Anasayfa , Haberler , İçimizdeki Beyaz Kuş | Hülya Onur

İçimizdeki Beyaz Kuş | Hülya Onur

İÇİMİZDEKİ BEYAZ KUŞ
Anaerkil dönemde kadın, yaşam gücünün kaynağıdır. Bütün sosyal etkinliklerin özünde yer olan kadın, Anatanrıça olarak görülür ve kendisine tapılırdı. Antropologların araştırmalarından da görüyoruz ki, Taş Devri kültüründe kadınlar, erkekten çok daha önemli katılımcılardır.
Anaerkil kabileyi yani ilk sosyal örgütlenmeyi yaratan kadındır. Ve yine insanlığı hayvanlar krallığından bir basamak yükselten de kadınlar olmuştur. Bu dönemde, yiyecekler kadınlar tarafından toplanır ve ekonomide de merkezi rol oynarlar. Gıda bitkilerini bulma,kazma sopaları, ağaç kabuğu ya da deriden kaplar ve taş yontular gibi araçları da ilk kadınların bulduğunu artık biliyoruz. Ateşi bulma ve hayvanları evcilleştirme kadınlarca başlatılmış, bitkilerin tedavide kullanılması, yine kadınların üretkenliği sonucudur. Dilin de ,kesin olmamakla birlikte, kadınların ortak çalışma etkinliklerinde doğduğu belirtilmektedir. Kadınların kendi bedenlerinden çocuk üretebilmeleri ise en ‘mucizevi’ üstlendikleri roldür. Erkekler, üremede henüz kendi rollerinin bilincinde olmadıklarından, kadınlara ‘kutsal’ diye yaklaşır ve bu ‘sihiri’ gerçekleştiren kadına taparlardı.
İnsanın ön ayaklarını yani ellerini kullanarak tarihi başlattığı söylenir ama ‘maymunsu atalarımızdan ‘ insanı ayıran ilk dik yürüme şeklini kadının bulduğundan bahsedilmez. Kollantai, ‘Toplumsal Gelişmede Kadının Konumu ‘ isimli kitabında, “…ilk annemiz kendisini düşman saldırılarına karşı korumak zorunda olduğu durumlarda, bir koluyla kendini savunurken, diğer koluyla boynuna sarılmış yavrusunu tutmayı öğrendi. Ancak yarı dik yürüdüğünde bu talebe karşılık verebilirdi. Ve bu durum, diğer yandan insan beyninin gelişmesini ilerletti. Ama kadınların bunun için ödedikleri fiyat oldukça yüksekti. Çünkü, kadın bedeni dik yürüyüş için elverişli değildi. Bizim dört ayaklı akrabalarımız olan maymunlarda doğum sancıları hiç bilinmiyor. Yani bilgi ağacından meyve toplayan ve bu yüzden doğum acılarıyla cezalandırılan Havva’nın öyküsü, kesinlikle bir tarihsel arka plana sahiptir.” belirlemelerinde bulunur. Kadın kendi tarihini araştırmaya ve yazmaya ne yazık ki, geç başladığından, kadının tarihini erkekler yazmıştır. “…insanlık tarihinin belirli dönemlerinde,kadın bilimlerin ve kültürün gelişmesi açısından, bugün bütün önyargılarıyla burjuva bilimin itiraf edebileceğinden çok daha önemli bir rol oynamıştır.”  (Kollantai,a.g.e./sf:19) Bu anlamda,itiraz edilecektir belki ama ‘Tarih kadınla başlamıştır. ‘ dediğimizde, bu erkeğe ‘haksızlık ‘ sayılmamalıdır. Kaldı ki, kadınların yüzyıllardır yendiği haklarının yanında, böylesi bir hak yeme çok da büyük haksızlık sayılmaz sanırız.
İnsan ürün vermeye, yaratım olanakları kazanmaya, dolayısıyla ellerini kullanarak dünyanın değişmesine de etki yapmaya başlar. İnsanın ellerini kullanmaya başlaması, düşünme evriminin başlamasıyla gerçekleşmiştir. Onu hayvandan ayıran en önemli özellik artık, beynini harekete geçirerek, düşünen bir canlı olmasıdır. Düşünebilme yeteneğiyle insanlığını kanıtlamıştır. Bilgi, toplumlar için anlamını bulduktan sonra, düşünce de insanlık için bir ölçüt sayılmaya başlamıştır. Doğaya, vahşi hayvanlara karşı mücadele eden insan artık, doğayı değiştirmeye, vahşi hayvanları evcilleştirmeye, dolayısıyla, düşüncesi sayesinde onlar üzerinde hükmünü kurmaya başlar. Çünkü, insan artık, ‘içinde bulunduğu ortamın ayrımında olmaya’ başladığından, dünyayı da biçimlendirmeye yani uygarlaşmaya doğru evrilir.
