Home , Köşe Yazıları , Faik Bulut ile sürece dair söyleşi

Faik Bulut ile sürece dair söyleşi

*AKP hükümetinin savaşta ısrarı ve Kürt sorununa bakışını nasıl değerlendiriyorsunuz? AKP’nin savaş politikaları Rojava’daki  kazanımlardan bağımsız ele alınabilir mi?

 

ReadImage-1.ashxAKP Hükümeti içinde bazı yetkililerin barış konusunda iyi niyetli taşıdıklarını biliyoruz. Ancak yönetim kademesindeki çoğunluk, ciddi bir şekilde barış yapmaktan yana değildir. Başbakan olduğu dönemde Recep Tayyip Erdoğan, “barış süreci”ni kendi kişisel çıkarlarına ve rejimine hizmet edecek biçimde kullanma yolunu tercih etti. Ziyaret ettiği her yerde, “barışı sürecini bozan taraf biz olmayacağız” diye demeç vermesi, onun gerçek niyeti konusunda başından beri beni şüpheye düşürdü. Bu cümleyi, şöyle yorumlamıştım: AKP Hükümeti, bu süreci sabote etmek için fırsat kolluyor; bahane arıyor. Kendisi bu işten vazgeçecek ama karşı tarafın küçük hata yapması için pusuda bekliyor. En küçük bir hatayı bahane ederek suçu Kürt tarafının üstüne atacak! 2013 ve 2014 yılında, sürecin bozulacağını ve çatışmaların çok daha beter yani kanlı biçimde yaşanacağına ilişkin görüşlerimi, benimle yapılan söyleşi ve röportajlarda ifade etmiştim. O tarihlerdeki Tîroj dergisinde bunu uzun uzun açıklayıp gerekçelendirdim. Örneğin AKP barajlar, kalekollar yapıyordu; bu kalekolların bir kısmını geçmişte Hizbullah bağlantılı müteahhitlere veriyordu. Koruculuğu tekrar canlandırıp yeni korucular için yeni istihdam alanı açıyordu. Ayrıca “analar ağlamasın” denmesine rağmen çeşitli vesilelerle çok sayıda Kürt insanı, sivil ya da silahlı kişi katledilmişti. Dahası AKP, Kürt meselesini içselleştirmemişti. Onun İslamcı-Türkçü anlayışı ve politikası, bu meseleyi çözmeye engeldi. İyi niyetli olduğunu varsaysak bile, AKP Kürt sorununun boyutlarını yeterince kavrayamamıştı. Oysa Irak Kürdistanı ve Rojava’daki gelişmelerle birlikte Kürt meselesi, sadece Türkiye’deki bir sorun olmaktan çıkmış; bölgesel bir mesele haline gelmişti. Deyim yerindeyse Kürt meselesi, bu kez geniş kapsamlı bir Kürdistan sorununa haline dönüşmüştü. Bu da olağandır. Zira etnik bir mesele, çözümü ertelendikçe hem boyutları hem de talepleri açısından eskisinden daha kapsamlı bir sorun haline gelebiliyor. Talepler artabiliyor, coğrafi alan genişleyebiliyor. Ayrıca PKK ile fiili bir ateşkes olmasına rağmen aslında AKP hükümeti, bir pazarlık ve alıp-verme olarak gördüğü “açılım süreci”nde bile, Rojava üzerinden savaş yürütüyordu. IŞİD ve benzeri Suriyeli İslamcılar yahut sözde Suriye Hür Ordusu bileşenleri aracılığıyla Kürtlerle mücadele ediyordu. Kobani’nin 134 gün kuşatma altında kalması bunun somut örneğidir.

