Anasayfa , Köşe Yazıları , G8 ve G20’den İşçilere, Emekçilere ve Ezilen Dünya Halklarına Düşen Pay

G8 ve G20’den İşçilere, Emekçilere ve Ezilen Dünya Halklarına Düşen Pay

YUSUF KÖSE | 05 – 07 – 2010 | 25-26 Haziran tarihleri arasında Kanada’nın Ontario kentinde 36. gerçekleştirilen G8 ve onun güdümündeki 26-27.06.2010 tarihinde Toronto’da yapılan G20’de emperyalistler ekonomik konularda uzlaşma sağlayamadılar. Aralarındaki çelişkilerin daha da yoğunlaştığı söylenebilir. Uzlaştıkları konu ise; kapitalist sistemin içinde bulunduğu krizin faturasını işçi ve emekçilere ödetilmesi oldu.  Baskı-sömürü ağlarının örüldüğü, tekelci burjuvazi ve gericiliğin lehine kararların alındığı toplantılar dizisi olarak, burjuvazinin bilinen argümanları bir kere daha tekrarlanmış oldu.

Tekelci burjuvazinin 2008 krizinden daha çıkamadığını, aksine şimdi daha da büyük bir krizle karşı karşıya olduğunu bir önceki yazımda belirtmiştim. Emperyalist burjuvazi, 2008 yapısal krizi (bazıları buna değişik isimler takarak, kapitalist krizin ana kaynağını ya unutturmaya çalışıyorlar ya da liberal kesimlerden etkilenmekten kaynaklanıyor) atlatmak için bolca karşılıksız para basarak (bono, tahvil vb.) batık bankaları kurtarmaya çalışırken, bu kez de devlet bütçeleri dev açıklar vermeye başladı. Bütçe açıklarını kapatmanın yolu olarak da, halkı, zam fırtınasına tutarak sömürüyü bir kat daha artırmada görüyorlar. Şu anda bu yöntemi , AB’nin büyükleri olan Almanya, Fransa ve İngiltere „tasarruf paketleri“ adını verdikleri zam paketleriyle kapatmayı deniyorlar. ABD ise bu yaklaşıma karşı, taleb artırıcı yöntemlerin yürürlüğe sokulmasını ve peşinden ise „tasarruf paketlerinin“ gelmesini istiyor. Tam da bu konuda uzlaşı sağlayamadılar. G8 zirvesinde ABD’nin bu istemi bir temenni olarak bildiride yer almakla kaldı.

AB ülkelerinin (AB’nin temel direkleri sayılan Almanya, Fransa, İngiltere ) “kemer sıkma” politikalarını yürürlüğe sokmalarının nedeni, bütçe açıklarının başka türlü kapatamamalarından ve bu söz konusu açıklar var oldukça Avro’nun değerinin her geçen gün düşerek, dünya ekonomisi içindeki güçlü yerini kaybetmesinden korkmalarıdır. Özellikle Almanya ve Fransa,  Avro’nun dolar karşısında değer kaybına karşı her türlü önlemi almaktan kaçınmayacağa benziyorlar. Çünkü AB’yi ayakta tutacak olan “Avro Bölgesi” (Euro Zone)’nin güçlenmesi gerekiyor.

Avro’nun değer sorunu ABD ile AB arasındaki çelişkileri kızıştıran noktaların başında gelmektedir. ABD, Avro’ya müdahale edici ekonomik politikaların uygulanmasına karşı çıkarken, AB ise tersini yapmakta ısrarlı, çünkü bu aynı zamanda kendi (AB’nin) geleceği ile yakından ilgili.

Bu zirve’de kavga esas olarak ABD ile AB arasında geçti, bu nedenle de sonuç bildirisinde pek fazla bir şey yer almadı, sadece bazı konuların “temenni” olarak vurgulandığını söyleyebiliriz.

G8 ve G20’de konuşulan “bankaların küresel vergilendirmesi” (banka iflaslarına karşı fon oluşturmak amaçlı) ise, fiyaskodan öteye gidemedi. Ortak bir görüş sağlanamadı. Almanya ve Fransa gibi ülkeler bankalara “küresel vergi” zorunluluğu getirilmesini istemelerinin nedeni ise, Alman ve Fransız bankalarının bazı AB ülkelerinden bir kaç trilyon doları geçen alacakları…

Öte yandan yeni bir kriz dalgasının ufukta gözüktüğü bu günlerde, bazı emperyalist ülkeler daha şimdiden önlemler almaya, kemerleri sıkmaya başladılar bile. “Kemer sıkmak”, talep darlığını beraberinde getirdiği için, krizin doğmasını önleme bir yana, aşırı üretim kaçınılmaz olarak yeni bir yapısal krizi de içinde barındırmaktadır. Burjuvazinin içinden çıkamadığı sorun da bu.