İnsanın doğaya ve vahşi hayvanlara direngenliğine rağmen,ilkel komünal süreci saymazsak, değişik toplumsal süreçlerde düşünceleri sindirilmeye, yok edilmeye çalışılmıştır. Tarihe mal olmuş onca filozof, salt düşüncelerinden dolayı cezalandırılmış ya da ölüme mahkum edilmiştir. Cadı avı 300 yıldan fazla sürmüş, kadınlar “Cadı, büyücü” diye kırımlara uğratılmış,Orta Çağ kadının katledildiği çağ olmuştur. Çünkü  kurucu düzenler için, düzen için düşündüğün müddetçe düşünebilirsin,yapabilirsin ilkesi vardır. Düşünce düzene karşı bir güç olma tehlikesi taşımaya başladığı anda, düşünce katledilmeye başlar. Bu, günümüze kadar devam ettirilmiştir. Binlerce güzel insan hala zindanlarda düşüncelerinden dolayı rehin tutulmaktadır. Düşünen, sorgulayan, kurulu düzeni kabul etmeyenlerin toplumsal güç olmaya başlaması durumunda, kaba güç, baskı, her türlü faşizan uygulamalar devreye sokulur. Çünkü, bilginin insan beynine sıçraması, aynı zamanda insanın insanı sömürmesinin önündeki en büyük engeldir ve bu düzenden çıkarı olanlar ,buna asla müsaade etmezler.
Belli bir ortamın dışına çıkamayanlar, ne dünyadan haberdar olur, ne de geleceğin nasıl olacağını, olması gerektiğini, neye evrimleşebileceğini sezemezler. Bu bilinçsizlik aynı zaman da örgütlülüklerden uzak durmayı getirirken, bölünen güçlerin bir araya getirilememesine de neden olur. Bilincin parladığı yerde ise güneşi görmek zor değildir.
Emperyalizmin dünya halklarına saldırmaya devam ettiği günümüzde, emperyalistler ve onların uşakları arasında açıktan bir yarış ve dalaş sürmektedir. Önemli yarış alanlarından birisi KÜLTÜR alanıdır. Ve her sistem kendi kültürünü yaratmak, yayıp-yerleştirmekle yükümlüdür.
O halde kültürün tanımlamasıyla devam edelim: Toplumsal değişim süreçlerinde, ‘maddi-manevi her türlü değerlerin nesillere aktarımında kullanılan ve egemen olan sistemin doğal ve toplumsal çevresine egemen olma ölçütünün en iyi araçlar bütününe, genel anlamıyla KÜLTÜR denilebilir. Ama Mao’nun da vurguladığı gibi; “…kültür,…( ideolojik olarak bakıldığında) belli bir toplumun siyasetinin ve iktisadının yansımasıdır. Fakat kültür de bir toplumun siyaseti ve iktisadı üzerine yeniden çok büyük bir etki yapar ve bunlara muazzam bir şekilde nüfuz eder. İktisadi temeldir fakat siyaset de iktisadın yoğunlaşmış ifadesidir. ” Ve dolayısıyla, “…mevcut bir kültür, söz konusu siyaset ve iktisadın ideolojik yansımasıdır. ” Ayrıca edebiyat ,sanat, her türlü yazılı-görsel iletişim araçları,  medya ve buralarda kullanılan dil, gelenek- görenekler, dinsel ritüeller  ve teemmüller,vb. kültür kavramı içine girer.
Kültür, toplumun değişim evrelerinde oluşur.  Ve giderek toplumsal yaşam içinde insanların değişik alanlardaki düşünce ve yaşam biçim ve kalıplarına dönüşürler. Kültürün genel tanımlaması içinde cinsiyet vurgusu olmamasına rağmen, günümüze kadar eril olarak algılanmış, kavratılmış, “Kadın ve Kültür” yan yana konulmaktan kaçınılmıştır. Oysa kültürün de sınıfı, milliyeti ve cinsiyeti vardır.