AKP tarafının temsilcileri, Öcalan-Kandil ve HDP heyetiyle görüşmelerinde iyi kötü belli bir uzlaşma noktasına geldiler. Dolmabahçe’deki 10 maddelik mutabakat bunun sonucuydu. Gazetecilik bilgilerime göre, mutabakat ilanından sonra, müzakere aşamasına geçilecekti. Artık İmralı’da resmi heyetlerin oturulması için gereken salon ve masa hazırlanmıştı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, karşısında bu müzakere aşamasını bulunca, aniden ürkmüştü. Çünkü gerçek niyeti müzakere edip sorunu çözmek değil; Kürt meselesini zamana yayarak sulandırmak, oyalamak, uykuya yatırmak ve başkanlık sistemini kurmak gibi hedeflerine hizmet amacıyla kullanıyordu. Müzakere aşamasının ciddiyetini görünce, Dolmabahçe mutabakatına şiddetle itiraz etti. Buna rağmen 7 Haziran seçimlerinin sonucunu bekledi. Ona göre; HDP parti olarak seçime girerse baraj altında kalacak, AKP ise büyük oy alıp tek parti iktidarı kuracaktı. Dolayısıyla başkanlık sistemi artık yasal bir meşruiyet kazanıp hayata geçecekti. Fakat HDP tarafı, Erdoğan’ın aslında çözüm filan istemediğini gayet iyi anlamıştı. Bu yüzden 7 Haziran seçiminde “Seni Başkan Yaptırmayacağız” sloganıyla seçim alanlarında yüzde 13 gibi bir oy aldı. Bu sonuç, Erdoğan’ı iyice kızdırdı, başkanlık hesapları suya düşmek üzereydi. Erdoğan’ın barış sürecini bozmasının dönüm noktalarından birisi de Türkiye sınırındaki Tel Abyad (Gre Spi) şehrinin PYD’nin eline geçmesiydi. Hemen arkasından Rusya’nın savaş uçakları, gemileri ve füzeleri yoluyla Suriye’deki savaşa müdahale etmesi geldi.

Başkanlık projesi ve Suriye’ye fiilen müdahale edip tampon bölge, olmazsa güvenli bölge kurma planının suya düştüğünü gören Erdoğan, 7 Haziran seçimlerini tanımadı; ülkeyi 1 Kasım seçimlerine mecbur bıraktı. İsteğine yakın bir netice aldı ve artık barış süreci yerine savaş sürecini fiilen başlatmış oldu. Normalde dolaylı yollardan zaten IŞİD vekaleten Türkiye’de katliamlara başlamıştı. AKP yönetimi Suruç’taki katliam sonrasında iç ve dış kamuoyunun dayanılmaz baskısı karşısında zaten boğulmuş durumdaydı. Ceylanpınar’da kimin yaptığı hala belli olmayan ve PKK’nin başlangıçta hatalı bir şekilde üstlenip sonradan inkâr ettiği iki özel tim mensubu polisin katledilmesi, hükümet için cankurtaran simidi oldu. Hükümet, birkaç yıldan beri hazırlanmakta olduğu savaşı tereddütsüz başlatmış oldu.

 

*Türkiye’nin iç-dış politikasını nasıl ele almalıyız. Birbirinden bağımsız değerlendirebilir miyiz? Türkiye’nin Başika bölgesinde asker bulundurmasında ısrarı nedir?

 

Dünyanın her ülkesinde iç ve dış politika birbiriyle yakından ilintili olmuştur. Ancak son birkaç yıldır Türkiye’nin dış politikası, iç politikalarını yön verecek kadar ön plana çıkmıştır. Dış politikada komşularla sıfır sorun gerçekleşmemiş; tersine, sıfır barış ve çok yönlü savaş yahut çatışma politikası uygulanmıştır. Türkiye, bütün komşularıyla kavgalıdır; içeride ise siyasi rakipleriyle ve muhalif güçlerle çatışma halindedir. Dolayısıyla mesele Cizre, Silopi, Diyarbakır vs gibi yerlerdeki hendek savaşı olmaktan çıkmış; AKP yönetiminin Türkiye’deki tüm muhalif ve demokrat kesimlerle kavgasına dönüşmüştür. HDP eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın Rusya ziyareti “hainlik” diye damgalanmış; aynı zamanda böyle bir suçlama, CHP milletvekili Eren Erdem’e, gazeteci Uğur Dündar ile televizyon programı Beyazıt Öztürk’e bile yöneltilmiş; AKP’nin eski Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış bile partisinden ihraç edilmiştir. Geleneksel demokratik muhalefetin kalesi sayılan Ortadoğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ), mescid-namaz bahanesiyle okların hedefidir. Erdoğan’ın savaş yerine barış ve çözüm isteyen akademisyenlere yönelik tehdidi, bunu göstermektedir. Demek ki mesele, sadece Kürtlerin özgürlük mücadelesinden ibaret değildir. Ülke çapında Türkiye’nin demokratik mücadelesi haline gelmiştir. CHP, hendek çatışmalarının yaşandığı mağduriyet bölgelerine çokça heyet gönderiyor. İnceleme yaptırıp raporlar alıyor. Ancak hala doğru bir sonuç çıkaramıyor. Zulümden kaçan kitlelerin CHP’ye gidip şikayette bulunmalarını, onların HDP’den uzaklaşması olarak yorumluyor. Böylece, güya HDP’den uzaklaşan insanların kendisine oy vereceği üzerinden yanlış bir hesap yapıyor. CHP, oy hesabı yerine demokratik mücadele planları yapsa, Türkiye’nin geleceği açısından daha olumlu olur.