Burjuvazinin her kriz döneminde tartıştığı ve genelde baş vurduğu yöntem; halkın alım gücünü düşürücü politikaları uygulamak oluyor. Bir başka söylemle sömürüyü katmerleştirme politikası. Ama öbür yandan, krizin kaynağı aşırı üretim olduğu için, halkın alım gücünün düşmesi, fazla üretimin erimesininde önüne geçiyor. Kapitalist sistemde arz ve talep kapitalist üretimin karakteristiği gereği dengeli olamaz. Aşırı kar için rekabet ve aşırı üretimi kaçınılmaz kılmaktadır. Burjuvazi, dönem dönem talep artırıcı yöntemlere baş vursa da bu sınırlı kalmakta, tekrar talep daraltıcı politikaları krizi ötelemek için yaşama geçirmektedir.

G8 ve G20’de emperyalist ve gerici devletlerin ortaya koyduğu durum, kendileri  açısından pek parlak değil. Dünyanın (esas olarakta ezilen sınıfların) artık bu yükü kaldıramadığını, kapitalist sistem bu şartlarda “sürdürülebilirliğini” çoktan aşmıştır. Daha çetin, daha kapsamlı ve daha kanlı yeni paylaşımların pekte uzak olmadığının sinyalleri verilmiştir. Söz konusu bu zirveler; Afganistan, Irak ve irili ufaklı işgal hareketleri dışında emperyalist pazar alanlarının yeniden paylaşımının gündem dışı olmadığını bir kere daha ortaya koyması açısından da “kayda değer gelişmeler içeren toplantılardı” belirlemesi fazla abartılı ya da subjektif bir yaklaşım olmayacaktır.

Sermaye Kitleler Üzerindeki Baskıyı Artıracaktır

Emperyalist tekeller ve onun hükümetleri kitlelerden “kemer sıkmalarını” isterken, kendi güvenlikleri için yapılan üç günlük toplantının maliyetinin 2 milyar doların üstünde olmasından bir rahatsızlık duymuyorlar. Üstelikte tekelci burjuvazinin siyasal temsilcileri, bu sınıfın çıkarları doğrultusunda dudaklarını oynatırken; ezilen kitlelerin sorunlarını daha da ağırlaştırıcı kararlara imzalarını attılar. Ve çok sıkı önlemler altında  toplantılarını yaptıkları sıra, tel örgülerin dışında bu toplantıyı protesto eden kitleleri “demokratik ülkenin” polis copları, göz yaşartıcı bombaları  karşılıyordu. Ezılen, sömürülen halkların her zaman payına düşen de bu zaten onların sofrasında.

Her toplantılarında olduğu gibi, bu toplantılarında da, “yoksullukla mücadele” kararı almaktan geri durmadılar. 3 günlük toplantida sadece güvenlikleri için yaklaşık 1 milyar doları aşan harcamalar yaparken “yoksulluğu önlemek” için 3,9 milyar dolar yardım kararı aldılar. Devede kulak misali, hiç bir sorunu çözmeyecek, kamuoyunu oyalama taktikleri ile timsah gözyaşları döküyorlar. Yoksulluğu yaratanların, işsizliğin açlığın nedeni olanların, yoksullukla “mücadele” kararı almaları abesle iştigaldir. Aşağıda verdiğim  alıntı bunu anlamak için yeterli olacaktır sanırım. (Üstelik veriler kendi kurumlarına ait; DB ve BM web sayfalarından bkz.)

