baba”nın hikâyesine eğilmek, sosyolojik açıdan elzemdir.

“BABA”NIN HİKÂYESİ

Şarkılarından birinde, “Kapansın camiler, açılsın meyhaneler” cümlesi geçtiği için kasetleri toplatılan; ve bu yönünü de çoğu kimsenin bilmediği Onun hakkında tevatür muhteliftir; şöyle ki…

“İsyankâr şarkıcı”…

“Varoşlar gerçeğinden kaynaklanan bir çığlık”…

“İsyanın sesi”…

“Mezopotamya varoşundan gelen hüzünlü bir adam”…[4]

“Varoşlarındır, mahalleli gençlerindir, ağır ağabeylerindir”…

“Halka gerçek hizmeti yapan adamdır”…

“Karizma sözcüğünün ete, kemiğe bürünmüş hâli”…

“Pop, rock, jazz, blues hiç farketmez hepsini kendine has yorumuyla seslendirir”…

“Derin bir kişidir, iyi de bir şarkıcıdır, pop coverları ile geniş kitlelere ulaşmıştır”…

“Şarkı söylemek için doğmuş bir insan”…

“Yumruk gibi oturur boğaza şarkıları”…

“Sesi gerçekten çok güzel şarkıcı”…

“Şarkısına ruhunu veren ender yorumcu”…

“Müziği kendine özgü, yorumu ve sesi eşsiz”…

“Sahneye kalbiyle çıkan biri”…

“Mürşid Karakterli” (Adnan Oktar)…

“Mütevazı kişiliği ile diğer sözde şarkıcılara sanatçı nasıl olur cümlesini göstermiş sanat meleği”…

“Kendisini anlayamayanlara inat yoluna devam eden büyük sanatçı”…

“Hayal kahramanı”…

“Gönül adamı, şaraba yahut rakıya en çok yakışan meze”…

“Türkiye’nin Leonard Cohen’i”…

“Santana’nın gençlik hâlini andıran”…

“Türkiye’nin Bob Marley’i”…

“Arabesk’in Jim Morrison’ı”…

“Türkiye’nin Frank Sinatra’sı”…

“Asrımızın Karacaoğlan’ı”…

“Turkish Blues”…

“Sesinin artık şarkılara yetmediği efsanevi sanatçı”…

“Peygamberler 28 tane, Müslüm baba bir tane!”

“Bu ülkede iki tip insan vardır: Müslümcüler, gayri-Müslümcüler…”

“Olmayan hiçbir şeyin olmadığı” tevatürler deryasında; “Bir gün herkes Müslümcü olacak” denirdi; ancak, herkes Müslümcü olmadı, piyasaya entegre edilen Müslüm herkesçi oldu…

Yani Müslüm Gürses dinleyici profili, “Kente adapte olmakta zorlananlar, varoşların umutsuzları, hor görülenler”in isyanından gelip, tüketimciliğe giden yolda hızla ilerledi…

Bu elbette aşama, aşama oldu… 1. aşamada: Müslüm Gürses “Tu kaka”ydı; 2. aşamada: Müslüm Gürses “Kaka da olsa arkasındaki kitle çok sadık, sosyal bir olgu” dendi; 3. aşamada Müslüm Gürses “Aslında iyi şarkılar da yapıyor hani”ye geçildi; 4. aşamada Müslüm Gürses “Külttür” dendi; 5. aşamada Müslüm Gürses “Entelektüellere de konser versin” ufkuna erişildi; 6. aşama Müslüm Gürses “Farklı tarzdaki şarkıları yorumlasın, biz onu sevdik kendimize benzetelim”e ulaşıldı; böylelikle de “İsyankâr”ın yerine düzen içi ikame edildi.

Piyasaya eklemlenen “Müslüm Baba” imajı da -kendini- paramparça etti.

TGRT’de talk show programı yapan şarkıcılar kervanına katılıp; “Filli Boya en güzel boya” reklamına; Akbank ihtiyaç kredisi reklamlarında “İhtiyacım var” temalı şarkıyı seslendirmeye; Panda reklamındaki o hâle dek iyiden iyiye reklam oyuncusu olurken; “karizması” da yerle yeksan oldu…

Özetle düzenin beyazlaştırdığı siyahi; Gülhane Parkı’ndan Cemal Reşit Rey’e transfer oldu.

O gerçekten “İsyankâr” mıydı?

Yorum muhtelif olsa da; ayrılık sonrasında, ‘Hasret Rüzgârları’nı; aşk acısı çekerken, ‘Senden Vazgeçmem’ ile ağlarken ‘Bir Avuç Gözyaşı’nı; isyan ederken de ‘İsyanım Var’ı haykıran Müslüm Gürses “İsyankâr” denilenlere mal edildi; böyle sunuldu…

Bu konuda “Müslüm Gürses’in bizatihi kendisi bir isyandır. Varlığı ve gördüğü kabul, özel yaşamlarında klasik Türk musikisi dinleyip on yıllarca yerli müziği yasaklayanların zihniyetine bizatihi isyankârlıktır. Bu muazzam boşluğun içinden büyüyen dip dalgalarıyla gelmiştir. Müslüm Gürses (Orhan Gencebay ve birkaç nitelikli yorumcu-besteci)’lerin önümüze getirdiği müzikal birikim, gecekondulaşmayla, yirmi milyona vuran İstanbul’un yönetimini, giderek merkezi yönetimi üstlenmiş ‘dindar/ köylü/ taşralı/ demokrat/ elit/ devrimci/ muhafazakâr’ yeni kadrolarla, AB ile müzakereleri yürüten bir dindar/ muhafazakâr iktidarla, birinci ligde fırtınalar estiren bir Gençlerbirliği veya Eskişehirspor’la birlikte düşünülmelidir.

Düşünülmesi unutulan bir başka ‘mesele’, Müslüm Gürses’in Frank Sinatra gibi nice icracıyı cebinden çıkaran olağanüstü yorum yeteneğine ve ses aralığına sahip oluşudur…

Gürses’i üç Türkiyeliden birinin sevmesi, sevenlerin ‘niteliksizliğiyle, banallığıyla ve köylülüğüyle’ açıklanabiliyorsa, bu ülkede meşru bir iktidara muhalefet etmenin biricik yolunun ‘askeri göreve çağırmak’ oluşuna ve bunu eski Maocuların, sosyal demokrat ana muhalefet partisinin yapmasına şaşmamalı…

Müslüm Gürses’in bize söylediği en değerli şey, garipler şarkısında ifadesini bulan ve Babaileri, Şeyh Bedreddin’i hatırlatan, mazlumların, mağdurların, haksızlığa duçar olmuşların sesi olan, ‘hor görülenlerin tanrım, isyanıdır bu/ sevip sevilmeyenlerin isyanıdır bu/ düzensiz dünyanın günahıdır bu/ yakarsa dünyayı garipler yakar’ haykırışıdır,”[5] tespitiyle Sadık Yalsızucanlar (fazla!) “iddialı” laflar etti…

Aslında Müslüm Gürses’in dinleyici kitlesinden hareketle edilen bu tür “iddialı” laflar; kente uyum sağlayamayan (geçiş süreci) varoşların(ın) sosyolojik tezahürü üzerinden, gerçeğini zorlayan “teorizasyonlar”a yönelir ki, soru(n) da buradadır.