Türkiye müttefiklerini, özellikle ABD’yi, tampon bölge-güvenli bölge planı için ikna edememişti. Antalya’daki 20’ler Zirvesi’nde yeniden bu planını hayata geçirmek için girişimde bulundu ancak kimseden destek alamadı. Rusya’nın Türkiye, İslamcı çetelere (Türkiye, Suudi Arabistan ve katar üçlüsü tarafından desteklenen El Nusra, Ahrar-ül Şam, Ceyş-ül İslam, Feth-ül İslam, Sultan Murad Türkmen Tugayı, Türkistan İslam Partisi, Çeçenistan’dan Türkiye üzerinden bölgeye giden İslamcı gruplar ve nihayet bazı Türkiyeli bazı ülkücü kümeler) vurması, Türkiye’nin hesaplarını altüst etti. Hükümet, Rus savaş uçağının sınır ihlalini bahane ederek düşürdü. Maksat, Rusya ile ABD ve NATO ülkelerini karşı karşıya getirmekti. Yeni bilgiler, bazı yetkililerin bu olaydan sonra ciddi biçimde NATO’nun hemen yanlarına gelip savaş cephesinde yer almasını günlerce beklediklerini gösteriyor. ABD ve NATO, Türkiye’nin bu oldubittisine kabul etmediler. “Türkiye’nin sınırlarını savunma hakkı vardır” gibi beylik sözlerle yetindiler. Uçağı düşürmenin ciddi bir gerekçesi yoktu. Sözgelimi Türk uçakları, ara sıra Yunanistan savaş uçaklarıyla it-dalaşı yapar ama ateş açmazlar. Rus uçakları defalarca NATO üyesi ülkelerin hava sahasını ihlal etmiştir fakat kimse, bu uçakları düşürmedi.

Bu gözü kara ve maceracı politika tutmayınca, Enver Paşa’nın Kafkasya ve Orta Asya’da yaptığı maceralara benzer bir kumar oynanmaya başlandı. Musul’u kurtarma operasyonu gerekçesiyle Başika’ya komanda tugayı ve tanklar gönderdi. ABD, böyle bir operasyon planı olmadığını açıkladı. Bu kez hükümet, Kürdistan Bölgesel Yönetimi ve Musul Eski valisi Esil Nuceyfi’nin çağrısı üzerine oraya takviye kuvvet gönderdiğini ileri sürdü. Sonradan ortaya çıktı ki, AKP ile KDP arasında böyle sözbirliği/anlayışı var. Ancak Başika, Kürdistan bölgesinin idari sınırları içinde değil. Musul eski valisi Nucayfi’ye gelince, Amerikan istihbarat örgütü CIA tarafından Amerikan Kongresi’ne sunulan bir rapora göre; bu vali, IŞİD ile bağlantılı çalışıyormuş. 2010 yılında bu örgüte yaklaşık 40 milyon dolarlık yapmış yapmış. Gerekçeler tutmayınca ve ABD destek vermeyince, tepkiler karşısında Türkiye güçlerini geri çekip belli bir bölgede konuşlandırdı.

Başbakan Ahmet Davutoğlu oraya asker göndermenin sebebini, “terör örgütleriyle mücadele” olarak belirledi. Fakat öncelikli mücadelenin PKK ve benzeri (muhtemelen PYD) güçlere karşı verileceğini söylemeyi de ihmal etmedi. Buna ek olarak muhtemelen PKK’nin belli bir kitle tabanı bulduğu Ezidi bölgesini insansızlaştırmanın daha doğrusu Ezidilerden arındırmanın hesabı da yapılıyor.

*DAİŞ Rojava’da sıkıştıkça, AKP Hükümetinin de Kuzeydeki Kürtlere saldırılarının  arttığını söyleyebilir miyiz?

