Anasayfa , Avrupa , Avrupa’da uçurum büyüyor

Avrupa’da uçurum büyüyor

bild_span12
Avrupa’nın tüm ülkelerinde zenginler ile yoksullar arasındaki uçurum derinleşmeye devam ediyor.

Avrupa’nın tüm ülkelerinde yoksulluk artıyor, zenginler ile yoksullar arasındaki uçurum da derinleşmeye devam ediyor. Almanya ve İngiltere’den seçtiğimiz yazılar yoksulluğun gelişmesine bağlı olarak yürütülen tartışmalara dikkat çekiyor. Almanya’da örneğin ülkede yoksulluk var mı yok mu tartışması olarak sürerken, İngiltere’de hükümet “Yoksulluk zirvesi” gerçekleştiriyor ve yoksulluğu üreten ülkeler olarak kimi ülkeleri aşağılamaktan geri durmuyor. Almanya’da hükümet ve her renkten sözcüsü yoksulluğun olmadığını, mülteci akınına bağlı olarak yoksulluk ithal edildiğini ileri sürürken, Cameron hükümeti ise onlarca vergi cennetlerine nasıl destek çıktığını gizlemeye çalışıyor. Bu iki ülkeden seçtiğimiz yazılar bu tartışmalara ışık tutuyor.
Fransa’da ne ülke genelinde, ne kendi partisinde, ne de mecliste çoğunluğu oluşturan Hollande-Valls hükümeti antidemokratik bir anayasa maddesine dayanarak mecliste tüm tartışmaları iptal etti. Sendikal cepheden ise bu tamamen bir provokasyon olarak algılandı ve mücadelenin bir üst aşamaya geçmesi yönlü çağrıların artmasına neden oldu. Ülkenin en büyük konfederasyonu olan CGT Genel Sekreteri Philippe Martinez genel greve hazırlık içinde olduklarını vurguluyor.

10_9551371110a983ec064e64670e9590c3


PHİLİPPE MARTİNEZ: MÜCADELE HER ZAMANKİNDEN DAHA FAZLA GEREKLİ

Humanite

Hükümet mecliste oylamayı engelleyerek ‘İş Yasası’nı’ onaylatma karar vermesinden sonra 3 günlük ulusal greve çağrı yaptınız. Mücadele bir şeyler değiştirir mi?
Anayasa’nın 49. maddesinin 3. fıkrasının devreye girmesiyle yasanın artık kesin onaylanacağına dair söylemlerin yaygınlaştığı doğru. Ama süreç daha bitmedi. Mücadeleyi sürdürme bugün daha da önem kazandı. Bundan dolayı (Sendikal Birlik Platformu olarak) ilk defa birbirine yakın 3 tarihte grev çağrısında bulunduk. Böylelikle salı günü greve giden işçiler perşembeye kadar grev yapabilecekler. Hükümet bunun bir işe yaramayacağını, yasayı her şeye rağmen geçireceğini ilan edecektir. Yalnız hatırlatmak gerekir ki (2006’da) CPE adlı bir yasa da 49-3 ile onaylanmış, resmi gazetede bile yayımlanmış ama mücadeleler karşısında (Dönemin Cumhurbaşkanı) Jacques Chirac yasayı geri çekmek zorunda kalmıştı.

49-3 yönteminin kullanılmasını “utanç verici” olarak nitelendirdiniz….
Hiçbir zaman aday Hollande programında İş Yasası’nı parçalayacağını ilan etmemişti. Bugün sokağa inenlerin çoğundan oluşan sol seçmenlerin oyu ile onaylanmış bir programda yer almayan reformları gündeme getirmek bile aslında bir demokrasi reddidir. Hükümet söylediğinin tam tersine diyalogdan tamamen kaçıyor. Hiçbir zaman yasa tasarısı üzerine tartışma fırsatımız olmadı. Bugün ise milletvekilleri susturuluyor zira sundukları önerilerin hiçbiri tartışılamayacak. Bugün karşı karşıya olduğumuz aciz, kamuoyuna sırtını dönen ve hatta kendi milletvekilleri ve partisini bile ikna edemeyen bir hükümettir (…)

