Home , Köşe Yazıları , Faik Bulut ile Türkiye`nin Suriye`ye müdahelesinin nedenleri üzerine söyleşi …

Faik Bulut ile Türkiye`nin Suriye`ye müdahelesinin nedenleri üzerine söyleşi …

CEVAP-1)

AKP Hükümeti, birçok sebeple Suriye’ye müdahale etmek istiyor. Nedenleri şöyle sıralamak mümkün: Bir; Soğuk Savaş döneminde başta ABD olmak üzere Batılı ülkeler, Turancılık-Türkçülük ideolojini öne sürerek Türkiye’deki iktidarların yayılmacı politikalarını istiyordu. Turancılık içinde Sovyet yönetimi altında yaşayan Kafkasya ve Orta Asya Türki Cumhuriyetleri’ndeki sözde “esir Türkleri” kurtarmak da vardı. Aynı şekilde Türkiye’nin Halep, Kerkük ve Musul’u alma iddiası söz konusuydu. Sovyetik sistem çökünce, bunun yerini Yeni-Osmanlıcık ideoloji aldı. Buna göre, Türkiye Osmanlı imparatorluğunun mirasçısı olarak Ortaçağ’da fethettiği ve Birinci Dünya Savaşı sonrasında kaybettiği bütün Arap topraklarında söz sahibi olmalıydı. Aslında bu politika, sömürgeciler adına bölgede jandarmalık ve vekillik yapmaya yönelik yayılmacı bir politikaydı. AKP’li yetkililer, Türkleri “efendi millet” görüyorlar; bölgedeki Arap, Kürt ve diğer halkları yönetmeyi düşünüyorlardı. Nitekim son iki yıldan beri AKP yanlısı basın, bu sefer Osmanlıcık adına; “Bağdat ile Kudüs’ün tapusu bizdedir. Halep, Kerkük ve Musul Osmanlının öz mülküdür. Şam Eyelati yani Filistin, Lübnan ve Suriye bizden sorulur. Oraları almak lazım, onlara sahip çıkmak şarttır” diyerek dini maskeli yayılmacı siyasetlerini dile getirebiliyor. İki; birinci sebebe bağlı olarak “İslam Ümmeti” politikası devreye sokuldu. Mesela İslam mütefekkiri (düşünürü) Sezai Karakoç, bütün İslam ülkelerinin katılacağı Ortadoğu merkezli bir “Ümmet Konfederasyonu” tezini ileri sürmüştü. AKP yetkililerinin çoğu (Abdullah Gül, Recep Tayyip Erdoğan, Bülent Arınç vs), adı geçen Sezai Karakoç’un bu fikrini yıllar önceden benimsemişlerdi. İktidara gelince, bunu hayata geçirmek istediler. Üç; aynı nedene bağlı olarak AKP yönetiminin temel fikri, politik İslam’a uygun bir sistem kurmaya dayanıyordu. AKP siyasetçileri, Müslüman Kardeşler (Ihvanı Müslimin) ideolojisini ve politikasını kendilerine uygun görmüşlerdi. Türkiye’nin öncülüğü ve önderliğinde Arap ülkelerinin hepsinde bir İslami düzen kurulması için Ihvan hareketlerinin iktidara gelmesi gerekiyordu. Mısır, Tunus, Fas ve Gazze’de Ihvancılar iktidara gelmişlerdi; bazı yerlerde ise güçlü muhalefet olmuşlardı. Suriye’de de Ihvan hareketinin iktidarda olmasını veya koalisyon hükümetine girmesini şart koşmuşlardı. Dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Suriye Başkanı Bişar Esad ile görüşmesinde, “Ihvancılar, hükümete ortak olsun veya iktidara gelsin” şartını ileri sürmüştü. Ancak ABD, buna karşı çıkmıştı. AKP’ye göre; bir Ümmet Konfederasyonu kurulması için, iktidarda İhvancılar veya İslamcılar mutlaka olmalıydı. Yoksa, plan gerçekleşemez. Diyelim ki Mısır’da askerler, Tunus’ta laikler ve Suriye Baasçılar iktidarda olursa, Ümmet Konfederasyonu uygulanamazdı. Dört; Rand Corporation ekibinde çalışan Graham Fuller gibi Amerikalı uzmanların kendi çıkarları için öne sürdükleri “ılımlı İslam” modeli, önce Türkiye’de tesis edildi. ABD ile Avrupa, bu modelin Arap ülkelerine ihraç edilmesini istiyorlardı ki; bu da bir çeşit siyasi ve kültürel yayılmacılıktı. Onlara göre, güya “ılımlı İslam”ın olduğu yerde, Vahabilik ve Selefilik gelişmez; El Kaide, DAİŞ, El Nusra gibi örgütler ortaya çıkamazlardı. Aslında bu fikir doğru değildir; nitekim Arap ülkelerindeki ayaklanmalar tam tersini gösterdi: Nerede politik İslam, ılımlı İslam gelişirse onun içinden mutlaka radikal İslam (Arapça El Usuliyye) çıkabiliyor. Beş; Türkiye, bölge ülkelerine göre ekonomik bakımdan daha ileridir. Küresel sermaye ve çok uluslu şirketler Türkiye kanalıyla ama Suriye üzerinden Arap ülkelerine sermaye ihraç edebilir, yatırımlar yapabilirlerdi. Çünkü sınır komşusu Suriye, Arap ülkelerine açılan büyük kapı (Arapça El Bavvabe El Kubra) gibidir. Suriye, Türkiye ve Batılı ülkeler için bakir (el değmemiş) pazar gibiydi. Serbest piyasa ve küresel ekonomi, oraya girip piyasayı yeterince istila etmemişti. R. Tayyip Erdoğan ile Bişar Esad’ın aniden samimi olmaları ve ortak kabine (hükümet) toplantıları yapmaları bunun içindi. Esad yönetimi, Türkiye üzerinden Avrupa Birliği’ne açılmak istiyordu. AKP’ye yakın İslamcı