Evet Müslüm Gürses, kah ‘Garipler’ adlı parçasında “Hor görülenlerin tanrım, isyanıdır bu/ sevip sevilmeyenlerin isyanıdır bu/ düzensiz dünyanın günahıdır bu/ yakarsa dünyayı garipler yakar,” diyerek; kah ‘İtirazım Var’ parçasında “Ben hep yenilmeye mahkûm muyum?/ ben hep ezilmeye mahkûm muyum/ itirazım var bu zalim kadere,” diyerek hitap ettiği sosyolojik kesimin itirazını dile getirmiştir.

Müslüm Gürses konserlerinde de söz konusu kitle, sığınacağı, kendisine kızılmayacağını bildiği ender bir yer bularak, hayata karşı duyduğu öfkeyi kendi vücuduna yönlendirip, kendisine ciddi biçimde zarar vererek “ortaya” koymuştur.

Bu süreç köyden kente; olabildiği kadarıyla da kent çeperlerinin taşralaştı(rıldı)ğı (60’lı yılların sonundaki) güzergâhtı.

O dönem büyük kentlere göç desteklenmiş, hatta seferberlik hâline dönüşmüştür. Onlar, yani göç edenler; bu durumdan memnundur ilk başlarda. Öyle ya; kentli olmak; modern hayatın ışıltıları ve çocuklarına daha iyi bir gelecek demekti. Ama bu kahrolası kentin içinde kaybolup gitmek de vardı. Çünkü, çoğu zaman ne iş vardı ne aş, ne de insanca yaşam olanakları…

Bu yüzdendir ki durmaksızın kederlenen hayatlar çıkacaktı ortaya! İşte bu dışlanmışlık, bu bir türlü suyun üzerinde duramama hâli, kendi tesellisini yaratacaktı. Hem de bir müzik akımı ve yaşam biçimiyle… İşte, büyük kentlerin monoton yaşamının değiştiği, dış mahallelerden içe doğru canlılığın başladığı bu tarihlerde, 1969’da…

Müzikçiler çarşısında bir ses yükselir… Ses, yaralı gönülleri çelmektedir; “sevda yüklü kervanlar, senin kapından geçer…” Herkes birbirine sorar, kim bu? Sesin sahibi Adanalı delikanlı Müslüm’dür. Plağın satışı, bir anda üç yüz bine ulaşır, bu satış, müzikçiler çarşısı için beklenmedik, dudak uçuklatan bir rakamdır…

Kentin içinde yolunu bulamayanların kederini, öfkesini taşır bu sözler. Ama şarkılarda ve sahnedeki durusunda kabullenme ve boyun eğme de vardır. Çatışmalar, çelişkiler, aşk üzerinden dillendirilir… Kız zengindir oğlan fakir, bu yüzden kavuşamamıştır. Ya da tam tersidir. Kırık, dökük bir sevdadır anlatılan, ama ihanet hep öteki taraftan gelir, yani zenginden, yani kentin anahtarını elinde tutandan. Müslüm Gürses repetuarı, isyanı, kahrı, acıyı, aşkla tamamlamaya çalışan ama bunu yaparken biraz daha acı çoğaltan şarkılardır.

Bir yanıyla Orhan Gencebay, Ferdi Tayfur, Hüseyin Altın, Hakkı Bulut, İbrahim Tatlıses, vb’lerini andıran Müslüm Gürses piyasaya uyarlandıkça ne popçu, ne arabeskçi, ne rockçı ya da hepsi birden veya hiçbir müzik türünde bir şey yap(amay)an bir noktaya evrildi.

Hele o Murathan Mungan şiirlerini seslendirtmeler (bir bale yaptırmadıkları kaldı), cidden çok saçma ve yersizdi. Bir arabesk sanatçısı olarak bıraksalar, bugün o son yıllarda kaybettiği asıl dinleyici kitlesini de hiç olmazsa kaybetmeyecekti.

Evet Murathan Mungan’ın okkalı desteğiyle arabeskin cazını yaptı(rıldı).

Malum Murathan Mungan’ın deyişiyle şarkılarını gırtlaktan söylemeyen; şöyle bir aşağı indiren, ciğerlerinde dolaştırıp yüreğinden çıkaran Müslüm Gürses; İstanbul için iftar vaktinde atv haberde ezan okutulandı da aynı zamanda…

Özetin özeti sonunda Onu da pop simgesi yapmayı başardılar. Kolasy mı? Önce pop müzik, sonra reklamlar, en son da ezan okudu Müslüm Gürses

O değil miydi; “Neredeyse gelecek ömrümün sonu, gönlümce tek bir gün yaşayamadım” ile itiraz eden; evet artık değildi!

“Eski” Müslüm Gürses hayranlarının “Murathan’ı bırak, yuvaya dön” diye isyan ettikleri “Baba”, baba olmaktan çıkıvermişti.

Evet verdiği her konser olaylarla başlıyor, olaylarla bitiyordu.

Gülhane Parkı, adeta mezbahaya dönüyor, hayranları kendilerini jiletliyor, hatta isyan öyle bir boyuta geçiyordu ki hayranları nedense birbirlerini bıçaklıyor, konserler iptal ediliyordu.

Bir araştırmaya göre çalışan nüfusun 5’te 1’i “Müslümcü” idi.

Demek ki çalışan nüfusun beşte 1’i yaralıydı. Askerde nöbet bekleyenler, kader mahkûmları, gece işçileri, benzin tüketmesin diye vitesi yokuş aşağı giderken “Ecevit Vitesi”ne geçenler Müslümcü’ydü, itirazı olanlardı. Ancak ‘İtirazım Yok’tan, ‘İhtiyacım Var’a yöneliverdi…

Yıllar sonra ‘İtirazım Var’ı perakende günleri kapsamında ‘İhtiyacım Var’a çevirdiğinde, tüketim toplumuna hizmet etmeye karar vermişti.