3 aydır devam eden sosyal mücadele, polis baskısı ve 49-3 ile onaylanan bir yasadan sonra Fransa’da mücadele etme hâlâ mümkün mü?
Mücadele etme mümkün olmadan da öte bir zorunluluktur, ama birçok zorluğun olduğunu görmemiz lazım. Baskı sadece polisler tarafından değil, esas olarak patronlar tarafından yapılıyor. Unutmamak gerekir ki grev yaptığından dolayı işten atılan işçiler var. Diğer taraftan asgari ücretle ay sonunu zaten zor getiren emekçilerin grevden dolayı maaşlarının düşürülmesine rağmen verdikleri grev kararı önemli bir karardır, zira ay sonunu getirme daha da zorlaşıyor. Ama mücadele bir zorunluluktur. Sendikal Birlik Platformunun çağrısı da bu yönde, artık bir üst vitese geçmek zorundayız.

Sokaklarda güçlü mücadeleler olmasına rağmen, iş yerlerinde sürekli grevler olması gerektiği noktada değil. Bunu nasıl açıklıyorsunuz?
Tüm güçlü sosyal mücadeleler gibi karşı karşıya olduğumuz harekette de bir büyüme süreci yaşanıyor. Kongremizin yaptığı çağrı da bu yönlüydü. Şu ana kadar hükümetin gençlerle işçileri ayırma ve bölme teşebbüslerini boşa çıkarttık. Diğer taraftan okul tatillerini kullanarak hareketi bitirmeyi uman hükümete karşı baskılarımız hiç durmadı. İşçiler kendisine solcu diyen bir hükümetin sokakta haykırılanları duyacağını umuyorlardı ama hayal kırıklığına uğradılar. Şimdi 2010’daki (Sarkozy’nin Emeklilik yaşını uzatma yasasına karşı mücadeleler) durumla karşı karşıyayız. Sokakta kitlesel mücadele etmenin yeterli olmadığı tespitini yapıyoruz ve dolayısıyla da işçileri iş yerlerinde toplayarak hareketi sertleştirme, üst aşamaya çıkartma, örneğin bir günlük grevlerden öteye gitmeyi tartışıyoruz. Bu mücadelenin ilk sonuçlarını almaya başladık. Gelecek pazartesiden itibaren taşıma sektöründe greve çağrı yaptılar. Demir yolları işçileri ise her hafta çarşamba ve perşembe günleri grev kararı verdiler. Paris Havayolları işçilerinin yanı sıra enerji ve petrokimya sektörleri işçileri devamlı grevi gündemine aldılar. Sokaktaki gösterileri güçlendirecek bir süreç başladı ve hayata da geçecektir. İşçiler açısından bazen grevin zor bir karar olduğunu biliyoruz ve bir düğmeye basmakla olmadığını biliyoruz. Ama gördüğümüz işçilerin çoğunun daha sert bir mücadeleye katılmaya hazır olduğudur. (…)


‘YOKSULLUĞUN PANZEHRİ SERVETİN ADİL DAĞILIMIDIR’