 

Tam öyle değil. Evet, IŞİD bölgede sıkışmış; Rusya, Suriye yönetimi, Irak ordusu, ABD, koalisyon güçleri, Irak’taki Peşmerge ve Rojava’da PYD güçlerinin darbeleri karşısında belli ölçüde gerilemiştir. Irak ve Suriye’de işgal ettiği toprakların yaklaşık yüzde 15’ini son iki ayda kaybetmiştir. Ama bu, henüz stratejik bir yenilgi değildir; IŞID, döne döne saldırılarını yoğunlaştırabilir. Rakka, Musul ve Halep bu örgütten temizlendiğinde netice açıklık kazanabilir. Öte yandan problem sadece IŞİD’ye sınırlı değil; AKP hükümetinin desteğini alan diğer İslamcı örgütlerin de Rusya’nın saldırıları karşısında ciddi biçimde sıkışmış olmalarıdır. Erdoğan, bu sıkışmışlığı, sanki sadece “Türkmenler kıstırılıp bombalanıyor” diye yorumluyor. Bunun üzerinden Türkiye kamuoyunun milliyetçi duygularını harekete geçirmeye çalışıyor. Oysa Türkmenler bu olayın sadece bir boyudur. Türkmendağı veya Bayır Bucak denilen bölgelerdeki Türkmenlerin yüzde 90’ı esasen kendi yurtlarından göçüp Lazkiye dolayındaki Suriye denetimindeki bölgelere yerleştiler. Geriye kalan yüzde 10’luk bölüm, Türkiye’nin sınır bölgelerinde AKP hükümetinden yardım ve destek görüyor. Bu işin bir yanıdır. Diğer yanda ise Erdoğan, “Türkmendağı bölgesinde IŞİD yok” diyor ve bu doğrudur. Ancak aynı ifadenin arkasında şu gerçek gizlidir: IŞİD yok fakat Türkiye’deki belli odaklardan destek alan birçok İslamcı örgüt mevcuttur: IŞİD dışındaki başka İslamcı örgütler ki, El Nusra ve Ahrar-ül Şam buna dâhildir. Ayrıca Türkistanlı, Çeçenistanlı İslamcılar ve Türkiyeli bazı Nizamı Âlemcilerle kimi Ülkücüler var.

Kobani’deki başarı, Tel Abyad’ın (Grê Spi) alınışı, Rusya’nın devreye girmesi, PYD milislerinin Suriye muhalefetiyle birlikte Fırat’ın batı yakasına geçmeleri; Halep-Afrin-Kürt Dağı bölgelerindeki muhaliflerle çatışmaları gibi gelişmeler karşısında Türkiye, Rojava’daki dolaylı savaşını daha fazla sürdüremedi. Bu kez savaşı, Kandil ve Türkiye’nin içindeki bölgelere taşıdı. “Hendek Savaşı” denen şey de bunun bir parçası. Bu vesileyle belirtmiş olayım: Benim bu hendek çatışmaları ve özyönetim ilanına ilişkin ciddi eleştirilerim var. Bana öyle görünüyor ki iyi hazırlığı yapılmamış, alt yapısı kurulmamış, kitle yeterince ikna edilmemiştir. Kırdaki mücadeleyle şehirdeki birbirine karıştırılmış; Kobani örnek alınmış ama ikisi arasındaki fark iyi tespit edilmemiştir. Şimdilik bu kadarını söylemekle yetinmeliyim.

AKP, bu durumu kendisi için bir fırsat olarak görmüş; eskiden kavgalı olduğu orduyu (Ergenekon operasyonları) Kürt kesimine karşı sıcak savaşa sokmuştur. Askerle ittifak yaparak bu kez örgüt, hareket, sivil halk dinlemeden topyekun bir savaş konsepti geliştirmiştir. Sanırım askeri cihet, şimdilik bütün gövdesiyle çatışmanın içinde değildir. Jandarma kuvvetlerini ve komandoları cepheye sürmüştür. Muhtemeldir ki, esas olarak ordu savaşa sokulursa, Ortadoğu’nun bu karmaşa ortamında tepki olarak kitlesel bir ayaklanma olabileceği ihtimali göz önüne alınmaktadır.

AKP içinde meseleyi siyasi ve müzakere yöntemleriyle çözmeye yatkın isimler var; Beşir Atalay ve Efkan Ala bunlardan sayılabilir. Ancak bu konuda kırmızı çizgiyi çizen, “ben nefes aldıkça bu Kürtlerle masaya oturmak yok” demeye getiren yetkililer de var. Son kararı bunlar vermekteler. Anlayabildiğim kadarıyla, bütün o sert konuşmalarına rağmen Başbakan Davutoğlu, iki taraf arasında orta bir yerde yalpalayıp duruyor. Bir o yana, bir bu yana meylediyor.

