KARIŞIK

kose_yazari_5HASAN SAGLAM |24-01-2014 | Yeni yılın ilk ayını epey aşarak yazıyorum ilk yazımı, belki korktum, belki panik yaptım, belki bir şey bekledim, ya da kimsenin aklına gelmeyecek hesaplar yaptım, yani derine daldım. “derin” kelimesi nasıl bir algı yaratır, nereden yakalar adamı, nasıl eğer, nerede büker, ne hale sokar, bilemem. Ama içimde tedirgin, kuşkucu, rahatsız ve hasta bir yer etti. Nerede bir erk, kurum, parti örgüt, hele hele devlet varsa derini mevcuttur. Başka bir gücün olduğu ve derinlerden zelzele kudretine sahip bir şey bu… 
      Belki bundan ötürü sustum, dilim derine daldı, aklanmadı, ayıkmadı, ama yazamadım tam yeni yılın üstünden 23 gün geçti. Artık eskisi gibi kâğıt kalem yok, belki 10 sene evvel “kâğıdı ve kalemimi aldım” diye başlayabilirdi ama değil, bilgisayarımı açtım, aklımda temeli göbeği ve çatısı belli olmayan kuralsız, kaidesiz, siyasi, gayrı siyasi, sanatsal gayrı, sanatsal ne dökülürse yazacağım ve düzeltmeden yani kurgusunu yapmadan bırakacağım. Tabi sanatta bununda adı var “ absürt” ama ben “ absürt bir denemedir” deyip paçayı kurtarmaya çalışmayacağım. Bu yazıyı yazmadan hemen önce “ Nietzsche ağladığında” filmini izliyordum, yaklaşık 4 sene evvel kitabını okudum, derindi, karışıktı, kuşkucu, kandırıkçı ve şaşırtıcıydı ve Nietzsche ağlıyordu. Filmini ıstırapla izledim, hemen belirtmeliyim hele dublajın rezaleti başka zulüm. Beterdi, yarımdı, yaramazdı, yalandı, yabandı eksik ve saçmaydı. Rasyonalitesi şu olmalıdır kanımca “ herkes ağlar Nietzsche de ağlar” … Evet yabandı. Aylardan ocak, biraz yanacak, biraz titreyecek zaman, sonra derine inecek fitil ve bahse girilmiş bütün sokaklar derinden susacak. Yatay geçişle derinden paralele geçiş yapan devlet, zamlarla halkın prangasını iyice sıkmaya başladı. Filimden koptum ama Nietzsche’nin ağlamasını düşündüm, yaklaşık yüz yıl evvel ölmüş bu büyük filozofu anlamak için empati kurdum. Mesele ağlamak değil yani Nietzshe’nin ağlaması çok aykırı ayıp yazık falan değil, ne için ağladığını anlamak duygusunda dolanırken Volkan Yağan’ı (Burhani) dinlemeye başladım. Halepçe adlı kılamı çaldığında ağlamamak için “ne olmak gerekir acaba?” diye düşündüm. “Kara bir bulut kaynıyor dağların doruklarında, yitir kendi kendimi çocukların çığlığında” cümlesinden sonra kendimi Halepçe’nin orta yerinde buldum, “anam yeni taramıştı saçlarını çocukların” diye devam eden kılam ciğerlerimin ortasında hançer acısıyla dolandı. En son kısmına bağlantı yaptığı Dersim kılamı ile Kürdistan coğrafyasında bir acıdan diğer bir acıya konukluk ettim. Savaş, sürgün ve sürgün dönüşünü anlatmaya çalıştığım “yasak mıntıkanın çocukları” adlı romanımı okuyan ve Dersim’i bu yönlü tanımayan birisi “bu olamaz, sen abartmışsın, hiçbir anne çocuğunu öldüremez, ne kadar savaş içinde olsa da” bana inanıyordu ama bunun olabileceğini ve ona göre insanın bunu yapmayacağıdır. “Ocak ayının yeni yılın ilk ayı olmasının güzel yanları var mıdır?” diye düşündüm ama bulamıyorum. Hrant Dink sanki yüz yıldır her gün ölüyor. Öldürüldüğü gün gözbebeklerimde yer etmiş o fotoğrafı asla silemem. Ben kendisiyle tanışmadım hiç, annem; kim olduğunu bilmiyordu, öldürüldüğü gün annem dedi ki; “ te hefe mormek chıqa mordemode rınd bi” ( yazık, ne kadar iyi bir insandı) anneme dedim ki “daye tu naskene ni mormek?” ( anne bu adamı tanıyor musun?) “ nene lacemı ez kotra naskeri” ( yok oğlum ben nerden tanıyayım?) “ ma tu chı zona nu mordem rındo, tu tirki nezona, nu mormek chı qeseykeno ?” (nerden biliyorsun ki bu adam iyidir, sen Türkçe bilmiyorsun, ne biliyorsun bu adam ne konuşuyor?) “ sıfate deyde belliyo lacemı mordemode rınd bi” (mizacından bellidir oğlum o iyi bir insandı) sustum, çünkü söz hükmünü yitirmişti. 
hasansaglam@gmail.com