Prof. Christoph BUTTERWEGGE
Frankfurter Rundschau

Bazı politikacılar, bilim insanları ve gazeteciler açısından yoksulluk, sadece insanların tümüyle sefalet içinde yaşadıkları veya bir hayvan gibi sokaklarda öldüğü‚ “üçüncü dünya” ülkelerinde varlığını sürdürüyor. Bu çevreler, Almanya’da yoksulluktan söz edilmesinin imkansız olduğunu gösterecek bir tanım yapıyorlar. (…) Almanya’da yoksulluk uzun süredir sadece en fazla Noel öncesi kamuoyunu ilgilendiren tabu temaydı. Ne zaman ki Hartz IV sayesinde yoksulluk, toplumun orta tabakalarına kadar nüfuz etti ve kalıcılaşmaya başladı o zaman yoksul olma korkusuyla televizyon programlarında bol bol ele alınan moda bir konu haline geldi. (…) Gazeteci ve politikacılar, mültecilerin problemleri ve yoksulluklarına çözüm aramak yerine, mülteci ve diğer göçmenlerin “başımıza” açtıkları problemlerle uğraşıyorlar.
Çoğu insan Almanya’daki yoksulluğu mültecilerin ülkelerindeki sefaletle bağlantılı algılarken, bazıları böylesine zengin bir ülkedeki utandırıcı eşitsizliğin göstergesi olarak değerlendiriyor. Antik Çağ’dan Orta Çağ’a kadar “klasik” yoksulluk, bir kişinin hayatını sürdürmesine yetecekten fazlasına sahip olup olmadığına göre tanımlanmaktaydı. Hâlâ bu tanımda ısrar edenler yanılgılarını görüp, modern yoksulluk tanımını nasıl bir toplumda yaşanıldığına ve refah düzeyine göre yapmak zorunda olduklarını kabul etmeliler. Çevre koşullarının farklılığına bağlı olarak, refah toplumlarında veya gelişmekte olan ülkelerde sefalet, aşırı yoksulluk, yaşam sınırında ‘yoksulluk’ diye ortaya çıkan yoksullukla, göreli yoksulluk farklı olarak ele alınmak zorundadır. Sefalet, aşırı yoksulluk veya yaşam sınırında yoksulluk içinde yaşayanlar temel ihtiyaçlarını karşılayamamaktadırlar. Gerekli yiyecek, temiz içme suyu, iklim koşullarına uygun giysi, barınacak bir ev, temel sağlık hizmetinden yoksundurlar. Göreli yoksulluk içinde yaşayanlar ise, belki temel ihtiyaçlarını karşılayabilmektedirler ama gelirleri düşük olduğu için toplumsal yaşama yeterli şekilde katılamamakta, yaşam standartları düşük olarak kalmaktadır. (…)
Göreli yoksulluk, yokluk ve sefaletten çok zenginliğin adaletsiz dağılımında kendini gösterir. Bir toplumda servetin adil dağıtılmadığını görüp bunun sonucunun göreli gelir yoksulluğu olduğunu kabul edenler, doğal olarak servetin adil dağılımını, zenginden alınıp yoksula verilmesini talep etmek zorundadırlar. Göreli yoksulluğu en fazla inkar edenlerin elitler, yüksek gelirliler ve servet sahipleri olması da bundandır zaten. Bir AB sözleşmesine göre üye ülkelerde orta gelirli bir kişinin kazandığı paranın yüzde 60’ından daha az gelire sahip olanlar yoksul durumdadır. (…) Göreli yoksullukla ilgili ortak bir gelir sınırı belirlemek AB ülkeleri açısından imkansızdır. Örneğin bir AB üyesi ülkede 500 avro ile iyi şekilde yaşayabilirken diğerinde bir oda bile kiralayamazsınız. Bunu dikkate almadığınızda gerçekçi bir yoksulluk ve zenginlik tanımı yapamazsınız. Yoksulluk göreli bir kavram olduğundan ve yaşanılan ülkede orta gelirli birinin gelirinin yüzde 60’ının altında kazananlara yoksul denebileceği de keyfi bir saptama olduğundan, toplumsal adaletsizlik konusunda duyarsız olanlara saldırı olanağı sunulmaktadır. (…) Sonuç olarak, daha fazla sosyal adalet isteyenler, yoksulluk kavramının, temel ihtiyaçların karşılanamamasına indirgenip darlaştırılmasına ve yoksul oldukları kabul edilmeyen yoksulların toplum dışına atılmalarına karşı direnmelidirler.


