Anasayfa , Avrupa , “İLLE DOSTUN BİR TEK SÖZÜ YARALAR BENİ…”

“İLLE DOSTUN BİR TEK SÖZÜ YARALAR BENİ…”

Kapitalist-emperyalist sistem, insan şekillenişini ve ilişkilerini de kendine göre ve kendi çıkarları için imtina ile dizayn eder. Çünkü sistemi ayakta tutan en önemli dinamik insandır. Emeğinin sömürülmesi kadar,  kültürel, sosyal, cinsel, ahlaki, inançsal vb. durum ve düzeyini, gerek yazılı kanunları çerçevesinde, gerekse de Hammurabi Kanunları misali yönlendirir, şekillendirir. Erkek egemen sistematiğin en önemli gördüğü ve çıkarları temelinde en iyi kullandığı kesim ise kuşkusuz kadınlar olmaktadır. Emeğinin görünmez kılınması kadın için nasıl toplumsal bir mücadele alanı ise, kadının burjuva, feodal, gerici değer yargıları, erk zihniyet ve bunun militarist duruş-tavıra kadar varan yaklaşım-biçimlendirme anlayış ve zihniyetine karşı da mücadele yürütmek biz kadınlar açısından önemlilik arz ediyor. Erk’ek egemen düşüncenin kadındaki hakim hale getirilmesi öyle göze batar, zihine kazınır durumdadır ki,  Saray’ın kaçırılma ve hayatından endişe duyulan şiddet vakasında da tanık olduğumuz gibi, bunu bir kez daha kadınlar cephesinden masaya yatırma, irdeleme, sorgulama ihtiyacı duyduk Kadınlık hallerimizle yüzleşmek, “Kadın kadının kurdu değil, yurdu olmalıdır..” doğrusunun altını çizerek, kadın dayanışmasının ve kadının kadını sahiplenmesinin önemine tekrar ve yeniden vurgu yapmak gereği duyduk… Çünkü erkek egemen zihniyetle mücadele edebilmek, kendi zihnimiz ve  yüreğimizdeki erk ile de mücadele etmekten geçtiğini akıldan çıkarmamak gerekir. İçimizdeki erkeği öldürmediğimiz sürece, kendi hemcinslerimize yabancılaşacağımız, erkeğin gölgesi ve eklentisi olmaktan kurtulamayacağımız, daha da ötesi, bu sistematik içinde onu bizim korumaya alacağımız da açıktır.

 

Bir noktanın altını çizerek başlamak lazım o halde. Bu sistemin en önemli görevlerinden biri; “Böl-parçala-yönet” politikasını bir çok alanda olduğu gibi kadınlara da uygulayarak ve çoğu zaman da erk’ek merkezli ve erkek üzerinden bunu yaptırtarak, kadının gücünü bölmek, kadını kadına adeta “düşman” etmek, kendi cinsine yabancılaştırırken, aslında kendine yabancılaştırmak,örgütsüz kalmasını sağlayarak ilgi alanını dar, ufkunu körelten yönlere çekmektir de.

Tüm toplumsal gelişmelerde, kadını hedef alarak ötekileştirmek, ikincileştirmek bu sistemin karakterinde mevcuttur. Taciz, tecavüz, gözaltı, işkence, katletme, hiçleştirme, aile içi-dışı tüm şiddet yöntem ve uygulamaları da bunun göstergesidir zaten. Gerek sistem tarafından gerekse de sistemin ince bir şovenizmle yanı başımıza diktiği en yakınlarımız-sevdiklerimiz dediğimiz erkekler tarafından dahi şiddetin bir çok türünü yaşıyor olmamıza rağmen, yaşatılan bunca şiddet türlerinde kadınlar olarak neden eril yaklaştığımızı sorgulamaya, işte tam da burada ihtiyaç var sanırız.

Bir kadın birlikte olduğu kişi tarafından şiddete uğrar; önce biz kadınlar, “Ama o da…” diye lafa gireriz…

Bir kadın boşanmışsa; “Ama o da şöyle yapsa…” diye sorgulamaya başlarız…

Bir kadın tecavüze uğramışsa; “Ama onun da orada….” diye başlayan yargılamayla faili meşrulaştırırız…