Mahalle aralarının, modifiyeli ucuz arabaların, içkili, uyuşturuculu âlemlerin sesiyken; artık piyasa kurallarına göre oynayacaktı oyunu. “İhtiyacım var şu uzun tatile/ ihtiyacım var bir güzel perdeye/ dünyanın bilgisine/ yeni bir elbiseye/ mutlu günler görmeye/ ihtiyacım var” liste uzundu, perdeler, lcd televizyonlar.

Toplum tüketirken, Müslüm Gürses de tüketimin sesi olunca fanatikleri kusuyordu. Magazin programlarında mikrofonlar uzatılınca; “Çocuklar, aslında bu işler bize göre değil, hah hah ha değil mi ama” diyerek bir şekilde özür diliyor, ikna konuşması yapıyordu.

Dere akarken testiyi doldurmaktaydı, gerisi teferruattı.

HAYATI

Arabesk müziğin “Baba”sı Müslüm Gürses, 7 Mayıs 1953’te Urfa’nın Halfeti ilçesinde kerpiç bir evde dünyaya geldi. Ünlü olmadan evvel ismi ise Müslüm Akbaş idi.

Ailesi çiftçilikle uğraşıyordu. Gürses ailesi henüz üç yaşındayken maddi sıkıntılar nedeniyle Adana’ya göç etme kararı aldı.

‘İlkokulu bitirdim. Gerisi yok. Adana’da damda yatarken uzun hava okudum. Arkadaşım Halkevine gidiyordu. Ben de gittim. Derken Çukurova Radyosu’nda sanatçı oldum.’

Müslüm Gürses, bir röportajında kendisini böyle anlatmıştı.

Müslüm Gürses, şarkılarındaki gibi “hüzünlü”, “acı”, “ızdırap”, “kader” denilebilecek olaylarla dolu bir yaşam geçirdi.

Küçük yaşta bağlama çalmayı öğrenen Gürses, 13 yaşında Adana’daki bir çay bahçesinde şarkı söyleme başladı. Bir yandan da aile bütçesine katkıda bulunuyordu. Bu dönemde Halkevi’ne gitmeye başladı. Bir yandan da terzi çıraklığı ve kunduracılık yapıyordu.

1968’den itibaren piyasaya ilk 45’likleri çıkarmaya başladı. İlk plağı ise 1968 tarihli ‘Emmioğlu/ Ovada Taşa Basma’ oldu. Daha sonra ‘Sevda Yüklü Kervanlar/ Vurma Güzel Vurma’ isimli 45’lik plağı çıktı. Plaklar 300 bin satarak rekor kırdı.

Gürses, daha sonra askerliğini yapıp, tekrar İstanbul’a gelerek plaklarını çıkarmaya devam etti. Çeşitli firmalardan toplamda 34 plan çıkardı. Arabesk furyasının ortalığı kasıp kavurduğu dönemde Yeşilçam’a da adım attı. Çoğu şarkılı- türkülü 38 filmde rol aldı.

1978’de ölümün kıyısından döndü; Tarsus’tan Adana’ya giderken bir trafik kazası geçirdi. Enkaz hâline gelen araçtan çıkarıldığında, öldü sanılan Gürses morga kaldırıldı. Sanatçının yaşadığı sonradan anlaşılınca tedavisine devam edildi. Ciddi ameliyatlardan sonra beynine plaka takıldı.

İlk kez 1979 yılında çekilen “İsyankâr” adlı filmle kamera karşısına geçen Müslüm Gürses, dönemin şarkılı filmlerine uygun birçok uzun metrajlı filmde rol aldı. “Adam öldürmeye hazırım ama cinayet işleyemem”, “Yumurtaya can veren Allah’ım yeşilbiberi nasıl yarattın?” gibi repliklerin de olduğu bu filmlerde Gürses acı dolu hayat hikâyelerini canlandırdı. Müslüm Gürses’in, sinema oyuncusu Muhterem Nur ile birlikteliği, kendisi için dönüm noktası oldu.

O, arabesk filmlere konu olay(lar)ın da kurbanıydı aynı zamanda… Daha önce ağabeyi öldürülen sanatçı, daha sonra annesini kaybetmenin acısını yaşadı. Babası Mehmet Akbaş, sanatçının annesini öldürdü. Bu olayın ardından Gürses, cezaevine giren babasıyla bir daha görüşmedi. Hayatının bu noktasıyla ilgili röportaj vermedi. Sadece, 2010’da 75 yaşında vefat eden babasının cenazesinde taziyeleri kabul etti.

Müslüm Gürses, 1986’de hayatını birleştirdiği sanatçı Muhterem Nur, evliliğini şu sözlerle anlatmıştı: “1982’den beri beraberiz. 1985’te evlenmeyi ben teklif ettim. Hemen kabul etti.

Bir dönem fanatik hayranları onun konserlerinde kendilerini jiletle kesip kan akıtırlardı. Ancak 1990’ların sonunda entelektüel kesim de onu takip etmeye başladı. Bazı pop ve rock tarzındaki parçaları da repertuarına katarak Nilüfer’in ‘Olmadı Yar’ isimli şarkısını, Teoman’ın ‘Paramparça’ ve Tarkan’ın ‘İkimizin Yerine’ adlı çalışmalarını da seslendirdi.

2006’da yazar Murathan Mungan’la ortak projesi ‘Aşk Tesadüfleri Sever’de yer aldı. Mungan’ın sözlerini yazdığı, David Bowie’den Garbage’a, Leonard Cohen’den Jane Birkin’e birçok yabancı müzisyenin bestesini yaptığı şarkıları seslendirdi.

Sayısız albüme imza atan, 38 filmde oynayan Gürses, Türkiye’nin müzikal anlamda en özel isimlerinden biri olduğu gibi hayran kitlesiyle de her daim ilgi çekmeyi başardı. Şarkılarındaki gibi “hüzünlü”, “acı”, “ızdırap”, “kader” denilebilecek olaylarla dolu bir yaşam geçiren Gürses, kariyerinin büyük bölümünde “kenar mahalle”, “varoş” müziği yaptı.

Müslüm Gürses, sadece müzikleri, kendine has şarkı söyleyiş şekliyle değil, dinleyici kitlesi ile de Türkiye müzik tarihinde önemli bir yere sahipti. “Müslüm Baba” olarak anılan sanatçı, 1990’ların başında fenomen hâline gelmiş ve konserlerinde kendini jiletleyen fanatik bir kitle oluşmuştu.

“Müslümcüler” diye de anılan ve genel olarak kent dışına itilmiş bu kitle Gürses’in “damardan” şarkılarında dile getirdiği yalnızlık, ayrılık acısı gibi meselelerin de etkisiyle konserlerde kendilerine zarar veriyordu. Bu konu Caner Işık ve Nuran Erol tarafından kaleme alınan “Arabeskin Anlam Dünyası ve Müslüm Gürses Örneği” isimli bir teze de konu olmuştu.