sermayedarlar ise, uyanık Osmanlı tüccarı mantığıyla oradaki malın büyük kısmından azami karlar elde etmek istiyorlardı. Ayrıca Suriye üzerinden Arabistan yarımadasına kadar uzanan ticari kervanlar (TIR filoları), Türkiye’ye büyük kazanç getiriyorlardı. AKP Hükümeti, Esad rejimi devrilip yerine Özgür Suriye Ordusu, İhvancılar ve diğer İslamcı örgüt (Ahrar’ül Şam, Feth’ül İslam) yetkilileri iktidara gelince, burayı kendi arka bahçesi olarak dilediği gibi kullanıp, sözü edilen pazarları alabildiğine sömürebilirdi. Altı; AKP hükümeti enerji ihracı alanında Suriye’ye büyük bir alan olarak görüyor. Mersin’den Hatay bölgesine kadar olan birçok alanda toplam 15 farklı nükleer santral (Arapça Muhattat-ul Taqat’il Nevaviye) veya termik santral (Merafıku İntac’il Taqa) yapma projesi vardı. Bu projeler, Esad rejimi devrildikten sonra Suriye ve Ürdün’e enerji ihracı için hazırlanmıştı. Yedi; aynı şekilde Baku-Ceyhan petrol hattı, Suriye üzerinden İsrail ve Filistin’e ulaştırılacaktı. Ancak İran, Irak ve Suriye arasında farklı bir petrol boru hattı projesi devreye girdi. Maliyeti 10 milyar dolardı. İran’ın Buşehr mıntıkasından başlayıp Irak üzerinden, Rojava bölgesini geçerek Suriye’nin Lazkiye bölgesine kadar uzanacak olan bu anlaşma 2012’de imzalandı. Bu anlaşma, hem Türkiye’nin enerji projesini hem de Katar’ın 2009 tarihinde planladığı doğal gaz boru hattı (Suudi Arabistan, Ürdün, Suriye ve Türkiye üzerinden Avrupa’ya ulaşacaktı.) projesinin önünü kesti. Her iki ülkenin Suriye’ye müdahale etmelerinin bir sebebi de budur. Sekiz; ayrıca büyük petrol tankerleri arasında işlemez hale gelip çürüğe çıkanların İskenderun limanında değiştirilmesi meselesinde de önemli oyunlar vardı. Dokuz; malum, Batılı siyasetçilerin bölgede rahat faaliyet gösterebilmeleri için ortaya attıkları eski etnik-dinsel ve mezhepsel kavgalar da körüklendi. AKP, Sünni-Şii devletler ayrışmasında Katar ile Suudi Arabistan’ın yanında yer aldı. Esad rejimine Alevi diktatörlüğü damgasını vurarak, oradaki Sünni İslamcı hareketleri destekledi. On; Kürt meselesi de önemli bir müdahale nedenidir. Türkiye PKK ile resmi olmayan bir ateşkes yapmış ve sözde “Kürt Açılımı” için görüşme masasına oturmuştu. Ancak PKK ve HDP’nin (o zaman BDP) elini zayıflatmak için Rojava’ya karşı ilan edilmemiş ve gizli bir savaş başlatmıştı. Bu savaşı yürütmek için Özgür Suriye Ordusu, el Nusra, IŞİD, Ahra’ul Şam gibi örgütler gönüllü olmuşlar; Türkiye’deki bazı yetkili ve istihbarat görevlileri de onlara siyasi, askeri ve lojistik destek vermişlerdi. Kobani kuşatması, bunun en somut ve bilinen örneğidir. Şimdilerde Sultan Murad ve Sultan Fatih Alayları adı altındaki Türkmen milislerin, sınır bölgelerindeki El Nursa, Feth’ul İslam, Ceyş’ul İslam, Ahrar’ul Şam gibi çetelerle beraber hareket ederek Kürt Dağı, Halep ve Efrin bölgelerindeki PYD güçlerine saldırmalarının nedeni aynı siyasettir. Türkiye, önce PYD eşbaşkanı Salih Müslim’i kabul etti: “Bizimle beraber ol, Esad’ı birlikte devirelim. Sonra senin için bir iyilik düşünürüz” dedi. Ama bu, üçüncü yolu benimseyen Kürtler açısından makbul değildi. Aynı zamanda Türk hükümeti, samimi vaatlerde bulunmamıştı. Maksat, Kürtleri oyalayıp ezmek ve dolayısıyla Türkiye’deki Kürt hareketini zayıflatmaktı. Bu olmayınca, yeni bir plan önerdi: “Irak ve Suriye Kürtleri, bizim himayemizi kabul etsinler. Böylece Büyük Türkiye’yi kuralım!” denildi. Oysa Büyük Türkiye sloganı, bölge Kürtlerini milis ve paralı asker (Arapça murtazaqa) gibi kullanıp Osmanlı yayılmacılığına alet etmekten başka bir şey değildi. Türkiye, Rojava’daki Kürtlerin, Türkiye’deki Kürt hareketinin bir çeşit laboratuvarı olacağını biliyordu. Bu yüzden, kendi himayesine girmeyen Rojava’yı düşman ve tehdit kaynağı ilan etti. Birkaç günden beri, sınır ötesinden PYD’nin mevzilerini uzun menzilli toplarla bombalıyor; Efrin-Azez hattına girmesini önlemeye çalışıyor. Çünkü Kürtler orayı ele geçirirse, Türkiye’nin muhalif çetelere verdiği destek yolları ve lojistik takviye yolları tümüyle kapanacaktır. Çeteler olmayınca, Türkiye’nin de Suriye’deki rolü asgari seviyeye düşecektir. Bu nedenle PYD için “terör örgütü” diyor; IŞİD yerine YPG ve Suriye Demokratik Güçleri’ni bombalıyor. Kürt düşmanlığını kışkırtarak, yeni bir müdahale için toplumda milliyetçi ve İslamcı bir seferberlik ilan ediyor ki, halk kendisini desteklesin.