Bir kadın aldatılmışsa, olağanlaştırır; “Ama o da kimbilir…” demelere devam eder, acımasızca hemcinsimizi yargılamaya devam ederiz…. Ve bunlar daha da çoğaltılabilir.. Örf, adet, gelenek, göreneklere karşı gelme gerekçesinin ardına sığınılarak, adına “Namus” denilen cinayetlerde kadına ilk taşı atanların yine kadınlar olduğunu da biliyoruz artık ne yazık ki… Namussuzların özgürce cirit attığı, namusluların sesinin cılız kaldığı bu düzenekte, gündem kadın olduğunda herkesin ‘Namus abidesi’ kesildiğine tanık olmak da bir o kadar acı. Kadının bacak arasının namus görüldüğü, oysa beynin ve yaşam koşullarının, sosyal varlığımızın nasıl yön izlediğiyle ilintili olan namus algısı ne yazık ki, en geri şekliyle biz kadınlar üzerinden ve bize rağmen ve yine bizim aracılığımızla toplumda yer etmeye devam ediyor. Tıpkı Saray’ın özgürlüğünden mahrum edilmesinde, bu sistemin var ettiği bir erkeğin Saray’ı kaçırma hakkını kendinde gördüğü gibi. Ve başımıza bir hal geldiğinde ise yargılanan, sorgulanan, ‘ahlak’ cenderelerinden süzülerek geçirilen, adeta mağdurken, suçlu durumuna yine en fazla kadınlar tarafından maruz kalırız. Ve erkekler de ‘haklı olarak’ şu gerici argümana daha çok sarılır pozisyona girerler: “Kadının en büyük düşmanı,yine kadındır…”

Oysa, bunun böyle olmadığını toplumsal devinim ve dönüşümlere, kadının mücadele tarihine göz attığımızda rahatlıkla görebiliyoruz. Beceri ve yetenekleri köreltilen, edilgenleştirilen, erkeğe bağımlı hale getirilen, erkeğin eklentisi ve gölgesi durumuna sokulan kadından ileri tavır beklemek de hayal kurmaktan öte geçmeyecektir. Geri bıraktırılan insan( kadın-erkek) en tehlikeli insandır da çünkü.

Hemcinslerimizi o kadar militarize ederiz ki,  sorguladığımız, yargıladığımız kadının aslında biraz da kendimiz olduğunun farkına dahi varmayız…

Hemcinslerimizi, erkeğin yapmasına gerek kalmadan, erkek egemen zihniyetin zırhıyla öylesine ötekileştiririz ki, erkekle eşit derecede zalimleşiriz…

Hemcinslerimize, öylesine acımasız yaklaşabiliriz ki, sistemden ve erkekten çıkaramadığımız tüm hıncımızı boca ederiz üzerlerine..

Hemcinslerimizi, öyle körcesine hedefe koyarız ki, gözümüzü kör, yüreğimizi viran, bedenimizi tarumar eden yanıbaşımızdaki erkeklerin ikiyüzlülüğünû, bu sistemin burjuva çöplüklerinden nasıl nemalandıklarını göremeyiz, hatta erilliklerini biz meşrulaştırırız…

Birbirimizi ötekileştirdiğimizden acılarımızı ortaklaştırıp, çözümlerinde dayanışamadığımızdan, birbirimizi sahiplenemediğimizden, sorunun bizde değil bu sistemden ve bu sistemin tüm eril gözeneklerinden yararlanmayı yüreğinin ve kavgasının sevdasıyla itemeyen erk’ek zihniyetler olduğunu göremediğimizdendir ki, bugün Saray’ı da yargılayabilmekte, fütursuzca saldırabilmekte, burjuvazinin diliyle “İyi-kötü kadın” yaftalamalarında tereddüt etmemekteyiz.

Oysa bu sistemde kadınlar olarak, potansiyel risk altında yaşadığımızı biliyoruz. Taciz, tecavüz, kadın kırımları, şiddetin türevleri sadece ülkemizde ya da geri bıraktırılmış ülkelerde yaşatılmıyor kadın, çocuk ve LBGTİ+ lara.  Avrupa’nın çok demokrasi havarisi kesilen ülkelerinde de bu böyle. Çünkü ‘kadın sorus/n/u’ evrenseldir.Bizdeki ‘namus’ adına işlenen cinayetlere Avrupalı ‘cinnet’ ya da ‘kıskançlık’ adını veriyor…. tacizler, tecavüzler her gün tv ya da gazete haberlerinde.. Bizim ülkede hacılar-hocalar-imamlar, Ensarlar varsa, bu ülkelerde de kiliselerin papazları var çocuklara cinsel şiddeti yaşatan. Cinsel şiddet suçluları bu ülkelerde de yasaların yardımı, devletin koruması, bilirkişi dedikleri kendi tayin ettikleri psikologlar aracılığı ile yine sokaklarda cirit atabilmektedir. Devletlerinin eline düşmeyiver muhalif kimliğinle. Hak-hukuk-adaleti mumla ararsın. 10 yoldaşımızın iki yılı aşkındır Alman emperyalizmi tarafından hangi şartlarda rehin tutulduğu ortadadır. Can bedeli elde edilen demokratik haklar dahi rafa kaldırılır. Bu ve daha fazlasını ekleyebileceğimiz örneklerde en fazla mağdur olan ‘ama, lakin, fakat’sız kadınlar olurken, biz kadınların sistemi değil de birbirimizi yargılayıcı, sorgulayıcı pozisyonda ve erkeklerden daha acımasız olması, kadının bu sistem tarafından nasıl militarize edildiğini, geri bıraktırılmış olduğunu, kendi militarizmini kadından kadına nasıl köklüce enjekte ettiğinin ifadesidir.