“Şarkıları insanları umutsuzluğa sevk ediyor” eleştirilerine, “Ne demişiz biz, bugün batarsa güneş yarın yeniden doğar”, “İnsanın hayatında neşenin yeri olduğu kadar hüznünde yeri olacaktır,” yanıtını veren O; “Sınıf atladı” eleştirileri karşısında, “Değişmedik. Özümüzde aynıyız. Müsterih olsunlar” mesajını verdi.

Sanatçı Fazıl Say’ın arabesk kültürü hedef alan sözleri karşısında uzatılan mikrofona, “Sanatçı sevgili, saygılı olur. Asil olmaz, bal kokmaz, kokarsa yağ kokar, onun da aslı ayrandır,” diyen Gürses, arabesk şarkıların dışında, ‘Ötme bülbül’, ‘Şu Diyarı Gurbet Elde’, ‘Haydar Haydar’ gibi türkü ve deyişleri, ‘Seni Ben Ellerin Olsun Diye mi Sevdim’ gibi şarkıları kendi tarzında yorumladı.

Ayrıca Bülent Ortaçgil’in ‘Sensiz Olmaz’, Nilüfer’in ‘Olmadı Yar’, Teoman’ın ‘Paramparça’, Yeni Türkü’nün ‘Olmasa Mektubun’, Tarkan’ın ‘İkimizin Yerine’, Kenan Doğulu’nun ‘Tutamadım Zamanı’, Sezen Aksu’nun ‘Vazgeçtim’, ‘Belalım’, Fikret Kızılok’un ‘Gönül’, Hümeyra’nın ‘Sessiz Gemi’, Şebnem Ferah’ın ‘Sigara’ şarkılarını seslendirdi.

“ERMENİ”(Mİ?)YDİ…

Gelelim Müslüm Gürses’e ilişkin önemli bir noktaya…

“Coğrafya kaderdir” sözü ne kadar basit ne ve kadar gerçek. İbn-i Haldun’un yüzyıllar önce söylediği bu söz, dünya var olduğu sürece de geçerliliğini koruyacak. Kimi insan coğrafyasının kaderini yaşamasa da genel olarak insanlar coğrafyasının kaderini yaşıyor. Bunun en bariz örneği 3 Mart 2013’te aramızda ayrılan arabesk müziğin dev ismi Müslüm Akbaş. Bilinen adıyla Müslüm Gürses.

Adı Müslüm olan bir Ermeni’nin kaderi elbette ki coğrafyasıyla ilgilidir. Evet. Müslüm Gürses Kürdistanlı bir Ermeni’ydi. 1915’te yaşanan “büyük felaket”te sağ kalan, sağ kalınca da kimliğini-inancını inkâr etmek zorunda kalan ancak o şekilde hayatta kalmayı başarmış Urfa Halfetili bir Ermeni ailenin çocuğuydu. Tabi ailesi Ermenilikten “dönmek” zorunda bırakılmış. [6]

Bu doğrulanamasa da kesin olan şey, “Müslüm Baba”nın 65 yıl önce doğduğu toprakların soykırım geçmişine sahip olup; Müslümanlaş(tırıl)mış Ermenilerden biri olması ihtimalidir.

Gürses pek çok haberde “Türkmen asıllı” olarak geçse de, hayatını kaybetmesinin ardından ailesinin Ermeni olduğuna, soykırım sürecinde Müslümanlaş(tırılan)lardan olduklarına dair bir iddia gündeme geldi. Bu iddia doğru mudur bilinmez ama bölgenin yaklaşık 100 yıl önce büyük bir yıkıma uğradığı ve bazı Ermeni ailelerin Müslümanlaş(tırıl)anlar arasında olduğu kesin bir gerçek.

Müslüm Gürses’in doğduğu Fıstıközü köyü, bağlı olduğu Halfeti, eski adıyla Rumkale ilçesine 22 kilometre, Birecik’e ise 19 kilometre uzaklıkta. Bu iki yerleşim yeri de, etraflarındaki köylerle birlikte soykırımdan etkilendi.

Patrikhane kayıtlarına göre, Antep-Urfa yolunun ortasında, Fırat’ın kıyılarında yer alan kaza merkezi Birecik, 1914’de 1.500 kişilik Ermeni nüfusunu barındırıyordu. Şehir, Mezopotamya’ya açılmak isteyenlerin Fırat üzerinde yer alan zorunlu uğrak noktasıydı. Rumkale ise 1151 ile 1292 arasında katolikosluk merkezi olarak hizmet vermişti ve kazanın tamamında 1.500 Ermeni yaşıyordu.

Daha sonrasında olanlar ise Prof. Verjine Svazlian’ın sözlü tarih çalışmasında yer alan 1900 doğumlu Hagop Cırcıryan’ın anlatısında saklı:

Benim sülalem Kilikya’nın Hromkla yani Rumkale adı verilen yerindendir. (…) Sürgüne gittiğimde 15 yaşındaydım. Keşke kör olsaydım da, şu gözler o dehşet verici manzaraları görmeseydi. Yayan olarak Humus-Hama’ya vardık. Yolda Türkler sözüm ona askere alma bahanesiyle Ermeni erkeklerini topladılar; aslında onları Berlin-Bağdat demiryolu inşaatına götürdüler; o demiryolu onların emeğiyle inşa edildi. Hayvan gibi, kamçı darbeleri altında, aç susuz çalıştırılıyorlardı… Çocukları ve kadınları ise ellerini ayaklarını bağlayıp boğazlamak için Fırat kıyısı boyunca dizmişlerdi.[7]

Raymond Kevorkian’a göre, bölge Ermenileri yok edildikten sonra ortaya bir sorun çıkıyordu geri kalan nüfus için. Fırınlarda ekmek yoktu. Bunun çözümü olarak ise Antep Ermenileri arasındaki fırıncılar zorla Urfa ve Birecik’e gönderiliyordu.[8]

Benzeri bir durumla sal yapımında da karşılaşılıyordu. Osmanlı Ordusu, Irak cephesini savunmak için Yıldırım Harekâtı düzenlemeye karar verse de, yiyecek ve silah sevkiyatının yapılabileceği bölgede “şahtur” denilen salları yapmayı bilenler Ermenilerdi. Ve bu nedenle Rakka’dan 2 bin 500 sürgün Birecik’e gönderiliyordu.

Ermenilerin hayatta kalmaları için sunulan bir başka şartsa, din değiştirmeleriydi. Bir Amerikalı misyonerin Amerikan Konsolosu J. Jackson’a ilettiği bilgiye göre en büyük Ermeni grubuna – yani Birecikli Ermenilere önce din değiştirme çağrısı yapılıyor ardından tehcir başlıyordu. Rumkale kazasındaki Ermeniler ise son erkeklerin de öldürülmesinin ardından 22 Ağustos 1913 ile 24 Şubat 1916 arasında görev yapan kaymakam Midhat Bey’in yönetimi altına tehcire uğradılar.