CEVAP-2)

Halep-Afrin ve Türkiye sınırına yakın bölgeler, gerçekten Suriye’nin belkemiği (Arapça El Amud el Fuqari) sayılır. Aynı zamanda Suriye’nin hem Akdeniz, hem Anadolu hem de Kürdistan’a çıkış kapısıdır. Halep ile Rojava’yı ele geçiren, Şam’a giden yollara da egemen olabilir. Çok daha önemlisi şudur: Bu bölge, Ortadoğu ve Kafkasya’daki enerji hattının geçiş noktaları sayılır ki, Kıbrıs ve İsrail dâhil Avrupa’ya kadar uzanan bir hattan söz ediyoruz. Özetle İran, Irak, Suudi, Körfez ülkeleri, Ürdün, Suriye ve Türkiye’nin bütün ticari ve enerji yolları burada düğümleniyor. Jeopolitik bir konumu var. Ayrıca Kürdistan’ın parçalanmışlığı da Rojava’nın geleceğine göre ya sona erecek ya devam edecek. Bir anlamda Kürdistan’ın kaderinin büyük bir bölümü, burada belirlenmiş olacak. AKP yönetimi, Kürt meselesinin sadece Bakur’dakinden ibaret olmadığını; tam tersine, bunun Rojava ile Başur’u da kapsadığını görünce, çok şaşırdı ve ne yapacağını bilemedi. Türkiye’nin kızgınlığı da buradan kaynaklanıyor. Barışçıl siyaset yerine çatışmayı tercih etti. AKP hükümetinin önü, burada tıkanmıştır. AKP, bu tıkanan yolları, doğrudan savaş veya dolaylı müdahaleler yoluyla bertaraf etmek istiyor. Öte yandan alternatif enerji hatları ve jeostratejik durum ABD, Rusya, Çin, Avrupa Birliği, Türkiye, Irak, İran, İsrail ve Mısır’ın (veya diğer Arap ülkelerinin) geleceğiyle yakından bağlantılıdır. İslamcı çeteler açısından da bölgenin ve kendilerinin geleceği burada düğümleniyor. Deyr’ul Zor bölgesindeki silahlı gruplardan birinin komutanı Ahmed Allawi, onun için şöyle demişti: “Kuzey bölgesi (Türkiye sınırı, özellikle Efrin-Azer-Cerablus-İdlib demek istiyor) düşerse, Suriye Devrimi tümüyle biter!” Bakınız, Amerikan, NATO, Çin, Rusya ve İsrail’in savaş filoları Akdeniz’in doğu kıyılarında devriye geziyorlar. Rusya Başbakanı Medyedev, “Türkiye, Suudi Arabistan ve NATO bölgeye girerse Üçüncü Dünya Savaşı çıkabilir” sözünü boşuna kullanmıyor.

 

CEVAP-3)

Cerablus-Azez hattı şundan önemlidir. Bölgenin önemli bir kısmı muhalif ve İslamcı çetelerin elindedir. Orada Suudi-Türkiye-Katar ve dolaylı olarak İsrail ittifakının destekledikleri çeşitli silahlı gruplar var. Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar bu hat üzerinden muhaliflere İslamcı militan ve her çeşit silah gönderiyorlar. Muhaliflerin çoğu, sınır boylarındadır. Sıkıştıklarında Türkiye’ye sığınıyorlar. Siyasi ve askeri faaliyetlerini bu üç ülkenin sayesinde gerçekleştiriyorlar. Mesela kimi Türkmen liderleri Antakya ve Antep’te barınıyor; istediklerinde Suriye tarafına geçiyorlar. Türkiye vatandaşı olan yaklaşık 10 bin kadar İslamcı militan, bu sınırlardan gidip IŞİD, el Nusra veya Türkmen gruplarına katılmışlar. Yetmedi; Türkistan ve Özbekistanlı İslamcı savaşçılar, Türkiye üzerinden bölgeye giriyorlar. Kafkas kökenliler de öyle. Son zamanlarda ise Türkmenlere yardım adı altındaki Türkiyeli Turancılar (MHP ve benzeri parti mensupları) sınırı geçip savaşıyorlar. Keza Mişel Kelo, Suriyeli İhvancılar ve benzeri muhalifler, geçen ay sınırdaki Antep şehrinde konferans düzenleyip konuşabiliyorlar. Türkiye, politik İslam’ın barınma ve ihraç merkezi haline gelmiştir.

