Yeni Kadın örgütünün kurucularından, ATİK Genel Konseyi bir dönem üyelerinden ve ATİF eski başkanlarından Hülya Yaman, bu sabah ölümsüzler kervanına katıldı. Hülya (Yaman) Onur’un AHM sitesinde kaleme aldığı ve güncel olduğunu düşündüğümüz bir yazıyı siz okuyucularımız ile paylaşmak istiyoruz.
Faşizm Katlettikçe, Direnişlerde Çoğalacağız
Çünkü hâlâ katliamlar, baskılar, işkenceler, gözaltında kayıplar, hak gaspları ve zindanlardaki zulüm devam ediyor. Belleklerimiz, işte bu yüzden hâlâ taze. Hacer’in „çok güzel olacak her şey“ sözünde, her şeye rağmen umudu yeşertmek, geleceğe dirençle ve kararlılıkla bakmanın toplamını haykırıyordu aslında.
Evet, zindanlar hâlâ kanayan bir yara olmaya devam ediyor. Faşizm, zulmünü katlayarak sürdürmeye devam ediyor; sadece zindanlarda değil, tüm toplum üzerinde… Maraş’tan 19 Aralık katliamına, zindanlardan Roboski’ye kadar uzanan bu kırımlar, Aralık ayını katliamların zirveye çıktığı kara bir sayfa olarak tarihe kazandırdı. Her güne, her aya sığdıramadığımız sayısız kırım, şiddet, taciz, tecavüz… Yani, şiddetin devlet eliyle yaşatıldığı bir coğrafyaya dönüştürülmüş bir ülkede yaşıyoruz. Cumartesi Anneleri/İnsanları hâlâ yakınlarını, sevdiklerini, çocuklarını aramaya devam ediyor. Barış Anaları, barış zılgıtlarını bir an olsun dillerinden düşürmüyorlar. Gezi Anaları, çocuklarının katili olan devlete karşı adalet arayışlarını sürdürüyorlar. Bu ülke, çocukları katledilen, zindanlara atılan analarla dolmuş durumda. Ve analar, öfke ve kinlerini sıkılı yumruklarında biriktirerek, mücadelelerine devam ediyorlar.
12 Eylül’de çocuklarını kaybeden anneler, bugün tüm çocuklar için alanlarda direnç çiçekleri gibi her geçen gün daha fazla çoğalıp, daha büyük bir inançla zemheriye rağmen açmaya devam ediyorlar. Çünkü, tüm insanlık gibi kadınlar, 78’de Maraş’ta hamile kız kardeşlerinin karınlarının deşilip, doğmamış bebeklerin faşizm tarafından duvarlara çivilenmesini unutmadılar. Çocuklarının 19 Aralık 2000’de, „Bizi diri diri yaktılar!“ haykırışları yüreklerinde bir ağıt oldu, yumruklarında öfke… Faşizmi hatırladılar, unutmadılar.
2011’de Roboski’de en çok yüreği ağlatılan kadınlar, çoğu çocuk yaştaki evlatlarının „terörist“ denilerek faşizm tarafından katledilmelerinin acısını yüreklerinde yaşadılar, unutmadılar. Katırları dahi katleden bu sistemle barışık olmamaya and içtiler kadınlar.
Evet… unutmadılar, unutmayacağız, unutturamayacaklar… Çünkü yumruklarımızda sıkılı tuttuğumuz öfkemizle ve yarına olan umutlarımızla, insanlığın kurtuluşu ve özgürlüğü adına ihanet olacaktır unutmak.
Kanla beslenen ve iktidarlarını despotlukla sağlamlaştıran hakim sınıflar, son süreçlerde en fazla zulmü artırdıkları kesimlerin zindanlar, kadınlar ve çocuklar olduğunu görecektir. Sınıf çelişkisini unutmadan bir yana koyarsak, kadın-erkek eşitsizliği (toplumsal cinsiyet eşitsizliği), Alevi (inanç) ve Kürt (milli mesele) sorunları bu sistemin karabasanı olmuştur. Faşizmin „tek devlet, tek millet, tek bayrak, tek din“ gibi ilkelere dayanan yapısı, örgütlü bir karşı duruş sergilendiğinde yanıtını katliam, tecavüz, sürgün, asimilasyon, inkâr ve imha ile vermiştir. Maraş’ta Alevilere yönelik bir katliam yapılırken, Roboski katliamı da Kürtlere korku salmak ve faşizmin koyu karanlığında, onun kuralları dışına çıkılamayacağına dair bir devlet şiddetiydi.
Ve doğrudan, iyiden, güzelden, insanca bir yaşamdan yana, özgür bir dünya yaratma mücadelesi verenlerin payına da ya ölüm ya da zindanlar düşüyor hâlâ bu ülkede.
„En iyi devrimci, ölü devrimcidir.“ mantığını her fırsatta devrimcileri, sosyalistleri, yurtseverleri katletmeyle kanıtlayan faşizm, özellikle de sosyal, demokrasi ve ulusal kurtuluş mücadelesi veren kadınlara karşı yönelmesiyle, ne kadar kadın düşmanı olduğunu da her seferinde yeniden teyit etmektedir.