Birecikli Ermeniler arasında da hayatta kalanlar arasında din değiştirmeyi bir kurtuluş yolu olarak görenler oluyordu. Rakka’ya gönderilenlere bölge müftüsünün ortak geleceklerinin “güvencesi olarak” din değiştirmeye çağırması üzerine, Garabed Kapigyan’ın tanıklığına göre, Müslümanlaşanlar arasında iki Birecikli Ermeni de bulunuyordu.

Müslüm Gürses’in ailesinin kökleri bu ailelerden biri miydi; kesin olmasa da, Almanya’nın Halep Konsolosu Walter Rössler’in anlatısı, 100 yıl önce bölgeyi en iyi aktaranlar arasında:

“17 Temmuz’dan bana aktarıldığına göre, yirmi beş gün boyunca Rumkale, Birecik ve Cerablus’ta Fırat Nehri’nde yüzen cesetler görülmüş. Cesetlerin hepsi aynı tarzda, sırt sırta birbirine bağlanmış. Bu sistematik düzenleme insanların rastgele öldürülmediklerini, yetkililer tarafından hazırlanan genel bir imha planının söz konusu olduğunu gösteriyor… Birkaç gün sonra cesetler tekrar görünmeye başladılar, sayıları daha fazlaydı. Bu sefer esas olarak kadın ve çocuk cesetleri söz konusuydu.”[9]

KİM(LİĞİ)

“Müslüm Gürses şarkılarında anlattı; hayatın karşısında 299-0 yenilen çocukların gönül marşlarını o söyledi, kaybeden çocuklar dinledi,”[10] diye sunulan Onun hakkında klarnetçi(si) Mustafa Lekesizgöz, “Ben Müslüm Abi ile onun genç ve serseri dönemlerinde çalıştım. Kafası güzel olmadan sahneye çıkmazdı,”[11] derdi…

O sahneye çıktığında “Ne olurdu” mu?

Yanıt Işıl Özgentürk’te: “Adam aşka geldi. Zaten tedarikliydi. Hemen pantolonunun arka cebine el attı. Aslanım be, oradaydılar işte. İşi sağlama almış, ne olur ne olmaz demiş, ikilemişti. Asıldı pantolonunun cebine bir tanesini çekti çıkardı. Hazırdı işte. Birden bir nara kopardı: ‘Aslanım! Canım sana feda, Müslüm Abim!’ Naranın ardından elindeki jiletle başladı üst tarafı çıplak olan bedenini santim santim doğramaya.

‘Ah Müslüm Abim, ah! Anam bacım senin yoluna kurban olsun! Olsuun!’

Şu dünyada tek bir şey için yaşıyordu. Varsa Müslüm Abisi yoksa Müslüm Abisi. Bütün bir yıl bu konseri beklemişti. Müslüm Abisinin bütün kasetleri kendinde var olmasına vardı ya, konser gibisi yoktu. Şu jileti çekip şöyle derinin üstünde gezdirmek, bedeninin hafifçe ürperdiğini hissetmek, sonra usul usul derinin daha altına kaymak… Yoktu lan! Bundan daha zevkli bir şey yoktu! Karı kız bile yanında sıfır kalırdı. Tabii, önce bir iki duman üflemek gerekirdi. İfrata kaçmadan, az kafa yapmalıydı.. yoksa sonra ne yaptığını hatırlamazdı insan. O zaman işin zevki de, hoşluğu da kaçardı. Kafa tam kıvamında olmalıydı. O zaman jilet bir tüy gibi okşardı insanı. Bu durumda derhâl harekete geçilmeliydi.

‘Koçum be! Aslanım be! Ulan sana anam avradım kurban olsun!’

Bu Müslüm Abi de acayip adamdı. Büyük bir adamdı. Ne sözler geliyordu adamın aklına. Nereden bulup çıkarıyordu bunları? Sanki Müslüm Abisi her sözü onun için kaleme almıştı. Her söz onun hayatı üstüneydi. Aynen bu sözler gibiydi onun hayatı. Baştan sona zulüm. Baştan sona kahır. O neden doğmuştu? Anası onu neden doğurmuştu? Lağımdan beter bir çirkefin içinde yaşasın diye mi? Lakin anasının ne kabahati vardı? Kadıncağız ne bilsindi oğlunun hayatı kahır içinde geçecek. Zulümden başka bir şey görmeyecek. Beş paralık bir hayatı olacak! Ne bilsindi?

‘Koçum benim, Müslüm Abim! Zulmün başım gözüm üstüne. Senden gelecek her zulme razıyım. Yeter ki senden gelsin!’

O da aynen Müslüm Abisi gibi mertçe, erkekçe sevmişti. Sevmişti de ne olmuştu? Yüreksizin biri çıkmıştı kız. ‘Ulan sen şu çulsuz hâlinle benim peşimden niye koşturup duruyorsun? Şu odun kafana iyice bir sok. On tane yüreğim olsa sana birini bile vermem. Haddini bil azıcık.’ Kızı orada, o anda çekip vurması lazımdı. Lanet olsun! Ah ulan lanet olsun! O an donup kalmıştı, kız şımarık şımarık yürüyüp yanından geçip gitmişti. Keşke kızı öldürseydi. Şimdi mahpusta olur, sabahtan akşama kadar Müslüm Abisini dinler, bir iki püf çekip zıbarırdı. Ne kızı öldürebilmiş ne de mahpusa düşebilmişti. Koskoca kışı orada burada, inşaat şantiyelerinde, kahvelerde, çay ocağının yanında geçirmişti. Ah ah.. keşke bir cinayet işleyip mahpusa düşseydi. Orada kış daha korunaklı olurdu. Ufak bir vukuattan yatmıştı bir zamanlar, biraz bilgisi vardı tabiatıyla.

‘Anam bütün jiletler senin olsun. Bütün kahırlar!’ Bu jiletler de bu aralar pek kötü çıkıyordu. İşte bir iki doğramadan sonra ortadan ikiye ayrılıvermişti elindeki. Neyse ki tedarikliydi. Of be, taze bir jiletle, yeni taze bir çizik. Vallahi bir süre sonra acı bile duyulmuyordu. Jilet artık yüreğine doğru ilerliyordu. Acı vermeden, usulca.