Şimdi esas meseleye gelebiliriz. İslamcılar bu bölgede oldukça, Türkiye için savaş ve siyaset vekilleri olarak kalacaklardır. Türkiye, bu çeteler vasıtasıyla Suriye’deki planlarını hayata geçirmeye çalışacak ve müdahale imkanlarını, fırsatlarını değerlendirmeye bakacaktır. AKP Hükümetinin “Mare-Cerablus” bölgesinde “tampon bölge veya güvenli bölge” kurmak istemesinin nedeni budur. Çünkü Batılı ülkelerin eleştirilerine muhatap olmadan bu topraklarda silahlı çetelere her türlü desteği rahatlıkla sağlayabilir. Rusya, İran ve Suriye için Halep şehri dâhil bu bölgeyi almak, silahlı gruplara Türkiye kanalıyla giden Suudi ve Katar ikmal hatlarını (Arapçası Xutut-ul Temdid veya Xutut’ul Tezvid) kesmek demektir. Türkiye ile silahlı çeteler arasına bir duvar örmek demektir. Kürtler yani PYD ve müttefikleri için de aynı şey geçerlidir. Onların Efrin-Azez-Cerablus hatlarını almaları, hem İslamcı çeteleri temizlemek hem de Kürt mıntıkalarını birleştirebilecek yolları inşa etmek demektir. PYD, direkt olarak Efrin ile Kobani ve Girke Spi/Cizir bağlantısını kurmasa bile, bu mıntıkayı, müttefikleri olan Suriye Demokratik Güçleri’nin denetimine bırakabilir. Böylece Türkiye’nin elindeki kozları ve bahaneleri böylece boşa çıkartabilir. Benim bu yorumumu destekleyen somut olay, 13-14 Şubat günleri başladı. Türkiye, sadece PYD mevzilerini değil; aynı zamanda Suriye’nin yeni aldığı bazı mevzileri de toplarla bombalamaya başladı. Elindeki tek silahlı kartı da böyle kullandı. Ancak bu bombalamalar, bir yandan hükümetin çaresizliğini gösteriyor; çünkü elinde başka bir kart bulunmuyor. Tanklarla karadan girse, Rusya uçakları havadan bombalayacaklar. Karada orduyla girse, Amerika ile Avrupa buna izin vermiyorlar. Cerablus hattında muhalifler temizlenirse, Türkiye’nin elinde oynayacağı koz kalmayacaktır. Üstelik Kürtler de kendi statülerini hayata geçirecekler. Bunun için AKP hükümeti, “mülteciler” konusunda gizli ve kirli bir pazarlık yapıyor; “mülteciler için Suriye sınırları içinde bir şehir kurmak” bahanesiyle bölgedeki konumunu meşrulaştırmak istiyor. Aynı şekilde Suudi kuvvetleriyle Türk ordusundan askerleri bir araya toplayarak Koalisyon güçleriyle müşterek bir kara operasyonu öneriyor ki, kendi aleyhine bozulan dengeyi lehine çevirebilsin. PYD birliklerini bombalayarak, bu hareketi kışkırtmayı planlıyor. Kürtler, toplara cevap verirlerse, bu kez Türkiye, “Bakınız, PYD terör örgütüdür, bana silah çekiyor, kurşun atıyor. Milli birliğime tehdit oluşturuyor!” Böylece ABD ve Avrupa ülkelerini ikna ederek, kendi yanına çekme taktiği güdüyor. Kürtler, bu kışkırtmaya gelmemeli; daha akıllı hareket etmeliler. Ancakbu bahane zayıftır. Çünkü bugün Kobani ve Gre Spî’de bulunan PYD güçleri tam sınır üzerindedir. Peki, Türkiye, “ bunlar beni tehdit ediyor” diyebiliyor mu? Önceleri diyordu ama şimdi öyle olmadığı görülünce, kimse Türkiye’ye inanmadı, o da şimdi susmuş durumda. Sadece Efrin ve Kürt Dağı-Azez için bu tür suçlamalarda bulunabiliyor.

Öte yandan, farz edelim ki, Türkiye “tampon bölge veya güvenli bölge” yahut bugünlerde sıkça dile getirdiği “mülteciler için Suriye topraklarında bir şehir inşa etmek” planını gerçekleştirdi. Ankara yönetimi sanıyor mu ki, böyle bir bölgede güvende olacak. En başında birbiriyle çatışan muhalif çeteler kendi işlerine gelmeyince Türkiye’ye yönelik silahlı eylemler gerçekleştirecekler. Ne yazık ki Türk hükümeti, bu felaketi henüz görecek durumda değildir.

CEVAP-4)

Evet, Cerablus hattından IŞİD’den alınan kaçak petrol meselesi vardır. Bu bir sebeptir ama ikincil derecede bir nedendir. Çünkü aynı petrolü Güney Kürdistan ve Cizre bölgesindeki kaçak yolalrdan da satın alabilir. Nitekim Rus istihbaratı, bunu iki ay önce açıklamıştı. Bana göre asıl ve baş neden IŞİD ile yapılan bu gizli petrol ticareti değildir. Gerçek şudur: Türkiye’nin Cerablus aşkı ve tutkusu, esasında bir yayılmacı ve müdahaleci politikanın tamahkârlığıdır. (Arapçası el Metam’ul Turkiye El Tevasuiyye) Halep ve çevresini ele geçirmektir. AKP siyasetinin borazanlığını (Arapça El Buq El Hukumi) yapan Yeni Şafak gazetesi yayın yönetmeni ve AKP siyasetinin gazeteci akıl hocası konumundaki İbrahim Karagül, 4 Şubat 2016 tarihli nüshasında “Türkiye, Suriye’ye müdahale Etmeli” başlıklı makalesinde şöyle yazmış:

“Türkiye bu yeni durumu kabullenmeyecek, kabullenmemeli de. Moskova ve Tahran’ın Suriye’yi Türkiye’yi tehdit edecek şekilde dizayn (arapçası tasmim, taxtit) etmesine, burayı bir garnizon ülkeye (Arapçası El Beled el Mehmi) çevirmesine, bu ülke üzerinden onlarca yıl Türkiye’yi vuracak şekilde planlar yapmasına asla müsaade edilmemeli, edilmeyecek de.