Aynı yönetim; Kürt hareketini ve destekleyen kitleyi ezip yıldırmak, ardından halka şefkat gösterip elini uzatan, ekmeğini veren bir hükümet algısı yaratmak istiyor. Kürt kitlesine HDP’ye karşı isyan ettirmek niyetinde. Ezdiği Kürtlere alternatif olarak HDP ve PKK dışındaki siyasi parti yahut oluşumları, Kürt İslamcıları, dindar kitlesini, aşiretleri ve korucuları kendisine muhatap almayı planlıyor. Özetle “böl ve yönet” politikası izliyor.

Ancak bu şehir çatışmaları, kuşatmaları ve operasyonları sonunda görünen şudur: Halk yığınları, hendek olayının yol açtığı yıkım, tahribat, can ve mal kaybı nedeniyle PKK ile HDP’ye kızgın ve küskündür. Kuşatılmış şehirlerde veya diğer Kürt yoğun illerde hükümetin kolluk kuvvetleri, pek ayırım yapmadan amansız bir savaş yürütüyorlar. Bir emniyet yetkilisinin söylediğine bakılırsa, “2016 yılı, Türkiye’deki muhalif Kürtler ve Türkler için kara bir yıl olacakmış!” Kitleler, maruz kaldıkları baskı ve zulüm karşısında hükümete daha fazla karşı çıkıyorlar; çıkacaklar. Ancak HDP yetkilileri veya ilgili kesimler, hükümetin bu zulüm zorbalığının kitleleri yeniden kendi tarafına getireceği ihtimaline fazla güvenmemelidirler. Tam tersine; şimdiye kadar yapılan hatalar ve kusurlarını yeniden gözden geçirmeli; halkla tekrar ilişki kurup onları örgütlemeli ve kitlenin istekleri doğrultusuna hareket etmelidirler. Bunu yaptıktan sonra yenin bir zemin üzerinde ve yepyeni yaratıcı yöntemlerle demokratik mücadelelerini yürütmeliler. Klasik mücadele yöntemleri, özellikle medyanın tam suskunluğu nedeniyle yeterince yankı bulmuyor, ses getirmiyor ve etkili olmuyor. Onun için yaratıcı yeni yöntemler diyorum. Alınacak ciddi ve yaşamsal kararlarda, özellikle milletin kaderini ilgilendiren önemli meselelerde mutlaka halkın görüş ve desteğini almak zorundalar. Kitle desteğinden yoksun hiçbir mücadele, siyaset ve diplomasi başarıya götürmez. Zira “öncü savaş” tezleriyle yola çıkanların şimdiye kadar bir şey elde etmedikleri; tam tersine, ellerinde var olan halk gücünü bile kaybettiklerini, Türkiye’deki sol hareketlerin tecrübelerinden biliyoruz. Bunun aksini yapanlar, AKP’nin isteyip yapamadığını kendi elleriyle yapmış olurlar; kendilerini kitleden soyutlarlar ve bitiş noktasına kadar gelebilirler.

 

 

*Barzani ve AKP hükümetinin yakınlaşmasını nasıl okuyorsunuz? İktidar, yeni bir muhatap arayışında neden Kürt Özgürlük Hareketi’ni tercih etmiyor?

Sayın Barzani’nin Irak Kürdistanı’ndaki başkanlık süresi yasal açıdan bitmiştir. Başkanlık sisteminden parlamenter sisteme geçilmesi tartışılmaktadır. YNK ve Goran gibi diğer partiler, Barzani’nin başkanlık süresini uzatmaktan yana değiller. Tartışmalar ve çekişmeler hala devam ediyor. Ekonomik durum iyi değil; maaş ve ücretler ödenemiyor. Goran hareketi öncülüğünde Süleymaniye’de birkaç ay önce sivil isyan yaşanmıştı. Öte yandan IŞİD saldırı ve tehlikesi devam ediyor. Irak hükümetiyle anlaşmazlık ileri bir aşamaya taşındı: Kürdistan Başkanı bağımsızlık istiyor; Kürt hükümeti, merkezi hükümetten ayrı ticari anlaşmalar imzalıyor. Son örneği Türkiye ile Kürdistan Bölgesel Yönetimi hükümeti arasında imzalanan petrol ve doğal gaz anlaşmasıdır. Rojava’da PYD kendisince başarı kazanarak ilerliyor. Buna karşılık KDP’den destek alan ENKS bileşenleri, fazla bir şey yapamıyorlar. ENKS Peşmergelerinin Rojava’ya taşınıp bağımsız bir askeri birim gibi hareket etme talebi, birkaç ay önce hem ADB hem de PYD tarafından kabul görmedi. Kürt Yönetimi, PYD VE ABD’nin bu konudaki şartlarına razı oldu. Keza KDP ile PKK arasında birçok konuda anlaşmazlık yaşanıyor. AKP yönetimi, “böl ve yönet” politikası gereği bu tür anlaşmazlıkları körüklüyor ve kendisine yakın bulduğu KDP’yi destekliyor. Amacı Kürt hareketleri arasına çomak sokmak.