Beş parası yoktu tabii. Onun parayla işi de yoktu. Bugün kazanır, bugün harcardı. Yeter ki bu dünyada dirlik düzen olsun! Yeter ki kafamız iyi, elimizde jilet bir Müslüm Abi’yi dinliyor olalım. O kadar! O gece o, Müslüm Gürses konseri bitene kadar kendini doğradı. Sonra konser bitti. Onun, o gece için kalacak kahve ocağı yoktu, surlara doğru uzanıverdi.”[12]

Bunlar böyleyken; “Kocaman bir ses, kocaman bir değerdi” vurgusuyla Gülden Tümer’in, “Kadere isyan edenlerin sesi oldu”[13] tespitine konu olan “Müslüm Baba daha çok garibanların babası, kimsesizlerin, itilip kakılanların, hep kenarlarda hayatı tükenenlerin, ustasından azar işiten kalfaların, kalfadan dayak yiyen çırakların; sevgiye muhtaç, kendi hâline ağlayacak dermanı kalmamış olanların, tüm yararına rağmen kimselere yaranamamışların, dost bildiklerinden tekme üstüne tekem yiyenlerin; sevdiğine uzaktan bakan, hayal dünyasının çaresiz aşıklarının babası; cebinde kuruşu yokken, yolu toza bulayan otomobillerde kendini görenlerin, hele yan tarafında, filmlerden çıkmış da baldan tatlı gülümsemesiyle koltuğa kurulmuş muhayyel sevgililere”[14] mündemiç yoksunluklara ilişkin sosyolojik bir tepkiydi…

Kentleşmenin tahrip ve deforme ettiği tabloda; “Diyordu ya, ‘Benim mutlu olmam bir şey ifade etmiyor, herkesin mutlu olması önemli.’ Müslüm Gürses’in sırrı bence, bu”[15] yani diğerkâm ya da “İsyankâr” olmasıydı.

“İsyankârlık” dedim ama! Bu kahırseverlikten beslenen bir şeydi. “Sosyete uyuma, Müslüm Gürses geçiyor” diye bağıran tutunamayanların sesiydi… Bir yanıyla insan(lar)ı pasifize eden arabesk; süreç içinde neo-liberalizmle birlikte başka müzik türlerinin, başka formların içine entegre oldu.

“Arabesk zihniyetle popülizm örtüşür. Kitlelere duymak istediklerini arabesk dille çok kolay söyleyebilirsiniz. Herkes bir baba rolüne oynuyor örneğin. Herkes abi, abla oluyor. Böyle roller çıkıyor”ken;[16] “Bir tarafta isyanı, kaderciliği içeren bir anlam dünyası var. Bir taraftan da kabullenmeye, tevekküle savruluyor” vurgusuyla İzmir Ekonomi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden Prof. Dr. Nuran Erol Işık’ın eklediği üzere: “Müslüm Gürses’in kitlesi; sınıfsal skalada en altta, tutunamayan, işsiz, kültürel olarak yoksun ve yoksul bırakılmış, kentsel yaşam biçimine temas etmemiş ve dışlanmış insanların içinden çıkar. Bu 80’lerde böyleydi. Ama sonra yalnızca Müslüm Gürses’in değil, Ferdi Tayfur’un ya da Orhan Gencebay’ın kitleleri de değişti…”[17]

NEYİN MÜZİĞİ?

Ferdi Tayfur’un, “Çocukken TRT’de çalınan müzikten pek bir şey anlayamazdık. Arap şarkıları çok hoşumuza giderdi. Gitarlar, baslar, orglar… Lezzetli gelirdi. Orada Ferid El-Atrash vardı. Ben de onun hayranıydım. Onun sesi çok benzerdi Müslüm’ün sesine,”[18] notunu düştüğü Onun müziğine “Arabesk” denirdi…

Ancak “Arabesk” olarak nitelenen bu müziği üretenler böyle adlandırmamışlardı; bu ona dışarıda verilen bir addı. O müziği üretenler ne o adı kullandılar ne de ona hükmedilen manayı benimsediler. Yaptıklarını bazen “fantezi” müzik diye tanımladılar bazen de ürettikleri müziğin “devrimci”(!) bir boyut taşıdığını dile getirdiler…

“Bu müzik 1960’ların sonunda, bir toplumsal dönüşüm eşiğinde doğdu. Köyden kente akmış, sanayileşmenin gerektirdiği büyük göç dalgalarını oluşturmuş çok yoksul kitleler henüz işçileşmemişti. Ne köylü ne kentli ne kasabalıydılar. Sınıfsızdılar, yani lümpendiler.

O müziğin bugün ne denirse densin ‘batsın bu dünya’ diye yükselen çığlığı sadece bu insanların kader ağıtı değildi. İçinde, arkasında büyük tasavvuf geleneğimizden, Melamilikten gelen duyarlılıkları da barındırıyordu. Yalnızlık, yoksulluk, ezilmişlik ancak o müzikte bir ‘yüceltme’ ile karşılaşıyordu. Gerisi, zulüm, kıyım, yoksulluktu. Ecevit ‘Ak Günler’, Erbakan ‘Adil Düzen’, Gencebay ‘kula kulluk edene/ yazıklar olsun’ diyordu.”[19]

Kolay mı? Yüz yılların ruhu olduğu gibi on yılların da bir ruhu vardır. 1900’ler nasıl post-romantizmi dönüştürerek, yer yer reddederek modernizme ve oradan post-moderne kadar farklı dönemler ve eğilimlerle kendini gerçekleştirdeyse, 2000’lerin başında da bilinmezlik, belirsizlik ve bunun getirdiği bir kriz hâli vardı. Ancak hemen hemen her coğrafyada farklılaşmakla birlikte on yılların da birer ruhu olmuştur ve diyebiliriz ki Gencebay nasıl 70’li yılların insanıysa, şarkılarında nasıl 70’li yılların duygu ve düşünce dünyasını koruyorsa; Müslüm Gürses’in yılları da gerçekte 80’ler olmuştur.

Çünkü 70’li yıllarda acının kaynağı insani değerlerin yozlaşmasında aranıyordu. 80’li yıllarda ise acı herhangi bir yozlaşmanın, yolunda gitmeyen bir durumun sonucunda yaşadığımız bir duygu olmaktan çıkmıştır. Bu sadece kitle kültüründe değil sanatsal eğilimlerde de -eğer Türkiye söz konusu ise- böyle olmuştur. Burada artık acı tam anlamıyla öncesiz ve sonrasız olan yıkıcı bir konformizme dönüşmüştür ve Gürses’in arabeski bu anlamda 80’li yılların, ruhunu belirlediği bir müziktir. Öncesiyle ilişkisi yoktur. O yüzden de bugün arabesk diye bildiğimiz türün gerçek atasının Müslüm Gürses olduğunu söyleyebiliriz. Gencebay’ın 70’lerdeki o bütünsel nihilizan derinliği, içinde nasıl son kertede tasavvufi bir isyan ve kabulleniş ikiliği saklıyorsa; Gürses de bu tasavvufi kabullenişin ve kadere isyanın zıddı olan o antagonizma ile söylemiştir şarkılarını. Buradaki iki çaresizlik hâli birbirine hiç benzemez.