Türkiye; bu iki ülkenin Sünni Arapları, ılımlı muhalifleri, ülke nüfusunun ezici çoğunluğunu yok sayıp, onları tasfiye edip, milyonlarcasını dışarıya sürüp, PYD-IŞİD ve rejim üzerinden kontrol edilebilir bir cephe ülke inşa etme projesinin nasıl bir intihar saldırısı olduğunu bilmeli, biliyor da. Suriye’nin insansızlaştırılmasının, mülteci krizinin bir proje olduğunu biliyor, bilmeli de. Bu hazırlıkların, projenin Türkiye’ye yönelik saldırı kampanyasının ilk adımları olduğunu biliyor, bilmeli de.

Böyle giderse, müdahil olamazsak, birileri müdahil olmamızın önünü kesmeyi başarırsa, bugün Cizre’de yaşadıklarımızın çok daha vahim olanıyla yüzleşeceğiz. Bugün terör olmaktan çıkan, iç işgal denemesine dönüşen saldırılar, yarın açık saldırılara, sınır ötesinden gelen taarruzlara dönüşecektir. O gün sadece ilçeleri değil illerin durumunu, bölgeleri tartışıyor olacağız.

Uzun Suriye sınırı boyunca yoğun saldırılara maruz kalacağız. Yeni örgütler çıkacak, planlanacak, sahaya sürülecek. Bugün PKK derken o gün onlarca örgütle mücadele etmek zorunda kalacağız. O örgütlerin her biri bir ülkenin kontrolünde olacak, o vekalet savaşının yönü Türkiye’ye döndürülecek.

Kuzey Irak’ta yıllarca uygulanan, her altı ayda bir bizim meclisimiz tarafından görev süresi uzatılan, hiçbir siyasi partinin engelleyemediği Çekiç Güç benzeri bir proje, çok daha kapsamlı şekilde Kuzey Suriye’de uygulanacaktır. O zaman bizler, PYD ile ortaklık yapmaya, onun üzerinden yürütülen programa teslim olmak zorunda kalacağız. Böyle giderse, bizi buna razı edecekler. PYD üzerinden, çokuluslu müdahaleye tanık olacağız, bütün güney bölgelerimiz, Kuzey Koridoru’nun Türkiye tarafı tartışmalı bölge haline gelecektir.

Türkiye ile Suriye’nin kaderi birleşmiştir. Milyonlarca insan bu ülkede misafirimizdir. Suriye’nin ana omurgası artık Türkiye’dedir, Türkiye’dir. İran’ın Suriye ile hiçbir bağı yoktur. Rusya’nın Suriye ile hiçbir bağı yoktur. Suriye’deki savaştan İran hiçbir zarar görmemiştir, Rusya hiçbir zarar görmemiştir. Ama iki ülke, sınırları bile olmayan bu ülkeye yerleşmiş, onu işgal etmiştir. Şimdi de demografik tasfiyeler yapmakta, Suriye’yi Türkiye’ye karşı cephe ülke olarak dizayn etmektedir.

Bu iki ülke de hem Suriye halkına hem de Türkiye’ye savaş açmıştır. Tahran ve Moskova’nın bu ülkede yürüttüğü savaş Türkiye’ye karşı bir savaştır. Bu iki ülke aslında doğrudan Türkiye ile savaşmaktadır. Bunun gizlenecek hali kalmamıştır.

Türkiye Suriye meselesine doğrudan müdahil olmalıdır. Buna askeri harekat da dâhildir. İran ve Rusya’nın gerekçeleri bu kadar zayıfken bu ülkeye girebiliyorlarsa, sınırımızın sıfır noktasını bile bombalayabiliyorlarsa, Suriye halkını Türkiye’ye kovuyorlarsa, Suriye’den Türkiye’yi de vuruyorlarsa Türkiye’nin onlardan çok daha fazla ve gerçekçi gerekçeleri vardır.

Buna savaş çığırtkanlığı diyecekler, biliyorum, ama bu müdahale olmazsa, birkaç yıl sonra Türkiye’nin parçalanmasını tartışıyor olacağız. Bir yere not edin!”

Dikkat edilirse, bu makalenin içinde Osmanlı yayılmacılığına ilişkin düşler, hayaller ve ihtiraslar (Arapçası El Matamiu veya El Tumuhat) var. Kürtlere düşmanlık var. Militarist askeri müdahalecilik var. Savaş çığırtkanlığı ( arapçasi Tahriden Lil Harb ) ve milliyetçi naralar (Arapçası El Na’arat El Qavmiye) Mezhepçilik (Arapçası El Taifiyye) politikası var. Ona göre; Türkiye müdahale etmezse parçalanacaktır. Bunun anlamı, tümüyle Kürdistan korkusudur. Aynı zamanda maceracı politikalar ile Rusya-İran’dan korku da var. Son olarak Türkiye’nin içinde bulunduğu korkunç yalnızlık ve çaresizlik, bu makalenin satır aralarında dolaylı biçimde ifade ediliyor.