Egemenler kendi sınıf çıkarları için kullanmışlar; toplumsal ,siyasi-ekonomik değişikliklere uğramalarına rağmen, kadına dair söylemler, politikalar, yaptırımlar her dönem kadının aleyhine korunmaya çalışılmış; baskıcı emperyalist sisteme karşı yönelen, ‘geniş halk yığınlarının anti- emperyalist, anti-feodal milli kültürü olan yeni demokratik kültüre karşı saldırılar ‘ hep olmuştur.
Bugün dünya halkları politik- ideolojik- ekonomik saldırılarla boğuşurken, kültürel olarak da kuşatma ve saldırı altındadır. ‘…yaşayan, nefes alan, değişen ve biçimlenen, aynı zamanda biçimlendiren bir kavram’ olduğundan dolayı, daha bir önemlilik kazanan kültür, tarihin anlaşılması ve açıklanması noktasında önemlidir. Ve ciddi araştırmayı-incelemeyi gerekli kılar. Böyle olmasına rağmen, yine de belli başlıklar altında, bazı noktalara değinmeye çalışalım.
Emperyalistler kendi yarattıkları açlık, sefalet  kıtlık gibi insanların hayatlarını çekilmez kılan olumsuzluklara karşı,  yine kendilerinin ürettikleri talepler ve reçetelerle yanıt olmaya, sistemlerini yeniden onarmaya çalışıyorlar.  Bunları yaparken kullandıkları en önemli araç ise kültür sanayisi ve endüstrisidir.
Günümüzde, insanları sersemleten düzeyde geliştirilen araçlarıyla  insanların tüketim araçları olması sağlanarak,  sınırsız tüketen insanlar ordusu üretmeye önem verir durumdadır emperyalistler.Genelde toplumun benimsemesinin kolay olduğu araçlar üretilerek, kültür tüketiminin kolay gerçekleşmesi sağlanır. Kimi zaman dinsel, kimi zaman dilsel, kimi zaman sınıfsal ve çoğu zaman da cinsel öğeli kültür zeminleri yaratarak egemen sınıfın fikir ve davranışları,  davranış biçimleri yeniden ve yeniden üretilmeye çalışılır. Dolayısıyla,  burjuvazi ile proletaryanın en ideolojik mücadelesi ve şiddetli çatışmalarının yaşandığı alanın başında kültür alanı gelir.
Otoriter, baskıcı, ayrımcı ve tüm kurumlarıyla yerleşik olan eskinin yeniye evrilmesi bu anlamda uzun ve zorlu bir mücadeleyi gerekli kılmaktadır.  İnsanın kendisine, emeğine yanancılaştırıldığı, savaşların, işgallerin yaşandığı dünyamızda bir kültür olarak şiddet de acımasızca devam ediyor.
Bunu da en yoğun kadınlar yaşamaktadır. Bunca olumsuz gelişmelere rağmen, özellikle iletişim araçları ve medyanın belli bir örnek kadın tipleri yaratarak, kadın,evlilik, yemek programları, dizileri, vb…araçlarla kadınları belli alanlara hapsetmeye çalışması, ‘kadın ve kültür ‘ün yan yana getirilip, tartışılmasını zorunlu kılmaktadır.
Kadınlar ezici çoğunlukla kendilerini, sersemleten televizyon dizilerinde, izdivaç programlarında, yarışmalarda, magazin rüzgarlarının içinde kaybediyorlarsa,kadının kendisini, özünü nasıl bulması gerektiği noktasında daha fazla kafa yormak gerekmektedir. İleri kadınların dahi dizilerin neredeyse esiri haline geldiğini de hesaba katarsak, durum ciddi demektir. Kadının toplumsal gerici kalıplara sokulduğu ve ama sözüm ona ‘modern formatlar’ kullanılarak gerçekleştirilen bu programlar ,diziler,vb. kadın bakış açısıyla izlendiğinde bu açıkça görülecektir. Düzenin evimizin içine girerek, bizleri, çocuklarımızı kültürel erozyonuna uğratmasına, gözleri kör, kulakları sağır, dilleri lal yapmasına göz yumulabilir mi? Evlerimizde interneti,televizyonları kaldıramayacağımıza, telefonları kullanmama durumumuz olamayacağına göre, bu gidişata nasıl dur diyebileceğiz? Belki de sorunun çözümü bunlara verilen yanıtlarda yatıyordur.
Kadın kültürü yaşatan ve taşıyan olarak, değişik toplumsal ve kamusal alanlarda kültürlerini yaşama noktasında yasaklarla sarmalanmaktadır da.