“Yoksulluk , büyük  bir çoğunluğu gelişmekte olan ülkelerde yaşayan insanların en büyük sorunları arasında yer almaktadır. Son 50 yıldır dünya üzerinde büyük bir refah artışı gerçekleşmesine rağmen yoksulluk çağımızın en çetin problemlerinden biri olmaya devam etmektedir. İnsan nüfusunun %46’sı yani  iki milyar sekizyüz milyon insan Dünya Bankası tarafından belirlenen günlük 2 ABD doları olan yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır. Bir milyar ikiyüz milyon insan ise günlük 1 ABD doları olan açlık sınırının altında yaşamayı sürdürmektedir. Her yıl yaklaşık olarak 18 milyon insan yoksulluğa bağlı sebeblerden dolayı çok erken yaşta ölmektedir. Bu rakam toplam insan ölümlerinin üçte birine eşittir. Her gün 34.000’i 5 yaşın altında çocuklar olmak üzere 50.000 insan yoksulluğa bağlı sebeblerden dolayı ölmektedir.

Dünya’da bir yandan giderek artan zenginlik gözlemlenirken, diğer yandan şiddetli ve geniş çaplı bir yoksulluk yaşanmakatadır. Zengin ülkelerde 903 milyon insan toplam dünya gelirinin %79,7’sini elinde bulundururken, küresel yoksullar grubu olarak bilinen iki milyar sekizyüz milyon insan toplam dünya gelirinin %1,2’sine sahiptir. Toplam küresel gelirin yalnızca %1’i birinci gruptan ikinci gruba transfer edilse, dünya genelinde yaşanan aşırı yoksulluğun ortadan kalkacağı hesaplanmıştır. (Thomas Pogge, Küresel Yoksulluk ve İnsan Hakları Bilgi Üniversitesi 1. Baskı’dan aktaran Tolga Kabaş, Doktora Tezi, 2009)

Kendi kurumlarına ait istatikksel veriler dahi, tekelci burjuvazinin siyasal sözcülerinin “yoksullukla mücadele”den dem vurmalarının, kendi sahtekarlıklarını ve riyakarlıklarını ortaya koymaktan başka bir anlam taşımadığını göstermeye yetiyor.

Burjuvazinin ağzından çıkan her “terör” sözcüğü, onların kitleler üzerinde daha fazla baskı ve terörü artırması olarak anlaşılmalıdır. Bu kan emiciler, kendi kanlı terörlerine karşı, kitlelerin meşru ve haklı direnişlerini “terör” adı altında lanse ederek kriminalize etmeye çalışıyorlar. İşçi ve emekçilere bu zirvelerden düşen pay bu.

Alman hükümeti silahli mücadele veren ulusal ya da sosyal kurtuluş hareketlerini desteklemenin, savunmanın “suç” ve bunu savunan kişilerin ise “terörist” kabul edilmesinin yasallaştırılmasini tartışıyor. Bu yasa ABD’de çoktan yasallaştırılarak yürülüğe sokuldu. “Demokrasi” şampiyonluğunu kimseye kaptırmayan sözümona bu “demokratik” devletler, yakın bir gelecekte işçi ve emekçiler lehine olan tüm düşünceleri “suç” sayacaklardır. Yani, tekelci burjuvaziyi ve gericiliği eleştirmek “anti-demokratik” ve “terör yanlısı” olarak değerlendirilecektir.

Burjuvazinin, başka şansı da kalmadı gibi. Kapitalizmin krizi ve kendi aralarındaki ölümcül dalaşma, işçi ve emekçiler üzerindeki baskıların yoğunlaştırılmasını da beraberinde getiriyor. Bunlar 1. ve 2. paylaşım savaşları sürecinde yaşandı.

Türkiye’de DİSK gibi sendikalar CHP lideri Kılıçdaroğlu’nu işçi ve emekçilere “yeni kurtarıcı” gibi tanıtmaya çalışırsa, Almanya’da DGB (Alman Sendikalar Birliği) lideri M. Sommer Alman Tekelci burjuvazisinin sözcüsü Merkel’in G8 ve G20 toplantılarındaki tavrını “olumlu” bulup desteklerse (bkz. Spigel Online Politik, 27.06.2010, röportaj) işçi ve emekçilerin işlerinin zor olduğu bilinmelidir. Burjuvazi ile aynı kulvarda yer alan sendikacılara bakarak umutsuz olmak yersizdir. Çünkü onlar, işçi sınıfının sözcüleri değil, burjuvazinin sözcüleri gibi hareket ediyorlar. İşçi ve emekçilerin umutları kendileri, kendi mücadeleleridir. Yunanistan ve daha bir çok yerde olduğu gibi, işçi sınıfı ve emekçilerin kararlı mücadeleleri, geleceğin aydınlık olduğunun müjdesini veriyor.

***