Aynı yazar 4 Ocak 2016 tarihli gazetesinde, “ O Haritayı biz çizeceğiz, bunu kafanıza iyice sokun!” başlıklı makalesinde şunları yazmış: “

Onlar ne kadar harita çizerse çizsin, ne kadar Suriyeleştirme projesi uygularsa uygulasın, asıl harita bu toprakların insanları tarafından çizilecektir demekten çekinmiyoruz. Bir hamaset, bir moral operasyonu yapmıyoruz, bir gerçekten söz ediyoruz ve inanmayanlar gün gelip bu gerçekle yüzleşecektir…Türkiye, iç politik dizaynından (Arapça tasmim’ul siyaset’il daxiliye) , toplumsal bağlarına, dış politikasından enerji denklemine, yeni stratejik değer tanımlarına kadar her şeyi yeniden yorumlamak zorundadır..
Türkiye’nin siyasi aklı, birikimi, bugünkü siyasi öncülük yeterliliği bütün bunların üstesinden gelecek kabiliyete sahiptir. İşte tarih değiştirecek, harita değiştirecek irade buradadır.
Güneydoğu illerimizde yaşananlar ile Kuzey Koridoru Projesi aynı savaşın tek cephesidir. Azez-Cerablus arası aynı cephedir. Eğer Cizre’de mücadele ediyorsak bu bölgelerde de mücadele etmek zorundayız. Oraları boş bırakarak Cizre’yi kurtarmak mümkün olmayacaktır. Öyleyse, Türkiye’ye karşı en büyük boğma operasyonu olan bu kuşağa, bedeli ne olursa olsun, müdahale edilmelidir. Eğer edemeyeceksek Suriyeleştirmeyi önleyemeyeceğiz demektir.
Cizre’deki mücadele sınırın diğer tarafında da devam edecektir. Eğer tehditleri sınırlarınızda karşılarsanız o savaş sadece Cizre’ye değil, Konya’ya da gelir, Erzurum’a da gelir. Türkiye bunun farkındadır.”

Bu makalede saldırgan, militarist ve yayılmacı bir Türk devleti görüntüsü tasvir edilmiştir. Yazar Karagül, şu gerçeğin farkındadır: Oyun kurucu olamayan Türkiye, oyunun bir aleti ve oyuncağı haline gelecektir. Korku ve tedirginliğin altında yatan gerçek budur.
Keza 2015’teki iki seçim arasında AKP Hükümeti’nde bakanlık yapmış bulunan kadın akademisyen Beril Dedeoğlu, 29 Ocak 2016 tarihli Star gazetesindeki köşesinde Türkiye’nin konumunu ve amacını özetlemiş:

“Bu durumda Türkiye, Kürtler, Sünniler ya da diğer kesimlerden siyaseten Suriye’de rol oynayacak ve ülke imarında Türkiye’ye kapıları açacak yeni muhataplar bulmak durumunda.

Bir yandan İran ile ekonomik ilişkileri geliştirmek, öte yandan İran’ın Suriye’de hoşlaşmadığı kesimleri muhatap almak durumunda Türkiye. Ancak tek sorun bu da değil. Neredeyse Türkiye güneyinde Rusya ile komşu olmuş vaziyette. Hal böyle olunca Türkiye’nin Rusya’yı gözetmeden, hatta bazı konularda işbirliği yapmadan hareket etme imkânı sınırlıdır.

Kısaca Türkiye, İran-Rusya ve dolayısıyla Avrupa eksenine ticaret ve yatırım düzleminde, ABD-Suudi eksenine ise güvenlik ekseninde yerleşmeye çalışıyor.

Demek ki başka birileri, Türkiye’yi devreden çıkarıp doğrudan bu fonksiyonu kendisi yerine getirmek istiyor. O zaman onların araçlarını ellerinden almak gerekiyor.”

CEVAP-5)

DAİŞ’in Türkiye’nin sınır bölgelerinde özellikle Cerablus koridorundan petrol sattığı ve silah aldığı yolundaki basın haberleri yeni değildir. Uzun zamandan beri bu tür raporları okuyoruz. ABD bile bundan haberdardı. Fakat Amerikan yönetimi işin içinde Türkiye olduğunu bildiği için, sesini pek çıkarmıyor, bu konuda resmi açıklama yapmıyordu. Buna karşılık rahatsızlığını bazı Amerikalı siyasetçiler ve gazeteciler aracılığıyla dünya kamuoyuna duyuruyordu. Savaş uçağının düşürülmesinden sonra Rusya, bu ilişkiyi resmi biçimde açığa çıkardı. Türkiye’yi teşhir edecek açıklamalar yaptı.

Bu tür kirli ilişkilerin içinde sadece Türkiye değil, bölge ülkelerinin de parmağı var. Suudi Arabistan’ın, Katar’ın ve Güney Kürdistan’daki bazı savaş tüccarı kesimlerin (bunların bir kısmı, Kürdistan’da tutuklandı) ve Musul eski yöneticilerinden Esil (İngilizce Atheel Al Nujayfi) El Nuceyfi ve onun yardımcısı Dildar Zebari’nin de isimleri bunlar arasında bulunuyor. Suriye’deki çetelerin kullandıkları arabaların yüzde 65’nin Körfez ülkelerinden gelmesi bir tesadüf mü? Keza Amerikan İstihbaratı CIA raporlarına göre, Musul eski valisi Esil El Nuceyfi ve yanındakiler, 2010 yılında DAİŞ’e yaklaşık 40 milyon dolar yardım etmişler. Hatırlıyorsanız AKP’li kimi yetkililer, Başika’ya asker ve tank gönderirken, bu eski valinin daha önce yaptığı davet üzerine bölgeye geldiğini ileri sürmüşlerdi. Bütün bunlar tesadüf, sayılabilir mi?