Sayılan nedenlerle Sayın Barzani, kendisini rahat hissetmiyor. Başkanlıktan çekilmek istemiyor. Fiilen bu görevine devam ediyor. YNK mensubu bir yetkili, geçenlerde parlamentoda yaptığı bir konuşmada şöyle demişti: “Barzani, yasaya göre başkan değildir artık. Buna rağmen Suudi Arabistan ile Türkiye’yi ziyaret edip Kürdistan adına oradaki yetkililerle görüş alışverişinde bulundu. Oysa bu tür bir ziyareti bir Kürdistan başkanı sıfatıyla yapamaz; sadece kendi partisi olan KDP lideri sıfatıyla yapabilir!”

Sanırım bu sıkışmışlık hali, KDP ve Kürdistan yönetimini, sağlıklı ve serinkanlı düşünmekten alıkoyuyor. Örneğin Sayın Barzani, Suudi Arabistan’a gidip Kral Selman ile görüştü. Ardından Suudi Arabistan himayesinde başkent Riyad’da düzenlenen Suriye Muhalifleri toplantısına Rojavalı ENKS bileşenleri katıldı. Başkan Barzani’nin Suudi Arabistan’ı ziyaret ettiği dönemde Şiiler, Kerbela şehitlerinin kırkıncı günü (katledilmelerinden sonra geçen 40 gün için Erbain Anması deniliyor) törenleri vardı. Iraklı Şii siyasetçiler ve partiler, bu tür bir anma gününde, bu ziyaretten rahatsız oldular. Bütün bu gelişmeler, ister istemez Kürdistan Yönetimi’nin Sünni-Şii kutuplaşmasında Sünni kampın yanında yer aldığı imajını yarattı. Bir Suudi gazetesi de, olayı, aynen böyle yorumladı. Barzani’nin Türkiye ziyareti de, bu algıyı pekiştirmiş oldu. Halbuki Kürt hareket ve önderlerinin mezhepçi kutuplaşmalardan uzak durmalıdırlar. Sünni veya Şii kampın yanında yer almak Kürt halkına fayda getirmez.

Öte yandan Kürdistan yönetimi, Türkiye’nin içinde bulunduğu açmazı iyi göremedi. Sanki “Türkiye Kürdistan hükümeti ve Kürtlere muhtaç değilmiş; tersine, zor durumdaki Kürdistan AKP yönetimine muhtaçmış gibi” bir değerlendirmeden yola çıktılar. Ardından Barzani’nin Ankara ziyareti düzenlendi. Basına yansıdığı kadarıyla Barzani, görüşmeler sırasında Türkiye’deki barış sürecinin devam etmesini istedi. HDP’nin iki milletvekiliyle ve diğer Kürt muhalif kesimleriyle de görüştü. Bunun yanı sıra Erdoğan ve Davutoğlu’yla görüşmelerinde “YNK, Goran, terör örgütü ve İran hakkındaki şikayetlerini de dile getirmiş.” Başbakan Neçirvan Barzani de Türkiye’ye gelip bazı görüşmeler yaptı. Kürdistan yönetimin, özellikle KDP’nin AKP ile siyasi ve ideolojik yakınlığını anlamak mümkün. Ama mesele Kürt halkının genel çıkarları olunca, bir başka ülkenin başkanına veya başbakanına, aynı ülkedeki Kürt hareketlerini şikâyet etmek pek şık olmasa gerek. Kanımca Kürdistan yönetimi, “şimdiki durumda Türk hükümeti bize muhtaçtır” gibi bir noktadan hareket etseydi, daha isabetli davranmış ve Kürt meselesine daha iyi hizmet etmiş olurdu. Belki de AKP hükümetinin, bu kirli savaştan elini çekmesine yardım edebilirdi.

( Faik Bulut ile ANF Haber ajansının yaptığı söyleşi )