Bu durum:
- Kadınların artık sessiz düşünmeyi bırakıp, sokaklara çıkma cesaretini göstermeleri ve „Biz de varız!“ diyerek erkek egemen iktidarlarını korkutmalarıyla ilgilidir.
- Kadın devrimcileşirse devlet erk’lerinin sarsılacağının, sosyalistleşirse erkek egemen iktidarlarının sonunun daha hızlı yaklaşacağının korkusuyla ilgilidir.
Sistem, kadınlara yönelik şiddetin dozajını ve yöntemlerini arttırır. Politik, siyasi, ideolojik donanımlı kadınlara yönelik şiddet ise daha devletçe ve erk’çidir.
Unutulmamalıdır ki, katledilen devrimci kadınların bedenlerine son kurşunlar ya göğüslerine ya da vajinalarına sıkılmıştı. Yine, Ekin Wan ve diğer gerillaların çıplak vücutları „teşhir“ edilerek „onursuzlaştırılmaya“ çalışılmıştı. Oysa o çıplak bedenler, biz kadınların onurlu ve çıplak, duru mücadelesidir. O kadınlar, özgür yarınlara giden yolların bedelini ödemiş ve ama onurluca davasına sahip çıkmış devrimin köşe taşlarıdır.
Katledilmeyenler ise zindanlarda faşizmin her türlü insanlık dışı uygulamasına karşı onurlu bir duruş sergilemeye devam etmektedirler.
Diyarbakır’ın faşizm için kara, devrimciler ve yurtseverler için onurlu ve direniş mirası bırakan tarihini çoğumuz biliriz. İbrahim Kaypakkaya’nın „Ser ver, sır verme“ ilkesinin devam ettiricileri, dörtlerin bedenlerini tutuşturarak isyan ateşini yakmışlardır. Sakine’nin „Göğüslerimi kestiler, haklı bir davanın bedelini ödemiş değerleri düşününce ah bile diyemedim…“ direnişi bugün de F-tipi tabutluklara rağmen yaşatılmaktadır.
Faşizm, kendini en güçlü zannettiği alanlarda, zindanlarda „İnsanlık onuru işkenceyi yenecek!“ diyerek düşmana meydan okumaya devam etmektedir.
Çünkü onlar, hakların direnerek elde edileceğini bilen, elde etmek istedikleri hakları da direne direne kazanacaklarının bilincindeler.
Bu bilinci biz dışarıda olanların kuşanması da *“ama“sız, „fakat“sız bir sorumluluk ve zorunluluktur. Faşizmin tüm toplumu açık bir cezaevine dönüştürmeye çalıştığı, 20 yıllık gerici, faşist AKP iktidarının ardından yaşanan her türlü şiddet, kadınların emeğinin, bedeninin, kimliğinin baskı ve sömürü çarkında öğütülmesi, zenginlerin daha zengin, fakirlerin daha fakir olduğu, gençliğin, LGBTİ+’ların, emeklilerin, emekçilerin, memurların, akademisyenlerin hak ve özgürlüklerinin gasp edilmesi, çocuklarımızın geleceğinin karartılması, doğanın ve canlıların talan edilmesi günümüzdeki vahim tabloyu yaratmaktadır.
Bu tablo karşısında, faşizme karşı durmak, onurlu insanların yanında durmak, onları sahiplenmek, mücadelelerine dışarıdan omuz vermek, aynı zamanda faşizme karşı omuz omuza durmak demektir.
Sistem her geçen gün daha pervasızlaşırken, tek tek saldırırken, „Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın“ diyemeyiz. O yılan hepimizi sokar, zehrini hepimize zerk eder. O zehire karşı güçlüce ve birlikte panzehir olmak, ertelenemez bir zorunluluktur. Ve bu mücadelenin en önemli öznesi, öncüsü ve önderi biz kadınlar olmak zorundayız. Çünkü bu sistemin en çok borçlu olduğu kesim biz kadınlarız.
O borçların bedelini ödemek, biz kadınların bu sisteme karşı mücadelesinde; dayatmalara, değişim taleplerine ve tüm prangalardan kurtulabilmeye dair, zor da olsa küllerinden yeniden doğarak, özgür yarınlara uçan anka kuşu misali örgütlü yıkıcılıkta sebat etmekten geçer. Ayça İdil Erkmen’lerin, Nergis Gülmez’lerin bizlere bıraktığı mücadele geleneği, Barbara’nın enternasyonalist enginliği, Ayfer’lerin, Sefagül’lerin dağlara sevdalı oluşları, Sabahat’ların teslim olmamış duruşları, „Cesaretiniz varsa gelip alın!“ çağrıları, Zilan ve Sakine’lerin Türkiye Kürdistanı’ndan özgürlük zılgıtları bizlere her daim rehber olmalıdır.