Dünden bugüne özellikle ülkemizde, değişik milliyete mensup kadınlar özgülünde yaşatılanlar, tarihsel döngü içinde belleğimizde  bugün hala tazeliğini korumaktadır. Baskı, sömürü, tecavüz,katliam gibi,şiddeti ve militarizmi çok boyutlu yaşayan bu kadınların kültür ve kimlikleri üzerinde bilinçli ve sistemli bir asimilasyon politikası güdülür.
Osmanlı ‘dan cumhuriyete, var olan sistemle hep çelişkiler-çatışkılar yaşayan Dersim’de yaşatılanlar aradan onca yıl geçmesine rağmen hala hafızalardadır. Devlet eliyle ve bizzat Atatürk’ün de plan-bilgi ve onayıyla gerçekleştirilen kırımda, Dersim’in havadan bombalanması görevi ,aslında Ermeni olan Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen ‘indi. Devletin yetkili kurumlarının çıkardığı 34 İskan, 35 Tunceli Kanunu, 36’larda her evden bir silah teslim edilmesi mecburiyeti getiren silahları toplama kanunu ve bir dizi uygulama inkar-imha ve asimilasyon hedefli olmakla birlikte, planlı – programlı şekilde  ve aşamalı olarak devreye sokulmuştu.
İskan Kanunu ‘yla Dersimliler, Türkiye ‘nin değişik illerine sürülmüşler, bu da yetmemiş, gittikleri köylerden 10 yıllık süreçler içinde ‘kendi köylerinden dışarıya çıkmaları ‘ yasaklanmıştır.  Bulundukları alanları sağlık gibi önemli durumlarda dahi terk edemez durumda bırakılmışlardı. Hedef 10 yıllık süre içinde büyüyen kız-erkek çocuklarının Türklerle evlenerek, asimile olmalarıydı. Dil ve kültür birliğini sağlamak, inkar ve kendini unutturmak, amaçtır. Farklı diller olmayacağı gibi, Kızılbaş-Dersim Aleviliği de böylece yok edilecektir. Çocuklar, özellikle de kız çocukları ‘okuma seferberliği ‘ adı altında, asker zoruyla yatılı okullara alınıyordu. Bilmedikleri bir dille, bilmedikleri bir ortamda ve ailelerinden zorla koparılan bu kız çocuklarının sayısı oldukça fazladır.  Bu kız çocukları bir daha ailelerine, aileleri de onlara kavuşamazlar. Çocuklar ya asker ailelerine ya da değişik şehirlerde yaşayan zamanın önde gelen eşraflarına ‘evlatlık ‘ verilirler. Onların her türlü işlerini gören, belli bir yaşa geldiklerinde, Osmanlı ‘da da olduğu gibi, ya asker çocuklarıyla ya da eşrafın çocuklarıyla evlendirilerek,asimile olmaları sağlanır. Bazıları da Sabiha Gökçen gibi, Ermeniliğini unutsun diye özel yetiştirilir,militarist saldırganlıklarında kullanırlar. Dersim’in kayıp kızlarının sayısı hiç de az değildir bu yüzden. Bu travma yıllarca psikolojilerini etkiler. Köklerini çocuklarına, onlar da aynı travmaları yaşamasınlar diye ya anlatmazlar ya da çocukları büyüdükten sonra anlatırlar. Kültürün kendisini en belirgin var edebildiği canlı kadın olduğu için, Dersim’in asimilasyon edilmeye çalışılmasında da ilk kadın seçilir.
Kadın ilk köleleştirilen canlı olarak, mensup olduğu etnisitenin kültürünü yaşanması ve yaşatılması noktasında da köleleştirilmeye çalışılandır. Kadının da bir sınıfa mensup olduğu düşünülürse, toplumsal konumu o topluma ait bilgileri bize vermiş olur. Moda, ahlak anlayışı, örf-adetler,gelenek- göreneklerin en iyi temsil edildiği varlıktır kadın. Dil dahi çocuklara yakın ilişki içinde olduğundan, kadın aracılığıyla edinilir. ‘Baba dili ‘ değil de ‘Ana dili’ kavramı buradan türetilmiştir. Buna rağmen  ülkemizde de olduğu gibi kadın yasaklar,  imha-inkar ve asimilasyon politikalarından kaynaklı olarak dünyanın bir çok ülkesinde de kendi dillerini rahatça konuşamazlar.