Özetle petrol alıp, silah vermek Türkiye’nin Suriye’deki politikasına uygundur.

CEVAP-6)

DAİŞ’in bölgeden kovulması için bütün devletlerin (ABD, Rusya, Türkiye, Suudi Arabistan) bir anlaşma ve ittifak yapmasını beklemek fikir açısından doğru olsa bile, siyaset açısından gerçekçi değildir. Çünkü Cenevre-3 görüşmelerinden anladığımız kadarıyla, sözü edilen devletler arasında ortak paydalar (Arapçası El Qawasım El Muştereke) pek azdır. Sırtını Katar ve Suudi Arabistan’a dayamış Suriyeli muhalif şahsiyet Mişel Kelo bile, yukarıda sözünü ettiğim Antep’teki konferans konuşmasında, açıkça itiraf etmişti: “Körfez ülkeleri, Suriye’de savaşın bitmesini istemiyorlar. Suriye’deki savaş üzerinden ve muhalifler aracılığıyla İran’la olan mücadelelerini yürütüyorlar. Aynı şeyi Amerika da yapıyor.” Bazı yorumcular, Amerika ve Batılı ülkelerin DAİŞ’e karşı savaşın amacını şöyle değerlendiriyorlar: DAİŞ, şimdilik kolay kolay bitmez. Amerika, onu tümüyle bitirmek yerine budamak (Arapça teqlim’ul azafır) niyetinde. Şimdiye kadar Amerikan ve Fransız uçaklarının bombaları, niçin DAİŞ’e diz çöktüremedi? Peki, buna karşılık Rus uçaklarının hava akınları, niçin sadece DAİŞ’i değil aynı zamanda diğer muhalifleri önemli oranda geriletti? Çünkü Rusya, ABD ve batılı güçlerin niyetinin ne olduğunu iyi anladı. Aynı şekilde Rusya, DAİŞ’i geriletse bile bunun yerini El Nusra, Ahrar’ul Şam, Feth’ul İslam, Ceyş’ul İslam gibi İslamcı çetelerin alacağını da iyi idrak etmişti. Bu yüzden hepsini terörist ilan edip onları havadan ve karadan bombaladı. İki ay gibi kısa bir sürede dengeleri değiştirmeyi başardı. Karadan da hem PYD ve Demokratik Güçleri yanına aldı hem de Suriye rejimi ve Hizbullah askerleriyle beraber çalıştı.

 

CEVAP-7)

Türkiye’ye gelince, bugüne kadar DAİŞ’e karşı ciddi bir şey yaptığı söylenemez. Tam tersine, DAİŞ’e karşı yürütülen askeri operasyonları engellemekle meşgul. Daha kötüsü, DAİŞ ile mücadele edeceğim diye Amerikan yönetiminden aldığı izni, kötü kullandı. DAİŞ yerine gidip PKK’yi vurdu. PYD’nin ilerlemesini engellemeye çalışıyor. Desteklediği örgütleri YPG’ye saldırtıyor; onların başaramadığı yerde “PYD, beni tehdit ediyor” bahanesiyle sınırın ötesinden toplarla bombalıyor. DAİŞ, Türkiye’nin hem Batılı ülkelere hem de Rojava Kürtlerine karşı kullandığı bir şantaj (Arapçası El İbtizaz) aracıdır. DAİŞ, gerektiğinde Ankara’nın düşmanlarına karşı kullanılması düşünülen bir sopa, bir kılıç veya bir silah gibidir. Dolayısıyla Ankara yönetimi, bu örgüte karşı ciddi biçimde savaşamaz. Ayrıca geçmişte Türkiyeli kimi görevliler ve istihbarat elemanları, DAİŞ ile öyle ortak gizli işler yapmışlar ki, AKP hükümeti bunun ortaya çıkmasından korkmaktadır. Eğer DAİŞ’e karşı mücadele ederse, örgüt bu sırları ifşa edecektir. Ek olarak DAİŞ unsurları Türkiye’nin birçok şehrine sızıp yuvalanmışlar. Türkiye onlarla ciddi biçimde savaşırsa, ülkenin içinde birtakım DAİŞ eylemleri yapılmasından çekinmektedir. Korku, bu iki nedene dayanmaktadır.

CEVAP-8)

DAİŞ ve diğer İslamcı grupların işgal ettikleri mıntıkaları bir an önce kurtarmak, en kestirme ve doğru olan yoldur. Ancak şuna dikkat etmek gerekir: Bölgede birden fazla devlet (ABD, Avrupa, Rusya, İran, Türkiye, Suudi Arabistan, Irak, Suriye) ve çok sayıda örgüt (DAİş, El Nusra, Ahrar’ul Şam, Ceyş’ul İslam gibi) bulunuyor. Taraflardan her birisi, diğerine karşı mücadele edebiliyor. Böyle bir durumda iki seçenekten birini tercih etmek lazımdır. Ya yıldırım hızıyla davranılıp bütün bu bölgeler kısa bir zaman içinde kurtarılır. Rusya-Suriye ortak operasyonu ile PYD’nin Suriye Demokrat Güçleri’yle birlikte Şubat ayı başından itibaren yaptıkları, buna benzer bir tercihtir. Yahut anılan devletler ve örgütler arası dengeler iyi hesaplanır, aralarındaki çelişki ve çatışmalardan yararlanılır. Boşluklar (Arapça el Sağrat) yakalandığında, hemen harekete geçirilir.