Gürses’te olan antagonizma yani çözümsüzlük hâli Gencebay’daki çözümsüzlük gibi değildir. Çünkü Gencebay’ın çaresizliği, acısı; eninde sonunda insanların, bütüncül bir gücün yüksek düzenini bozmasıyla ilgilidir. Kaderdir, başına gelendir. Kul; kula kulluk etmeye başladığında insanlık yoldan çıkmış ve bu yüzden de dünya geri döndürülemez bir yozlaşma içinde kalmıştır. Ancak bu çaresizliğin kendisi bile şarkılarda bir isyan ve ya da kabullenme durumu olarak kurgulanabilir. Gürses ise bu bütüncüllüğü ve gizli kabul edişi asla tanımaz. Sakin ya da kalender değildir. Gürses’in müziğinde artık o çözümsüzlük hâli insanın kendi kendini yok ettiği yola karşı hiçbir direnç taşımayan, kendisi için mutlak anlamda yıkıcı olan bir antagonizmayı içerir. Gürses’te kader Gencebay’daki gibi insanın başına öylece gelen bir felaket değil; gitgide insanın kendi sonunu hazırladığı ve kendini geçekleştiren o kötü kehanetin ortaya çıkarıcısı olan, tanrısal değil insansı yanları ağır basan sinsi ve hain kişilik izleri taşıyan başka bir kaderdir. 80’lerin modası kendi acısını kendi üreten insanın cesaretsizliğidir.[20]

“Damar” adıyla literatüre geçen şarkılara ses veren Müslüm Gürses’in şarkılarına dikkat ettiğinizde, yaşamın çilesinden, yalnızlıktan dem vuran şarkılarla karşılaşırsınız. Bu acı ile örülmüş şarkıları seslendiren Gürses’in hayatı ise seslendirdiği şarkıların aksine, sıfırdan yükselen, başarılı olan, birçok seveni bulunan bir insanın masalı gibidir…[21]

Müzik açısından bakıldığında Müslüm Gürses, XX. yüzyılın ikinci yarısında yaşanan müzikteki arayışların özetidir.

Modernleşmenin yarattığı, köyden kente göç etmiş, ezilmiş, varoşlarda yaşayan yeni insan tipinin duygularını anlatan Arabesk müziği ile yola çıkar Müslüm Gürses. Daha sonra arabesk müziğin öğeleri ile yeniden yapılanan 90’ların pop müziğine kendine has sesini ve yorumunu katar…

“Peki, neden ‘baba’ denir arabesk sanatçılarına ve ‘baba’ lakabını en çok hak edenlerden bir neden Müslüm Gürses’tir? Biraz düşünürsek aslında cevap çok kolayca akla geliyor.

Müslüm Gürses, sesindeki eziklik, sözlerindeki isyan edişle milyonların dili olduğundan ‘baba’dır. Bu topraklarda kendini, öksüz, yetim hisseden insanların sesi olmuştur.

Hem, halkın dillendiremediği, içine attığı sessiz isyanına sahip çıkan, çocuklarının dertlerini seslendiren bir kişi ‘baba’dan başka kim olabilir ki?”[22]

Bir şarkısında, “Hayatta bu ilk aşkım kaderle ilk oyunum/ Kırılmış bir dal gibi büküldü kaldı boynum/ Çok yalnızım ama çok nasıl şey anlayamam/ Öldün mü hiç soran yok ben böyle yaşayamam/ Dünyada sanki bir ben, birde bitmeyen çilem/ Gözyaşı seli basmış hâlâ dolmuyor neden”…

Diğer bir şarkısında da, “Öyle Dünya İsterim ki/ Bu dünyadan uzak olsun/ Ne kış ne de bir yaz isterim/ Mevsim ilkbahar olsun

Vefalı bir arkadaşım/ İçki dolu masam olsun/ Öyle bir yar isterim ki/ Derdime ortak olsun

Öyle bir yar isterim ki/ Derdime derman olsun/ Bıktım hergün çile çekmekten/ Sevip sevip ayrılmaktan/ Ben de bıktım usandım artık,” ya da vb’leri diye haykıran “Müslüm Baba, çoğaltabileceğimiz yüzlerce benzer örnek altında ezilen, sömürülen, yoksullaşan, yoksullaştıkça hırçınlaşan ve umutsuzluğa kapılan insanların mesajını taşıdı milyonlarca kişiye.”[23]

Ama bir süre…

“EZİLENLERİN SESİ”NDEN STARLIĞA

Friedrich Nietzsche, “Seni övdükleri sürece, kendi yolunda gittiğini sanma sakın; başkasının yolunda gidiyorsun,” derken; İvan Sergeyeviç Turgenyev de ekler: “Öyle bir an gelir ki bazı yolların dönüşü, bazı hataların özrü, bazı insanların anlamı olmaz.”

Bu saptamalar; “Arabeskin kralıyken 90’larda dinleyici kitlesini değiştirdi, ‘zenci Türkiye’nin müziğini ‘beyaz Türkiye’ye dinletti,”[24] abartısıyla ambalajlanan “ezilenlerin sesi”nin starlığa yönel(til)diği güzergâhın özetler sanki…

Siz bakmayın; “Müslüm Gürses, aziz Müslüm Gürses, devlet babasından yılan, öz babasından dayak yeme korkusuna kaçıp kaybolan âşıkların babası aziz Müslüm Gürses,”[25] türünden “parlak” ama boş laflara!

Çünkü “Herkesin Müslüm Gürses’i farklı: Kimi benim gibi eski hâliyle sever, yakın dönemde yaptığı işlerden uzak durur kimi ‘yeni’sini sever, eskisine burun kıvırır.”[26]

“Nasıl” mı?[27]

‘Tanrım Beni Baştan Yarat’tan ‘Kaderi Ben mi Yarattım’a, ‘Hangimiz Sevmedik’ten ‘Dilek Taşı’na saymakla bitmeyecek binlerce (Zeki Müren’den Ferdi Tayfur’a, Küçük Ceylan’dan Bergen’e) şarkı sözlerinin yazarı Ali Tekintüre, “Müslüm Gürses’in son döneminde okuduğu popüler şarkıları nasıl buldunuz?” sorusunu “O tür şarkıların (yeni evre!-y.n.) okunmasına karşı değilim. Ben Müslüm Gürses’in o tarafa dönmesini hazmedemedim. Vermedim bir daha şarkı,”[28] diye yanıtlar…

Özetle Orhan Tekelioğlu’nun “Müslüm sevgisi devletleştirilemez”;[29] Hasan Bülent Kahraman’ın, Türkiye’de sol tabanı AKP bünyesine yerleştiren. Gürses-Erdoğan bir hattır,”[30] gibi -ipe sapa gelmez!- “iddiaları”na malzeme kılınan Müslüm Gürses’in hikâyesi “İsyankâr” itirazın nasıl da düzeniçileştirildiği anlatır bize; “Bir ayakkabı yatakta pistir, ayakkabılıktaysa temiz,”[31] diyen Mihail Bakunin’in saptamasını anımsatarak!