Dolayısıyla, başta zindanlarda faşizmin saldırıları sonucu hayatlarını ‘Hayata Dönüş Operasyonları’nda katledilerek kaybettiğimiz tüm değerlerimizi saygıyla anarken; Maraş ve Roboski’nin acısını da yüreğimizin en derinlerinde hissetmenin öfkesini yaşadığımızın altını çizelim.
Gün gelecek, tüm katliamların ve soykırımların hesabı sorulacağı gibi, Maraş’ın ve Roboski’nin de hesabı mutlaka sorulacaktır. Anıları önünde saygıyla eğiliyor, katledenleri bir kez daha tüm öfkemizle lanetliyoruz.
„Hiç kimse süpürmeyecek o yeri,
Alınmadıkça bedenlerin bedeli,
Silinmeyecek zebanilerin kanlı ayak izleri…“
Evet, zebaniler yeniden ve yeniden katliamlar yapmadan tüm duyarlılığımızı ve sahipleniciliğimizi hayata geçirmeliyiz. Hapishanelerdeki özgürlük mahkûmlarının sahiplenilmesi, önümüzdeki en önemli görevlerden biridir. Politik tutsakları yalnızlaştırmak, kişiliksizleştirmek, kendilerine, kimliklerine yabancılaştırmak, tek tipleştirerek toplumdan izole etmek, düşünce ve ideallerinden uzaklaştırmak amacı güden zindanlar, uygulamalarını da buna uygun biçimde şekillendirir.
Bu bağlamda, tek tip elbise uygulamasına; kitap, gazete, sosyalist basından dergi ve kitap yasaklarına; havalandırma saatlerinin keyfi uygulanmasına; telefon ve görüşlerde resim çektirme yasaklarına; dışarıdan gönderilen yiyecek ve giyeceklerin yasaklanmasına; mektupların sansürlenmesine ya da keyfi olarak gönderilmemesine, gelenlerin verilmemesine; fahiş kantin fiyatları, elektrik faturalarına, çıplak arama işkencesine; hastalık durumunda revire gönderilmemeye; hasta tutsakların tahliye edilmemesine; keyfi sürgünlere; bilinçli olarak mahkemelere çıkartılmamak, gözaltı ya da tutukluluk sürecinin uzatılması gibi uygulamalara karşı durmak, bizim en temel sorumluluğumuzdur.
Taciz, tecavüz ve işkencelere; görüş yasaklarına; en ufak hak arama talebinde verilen hücre cezalarına ve bu cezalardan dolayı keyfi yakılan infazlara karşı; görüşçülere uygulanan ayakkabı çıkartma, göz röntgeni çekme, durmadan öttürülen x-ray cihazları işkencesine; gardiyan tacizleri ve daha birçok hak gaspına karşı, mahkûmların dışarıdaki sesi, kulağı olmak durumundayız.
Avrupa’dan Türkiye ve Türkiye Kürdistanı zindanlarına, zindandakilerin yakınlarına bir köprü kurabilmek, hem anlamlı hem de önemli bir adımdır. Bu aynı zamanda, Avrupa’nın iki yüzlü, saldırgan politikalarının teşhir edilmesi bağlamında da kritik bir yere sahiptir. Dün, İsveç bir Kürt aktivisti, Türkiye’deki akıbetinin ne olacağını bile bile geri iade etti. Politik tutsakların kendi ülkelerine gönderilmeleri sıklıkla karşılaştığımız bir durum haline gelmiştir.
Bir taraftan da başta Almanya olmak üzere Avrupa ülkelerinin F-tipi cezaevleri ve buralarda tutuklu olanların kötü durumlarını açığa çıkarmak, emperyalistlerin “demokrasi” havariliğini teşhir etmek gerekiyor.
Münih’teki 10 ATİK aktivisti devrimcinin tutuklanma ve mahkeme süreçleri, ne yapılması gerektiği konusunda önemli ve değerli bir karşı duruş örneği olarak görülmelidir. Unutulmamalıdır ki, yalan, uydurma ve zorlama ‘delillerle’ Almanya zindanlarında hala önemli sayıda politik tutsak rehin tutulmaktadır. Buradaki amaç, devrimcilerin tutuklanması üzerinden topluma ve demokrasi mücadelesi veren kişi ve kurumlara gözdağı vermek, topluma korku aşılayarak örgütsüz bir toplum yaratmaktır. Ancak nafile… Nerede ve hangi coğrafyada olursa olsun, direnenler kazananlar olacaktır. Yitirdiğimiz değerlerimize sözümüz var! Ve işkencelerden geçirilsek de, ateşlerde semaha dönsek de, dudaklarda ağıt, laç deresinde kızıl gül, Karadeniz’de sürgün olsak da, katledilsek de, yarının özgür düşleri uğruna bu kavga bizim, bu sevda bizimdir.
Ve işte bu yüzden, yeni bir mücadele yılına girerken, diyoruz ki:
Faşizm katlettikçe, direnişlerde çoğalacağız…
19 Aralık 2022