Bir kadın, bir insan, bir anne, bir demokrat-ilerici-yurtsever kaçırılıyor. Onun hak ve özgür dolaşım hakları gasp ediliyor, akıbeti ise iki haftaya yakındır bilinmiyor. Bunun adına devlet destekli şiddet demek yerine, çocuklarının, ailesinin, çevresinin psikolojik ruh halleri hesaba katılmaksızın, ilgi odağımız, yürek acımız olmuyorsa Saray, hele bir de kendimize ilerici-demokrat diyebiliyorsak, ezilen sınıfa mensup kadınlar olarak bir kez daha bu kimliklerimizle, vicdanımızla, insan yanımızla, kadın yüreğimizle ciddice yüzleşmemiz gerekiyor demektir. Evet, sistem her şeyi bayağılaştırma, normalleştirme hedefinde.

Sistem bizi kendimize, emeğimize, bedenimize, kimliğimize yabancılaştırma derdinde…

Ama ya bizler.?

Ya insan yanımız? İsyan yanımız?

Haksızlığa uğrayanın yanında yer alma, birinin yüzüne inen tokadı kendi suratımızda hissetme empatimiz? Hepsini mi kaybettik?

Hangi ara biz kadınlar bu kadar acımasız ve yüreği ıssız kaldık? Yüreğimizi sevgisiz çöle döndürdük? Nasıl bu kadar cinsimize, sınıfdaşlarımıza, dolayısıyla bedenimize yabancılaştık?

Oysa bu düzende yaşadığımız onca ortak acı, sorun ve çözüm bekleyen, karşı durulması gereken haksızlıklar, adaletsizlikler, cinsiyet ayrımcı tutum, davranış, yaptırım ve yasalar var ki, aileden tutalım, devlete, dinden toplumun tüm gözeneklerine kadar ciddi sorunlar bunlar. Ve merkezinde de biz kadınlar varız. Yarın Saray’ın yaşadıklarını yaşamayacağımızın garantisini hiç birimiz veremeyiz. Böylesi durumlarda ve hatta olmasını istemediğimiz için kadın dayanışmasını yükseltmek, kadının sesini-gücünü birleştirmek, sahiplenici davranmayı ilmik ilmik büyüterek örmek mi, yoksa tam da sistemin istediği kadın tiplemesiyle hareket ederek, Saray’ların çoğalmasına bilerek-bilmeyerek katkı sunmak mı gerekiyor? Bunlara verilecek yanıt, biz kadınların yerini-duruşunu belirleyecektir. Sorun ezilenin de ezileni durumunda olan biz kadınlarız. Ve kadına yönelik şiddetin bahanesi, aması, fakatı olmaz, hele bunu bizlerin yapma lüksü hiç ama hiç yok ve olmamalı da. Ayrıca halkımızın tabiri ile ‘kendimize yapılmasını istemediğimiz bir şeyi başkasına mübah görmekten’ de vazgeçmek gerekir.

Bugün Saray’ların yanında olmayan, akıbetlerini sormayan, “Bir kişi daha eksilmek istemiyoruz” diyerek haykırdığımız alanlarda yanımızda olmayan kadınların bir kez daha düşünmeleri gerekir. Ve şunu da hafızalarının en derin yerlerine kazımaları gerekir:

KADIN KADININ KURDU DEĞİL YURDUDUR….

Ve tekrar soruyoruz; her hangi adlî bir durumu çabucak çözebilen Alman Emniyet Teşkilatı, SARAY’a hala neden ulaşamadı?

SARAY NEREDE?

SARAY’I SAĞ ALDINIZ, SAĞ İSTİYORUZ…!