Özetin özeti mi? İsyana dönüş(eme)yen itirazın hikâyesidir O; yani bu kadar…

 

1 Şubat 2019 11:59:35, İstanbul.

 

N O T L A R

[*] Kaldıraç, No: 212, Mart 2019.

[1] Michelle Cohen Corasanti.

[2] İlkay Tuna, “Film Gibi Bir Yaşamın Filmi: Müslüm Baba”, Patika, No:104, Ocak-Şubat-Mart 2019, s.48-49.

[3] Georges Bataille, İç Deney, Çev: Mehmet Mukadder Yakupoğlu, Yapı Kredi Yay., 2006.

[4] Ertuğrul Özkök, “Jiletlenmiş Bir Hüznün En Jazz Hâli”, Hürriyet, 3 Mart 2013… http://www.hurriyet.com.tr/gundem/jiletlenmis-bir-huznun-en-jazz-hali-22728986

[5] Sadık Yalsızucanlar, Hayat Müzikle Devam Eder, Kapı Yay., 2008.

[6] Emin İleri, “O da Ermeniydi, Ben Öldükten Sonra Yazın Ermeni Olduğumu Diyenlerden??”, 11 Mart 2016… https://www.presshaber.com/hangimiz-sevmedik-muslum-babayi-kim-oldugunu-bilmeyerek-26594.html

[7] Verjine Svazlian, Ermeni Soykırımı (Hayatta Kalan Görgü Tanıklarının Anlattıkları), çev: Tigran T. Voğormiyacıyan-Petros Çavikyan, Belge Yay., 2013.

[8] Raymond Kevorkian, Ermeni Soykırımı, Çev: Ayşen Ekmekçi, İletişim Yay., 2015.

[9] Serdar Korucu, “Müslüm Baba’nın Memleketinin Soykırım Geçmişi”, 5 Mayıs 2018… http://sendika62.org/2018/05/muslum-babanin-memleketinin-soykirim-gecmisi-serdar-korucu-bianet-490462/

[10] Cüneyt Özdemir, “Bir Milyon Dolarlık ‘Arabesk’ Yaşam Mücadelesi”, Radikal, 5 Mart 2013, s.8.

[11] “Müzisyen Arkadaşları ve Hayranları Anlattı”, Radikal, 4 Mart 2013, s.31.

[12] Işıl Özgentürk, “En Alttakilerden Müslüm Baba’ya Ağıt…”, Cumhuriyet, 5 Mart 2013, s.20.

[13] Gülden Tümer, “Bütün Duygularımız Ağır Yaralı”, Taraf, 4 Mart 2013, s.14.

[14] Hakan Mertcan, “Müslüm Gürses: Hatırlanmayı Bekleyen İsyan”… http://mersinyasam.net/HaberDetay.aspx?id=12166

[15] Berrin Karakaş, “Ömrü Bitmiştir, Derdimiz Bitmemiştir”, Radikal, 7 Mart 2013, s.32.

[16] Zeynep Miraç, “Prof. Dr. Nuran Erol Işık: Müslüm Baba: İsyan ve Kadercilik Bir Arada”, Milliyet, 11 Mart 2013, s.15.

[17] Nuran Erol Işık-Caner Işık, Arabesk ve Müslüm Gürses-Kültürel Dünyamızı Anlamak, Ferfir Yay., 2013.

[18] “Gencebay ve Tayfur: Kendine Has Bir İnsandı”, Radikal, 4 Mart 2013, s.31.

[19] Hasan Bülent Kahraman, “Müslüm Gürses’ten Tayyip Erdoğan’a”, Sabah, 8 Mart 2013, s.24.

[20] Volkan Çağlayan, “Müslüm Gürses: Arabeskin Gerçek Babası”, Evrensel Pazar, 3 Mart 2013, s.10.

[21] Caner Işık-Nuran Erol, Arabeskin Anlam Dünyası ve Müslüm Gürses Örneği, Bağlam Yay., 2002.

[22] Ahmet Emre, “Neden ‘Baba’ Denir Arabesk Sanatçılarına…”, Evrensel, 4 Mart 2013, s.12.

[23] Sercan Zorbozan, “Müslüm Baba’nın Mesajı”, Yeni Şafak, 16 Mart 2013, s.18.

[24] Mehmet Tez, “Bizim Frank Sinatra’mızdı”, Milliyet, 4 Mart 2013, s.6.

[25] Elif Türkölmez, “Biz ‘Baba’dan Böyle Gördük”, Radikal, 4 Mart 2013, s.31.

[26] Murat Meriç, “Türkiye En Has Arabeskçisini Kaybetti…”, Radikal, 4 Mart 2013, s.28-29.

[27] Kenan Doğulu, Ajda Pekkan, Sezen Aksu, Funda Arar, Hülya Avşar, Kubat, Oktay Kaynarca, Zara, Semih Saygıner, Hakan Aysev, Yeşim Salkım, Mine Koşan, Hakan Altun, Şevval Sam ve Yıldız Tilbe gibi isimlerin biraraya gelerek seslendirdikleri ‘Baba Şarkılar’ albümüne Müslüm Baba’nın eşi Muhterem Nur, eşinin üzerinden reklam yapıldığı için albüme karşı çıktığını belirterek, “Ölümüzü dirimizi sömürdüler,” (“Ölümüzü Dirimizi Sömürdüler”, Milliyet, 10 Temmuz 2013, s.2.) dedi.

[28] Berrin Karakaş, “Ali Tekintüre: Şarkılar Artık O Kadar Güzel Okunmayacak”, Radikal, 10 Mart 2013, s.18.

[29] Orhan Tekelioğlu, “Müslüm Sevgisi ‘Devletleştirilebilir’ mi?”, Radikal İki, 10 Mart 2013, s.16.

[30] Hasan Bülent Kahraman, “Müslüm Gürses’ten Tayyip Erdoğan’a”, Sabah, 8 Mart 2013, s.24.

[31] Mihail Bakunin, Tanrı ve Devlet, Çev: Mustafa TüzelBelge Yay.2013.