YOLSUZLUK KONUSUNDA İNGİLTERE ÖNCE KENDİ YAPTIKLARINA BAKMALI

The Guardian
Başyazı

B lafı dolandırıyor ama biz açık konuşalım. Uluslararası kurumlar (IMF ve diğer kurumlar) tarafından vergi cenneti olarak bilinen bir şehirde, Londra’da, yolsuzluk zirvesi gerçekleşti. Zirvenin ev sahipliğini geçtiğimiz ay kişisel olarak sınır ötesi hesaplardan faydalandığını itiraf etmek zorunda kalan ve partisinin gelirini vergi cennetlerini bolca kullanan şirketler tarafından elde eden bir siyasetçi. Bununla da sınırlı değil, daha önce vergi kaçıranlara yardımcı olmak için müdahale de etmişti. Evet, David Cameron (İngiltere Başbakanı) yolsuzlukla ilgili bir toplantıya ev sahipliği yaptı.
Başbakanın kendisi yolsuzluk yapmış değil, ama kesinlikle suçlu ve büyük bir ikiyüzlülük yapıyor. Tabii, Britanya ve genel olarak da Batı bu suça ortak. Britanya ve Batı on yıllarca fakir ülkelere ve devletlere kara paranın engellenmesi için nutuk attı, fakat aynı zamanda o kara paranın önemli bir kısmının ülkelerinin bankalarına yatırılmasına, gösterişli dükkanlarda harcanmasına, emlakçılarda ve sınır ötesi vergi cennetlerinde aklanmasına göz yumdular. Bunu yaparken hiç soru sorulmuyor ve tepki de gösterilmiyordu. (…) Cameron, (yoksulluk zirvesinde) iki hafta önce Nijerya’da bir kampanya kurumu tarafından kendisine yollanan mektuptan da söz edebilirdi.
“Yolsuzluğa karşı ulusal bir kampanya başlattık” diye yazıyordu mektupta “fakat sizin gibi ülkelerin bizim ülkelerin yolsuzluk yapanlarına kucak açması, kaçırdıkları paraları sizin lüks evlerinizde, dükkanlarınızda, araba bayilerinizde, özel okullarınızda ve diğer soru sormadan paralarını kabul eden yerler yüzünden bu çalışmalarımız zayıf kalıyor. Londra’nın emlak piyasasının çalınmış zenginlikleri gizlemek için kullandığı mahkeme evraklarında, raporlarda, belgesellerde ve birçok başka yerlerde açıklandı”. Nijerya’nın Senato Başkanı, Bukola Saraki de varlığını gizlemekle suçlanıyor ve Londra’nın Belgravia bölgesinde kendi adına bir eve sahip. Fakat geçen ay ortaya çıkan Panama Belgeleri gösteriyor ki Saraki’nin Londra’daki evinin yanındaki 5.7 milyon dolar değerindeki evin sahibinin Seychelles ve İngiliz Virgin Adalarında şirketleri var ve bu şirketlerin hissedarları da arasında Saraki’nin eski asistanı da var. Ve Kensington’da bulunan 1.65 milyon dolar değerindeki evin sahibi BVİ adlı şirket, bu şirketin tek hissedarı Folorunsho Çöker, Lagos’da eskiden araba plaka şirketinin üretimini yapan şirketinin başındaydı. Bu bireylerin hiç biri yanlış bir şey yapmamış olabilir, fakat Nijerya’da kampanya yürütenlerin suçlamalarından kaçmak kolay değil. Birçok İngiliz hükümetler altında, Thatcher’dan tutun da Blair ve Cameron’a kadar, Londra dünyanın kirli paralarının merkezi oldu.
Oxfam’ın açıklamasına göre dünyanın trilyonlarının üçte biri İngiltere’ye bağlantısı olan sınır ötesi vergi cennetlerinde saklanıyor. Bu cennetler güvenlik ve koruma için İngiltere’ye yaslanıyor. Jersey kâağıt parasında Kraliçe’nin resmi var. Cayman Adalarında, “God Save the Queen” (Tanrı Kraliçeyi Korusun) olarak bilinen, İngiltere milli marşı söyleniyor. Yine de İngiliz hükümeti bu cennetlerin İngilitere’den bağımsız olduğunu iddia etmekte ısrar ediyor  fakat daha önce birçok konuda baskı yapmış ve değişiklikler elde etmişti (…). Nedense İngiltere hükümeti bu gücünü gizli kapaklı yürütülen paraları önlemek için kullanmamayı tercih ediyor. Sonu, İngiltere’de bulunan şirketlerinin sahiplerinin kamuoyuna açık bir listesi yayımlanacak ama sınır ötesi bölgeler bunu yapmayı reddediyor. Cayman Adaları ve diğerleri yasa dışı hiç bir şey yapmadıklarını söylüyor ve bu yüzden böyle bir liste yayımlamayı reddediyor  peki durum böyleyse, saklanacak ne var?
Bu belirsizlik Londra Finans Merkezinin ve de vergi cennetlerinin işine geliyor. Muhasebe şirketleri, vergide uzmanlaşan hukukçular ve Londra’daki büyük sermaye yatırımcıları Britanya’ya bağlı ülkelere yayılarak gizlilik ve düşük vergi miktarı talep eden müvekkillerinden yüklü ücretler almaya devam edecekler. (…) Birçok kişi buna yolsuzluk ve ikiyüzlülük olarak görmüyor çünkü bunu yapanlar parlak bir takım elbise giyiyor ve çok güzel de konuşuyor. (…)