Okul kitapları başta olmak üzere, basın-yayın, medya, edebiyat gibi yazın dilinin olduğu alanlarda erkek egemen kültürün hakimiyetinden kaynaklı,  kadın ve cinselliği hor görücü, aşağılayıcı ya da erkeğin eklentisi gösteren dil hakimdir. Bir üretim aracı da olan kültür alt yapıdan üst yapıya kadar dayatılan bir değerler yumağıdır da. Kadın cinsel obje olarak görülür, ticari nesne olarak algılanır, tabular kadın için elde tutulur. Yaşam biçimleri, davranışları toplum tarafından şekillendirilir. Ve bunlara göre o ‘iyi’ veya ‘kötü ‘ kadın, ‘eğlenilecek ‘ ya da ‘evlenilecek’ kadın halini alır.
Dil cinsiyetçi ideolojinin gelişip- güçlenmesi, geniş kitleler içinde vücut bulabilmesi için en önemli araçtır. İdeolojilerin kendini üretmesi dil ile gerçekleşir.  Cinsiyet ayrımcılığının ilk belirdiği yer de zaten cinsiyet tanımlamalarıdır.  Kimlikler, mavi-pembe olarak,  bu ayrışıma göre verilir. Kız-oğlan, kadın-kız, bakire, bekaret gibi belirlemeler cinsiyet ayrımcılığının dilde yaşam bulmasıdır. ‘Atasözü ‘ adı altında söylenenler ise genelde kadını küçük düşürücü, aşağılayıcı, erkeği yüceltici söylemlerdir.  Bir çoğu da, Kuran-ı Kerim ‘in satır aralarından, sosyal yaşama uyarlanmış sözlerdir. Küfür ise kadına şiddet kullanmanın farklı bir aracıdır. Kadının kimliğini- cinselliğini hedef alır.
Kadın,  ‘Adem’in kaburgasından oluşmuş Havva’dır bu sistem için. Lilith’ten kimse bahsetmez. Oysa her şeye ‘amenna’ diyen, her şeyi sineye çeken değil, kendisi olmak isteyen ,özgürlüğüne düşkün asi Lilith vardır. ‘Yaratma hakkını yalnızca kendine ayıran Adem’ ,Lilith’e ağır gelmiş, baş kaldırmış ve yasak elmayı Adem ile Havva’yı kandırıp yedirmesi sonrası günümüze kadar adı ‘şeytan’a dönüşmüştür. Aslında sıkça adından bahsedilen şeytan, Lilith’tir,yani kadındır.
Burjuva ideolojisi, kadını bir çok araçla kişiliksizleştirirken, kadın-erk’ek ilişkilerinde de kadının kişiliğini erkeğe adamasını şart koşar. Yüzyıllardır kendi doyurulamayan arzularını gerçekleştirme alışkanlıkları olan erkeğe bu kültür burjuvazi tarafından enjekte edilmiştir.
İşçi sınıfının erkekleri de bu alışkanlıkları aşabilmiş değildir. Oysa bilinir ki, proleter kültür,  ‘erkeğe boyun eğmeyi, eşitsizliği aşk ilişkilerinde de ‘ kabul etmez. Zaten bir kişinin, diğerine boyun eğmesinin temelinde ne sevgi, ne saygı olabilir. Bu durumda aşktan bahsedilemeyeceği gibi, bu olsa olsa burjuva kültürü üzerine kurulu cinsler/kişiler arası ürkütücü bir ilişki olur. Böylesi birlikteliklerin yaşandığı ortamlar, boğucu bir hapishaneden farksızdır. Alexandre Kollantai ‘ın Marsizm ve Cinsel Devrim adlı yapıtından bir alıntıyla  yazıyı sonlandıralım:”Burjuva kültürüyle beslenen kadın, kişiliğinin aşk adına silinişini tümüyle kabul edebilirdi. Çünkü, kendini belli edebildiği, niteliklerini gösterdiği tek alan kocası ve çocuklarına olan aşkıydı. Eski kültürün kadını, ailenin dışında hiç kimsenin gereksinim duymadığı ben’ini bastırabilir, boğabilir ve yine de mutlu olabilirdi. İşçi sınıfının kadını ise kollektif yaşam kurulması için mekanizmasında küçücük bir çark bile olsa, gönlünce seçtiği kişinin ondaki ‘beyaz kuş ‘u boğmasını asla affetmeyecektir; çünkü kendi değerinin bilincindedir.
İç yolculuğumuza derince devam edip, içimizdeki beyaz kuşu daha  özgür kılmak olsun hedefimiz…Çünkü, biz kadınlar değerliyiz.
Hülya ONUR