Özellikle PYD ve Suriye Demokrat Güçleri, kendilerine karşı olan hassasiyetleri (Türkiye, ABD, Rusya ve Suriye tarafından) iyi hesaplamalı; ona göre çok dikkatli adım atmalıdırlar.

CEVAP-9)

Kanımca başta PYD ve Suriye Demokrat Güçleri olmak üzere iyi niyetli bütün Suriyeli muhalif şahsiyetlerle örgütler, dünya kamuoyunda şunu yapmalılar: ABD, Batılı Koalisyon Güçleri, NATO’nun DAİŞ’e karşı ciddi biçimde mücadele etmediğini dünya kamuoyuna iyi anlatmalıdırlar. Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar’ın gerçekte DAİŞ’e karşı mücadeleyi istemediklerini; sözde mücadeleden bahsederken pratikte DAİŞ’in kalması için çalıştıklarını hem dünya hem de Arap kamuoyunda teşhir etmeliler. Bu konuda diplomatik ve siyasi heyetler oluşturup Batı ülkelerine gitmeliler; Amerika, Fransa, İngiltere ve Almanya’daki karar merkezlerini etkileyebilecek lobi faaliyetinde bulunmalılar. Özellikle Batı’daki basın ve medya yetkililerini ziyaret etmeleri ve oralarda konuşmaları gayet etkili olacaktır.

DAİŞ’in bölgeden kovulmasının alandaki temel şartı, onun sınır bölgesinden silah zoruyla (savaşarak) çıkarılması ve böylece Türkiye ile olan bağının kopartılması, ikmal yollarının kapatılmasıdır. Bunlar olmadan DAİŞ, bölgeden kolay kolay çıkmaz. Bu iş tamamlanınca, bu sefer diğer silahlı çetelere sırasıyla yönelmek şarttır. Onlara yönelme olmazsa; El Nusra, Ceyş’ul İslam, Ahrar-ul Şam gibileri gelip DAİŞ’in boşalttığı bölgeye yerleşirler.

Yeri gelmişken belirteyim: PYD, DAİŞ’e karşı başarılarından ötürü hem ABD hem de Rusya tarafından beğenilip tercih ediliyor. Ancak bu tür ittifak ilişkilerinde çok dikkatli olmak lazımdır. Çünkü şunu biliyoruz: Ne Amerikan ne de Rus yönetimi, Rojava Kürtlerinin özerk bir yönetim kurmasını istemiyor. Bazı haklar verilmesinden yana olurlar ama bu, özerklik değildir. Dahası var: PYD, Kürtlerin ve bölgenin tarihi acı tecrübelerini mutlaka göz önüne almalıdır. Türk Kemalist yönetimi, 1920’lerde gerek İran’daki Simko İsmail ayaklanmasını gerekse Irak’taki Şex Mehmud Berzenci isyanın,ı kendi çıkarları açısından destekler gibi görünmüş; aslında onu, kendi amaçları doğrultusunda kullanmaya çalışmıştı. Bu nedenle Simko İsmail’in Urmiye’deki Nasturilerle çatışmasını desteklemişti. İşi bitince, her iki hareketi de kendi haline bırakmıştı. İran Kürdistanı’nda kurulan 1946 Mehabad Cumhuriyeti, dönemin Sovyetler Birliği ile İngiltere arasındaki bir rekabetin sonucu ortaya çıktı. Sovyet yönetimi, 1946 sonlarında İngiltere’yle uzlaşınca Mehabad Cumhuriyeti’nden desteğini çekti. Kürtler yenildi; önderleri idam edildi. Birinci Dünya Savaşı’nda Iraklı Asuriler, kendilerine özerklik vaat eden İngiltere’nin yanında çatışmak üzere Levi birlikleri oluşturdular. İngiltere, işini bitirip Irak’ı işgal etmişti. Ülkenin başına Kral Faysal’ı getirince, bu kez, Asurilere verdiği vaadi unuttu. Irak askerleri, 1933 yılında Dicle nehrinden geçen Levi birliklerini tümüyle katletti. 1974’te Molla Mustafa Barzani’yi Irak yönetimine karşı ayaklanmaya teşvik edip silah ve para yardımı yapan İran Şahı ile Amerikan yönetimi, İran-Irak arasında yapılan 1975 Cezayir Anlaşması sonrasında, Kürt hareketini ortada bıraktılar. Alternatif planı olmayan Barzani Hareketi, tümüyle çöktü. Silahı atarak İran’a sıradan mülteci olarak sığındılar. Bu yüzden PYD, iki ülkenin vaatlerini sınamalı ama sonuna kadar inanıp güvenmemeli. Siyasi ve diplomatik ilişkilerini genişletmeli, manevra alanını büyütmelidir. Mücadelesini yürütürken politikasını belirleyen silahlı gücünü geliştirmeli ve halkın desteğini mutlaka alabilecek projeler benimsemelidir. Özetle, tek yönlü değil; çok yönlü siyaset ve diplomasi yürütmelidir. Bütün kışkırtmalara ve Türkiye’nin “böl ve yönet” politikası gereği Kürtleri birbiriyle çatıştırma planına rağmen PYD, Kürtler arasında bırakûji yani kardeş kavgasına fırsat vermemeli; tam tersine, kendisine yardım etmek isteyen büyük Kürt çevreleriyle beraber ortak siyaset ve diplomasi yürütmelidir. Arap kamuoyundan soyutlanmadan ve namuslu demokrat kesimlerle beraber hareket etmelidir.

 

15.02.2016