MUSTAFA ELVEREN | 05 – 05 – 2010 | Türkiye’de tek tip insan yetiştirmeyi hedefleyen ırkçı ve gerici eğitim sistemi çağımızda hala varlığını sürdürmektedir. Cumhuriyet’in kuruluşundan bu güne kadarki tüm etkili ve yetkili devlet kadroları tarafından bize “Çağdaş Eğitim” olarak lanse edilmektedir. Dolayısıyla, “Eğitim sistemimiz geriye gidiyor” diyenlere hayret ediyorum. Olmayan bir şey geriye nasıl gider?
Söz konusu “Çağdaş Eğitim Sistemi”nin uygulandığı kurumda ben de çalıştım. O nedenle buradaki çarkın nasıl döndüğünü az-çok bilirim. Bu çarkın dişlileri arasında ne yazık ki şiddet kültürü üretilmektedir. Ülkemizde her gün meydana gelen çok sayıdaki şiddet olaylarının en önemli nedenlerinden biri de bu “Çağdaş Eğitim”den kaynaklandığını söylemek abartılı olmaz.
Bu sistemde “millet devlet için vardır” mantığı hakimdir. Bu mantığın gereği olarak kendisi dışındaki herkesi düşman görmektedir. Dolayısıyla, varlığını ölme ve öldürme gibi bir şiddet kültürü üzerine inşa ediyor. Böylece, okulun koridorlarında ve sınıflarında eli sopalı öğretmenlerden (ben de dahil) geçilmiyordu.
Her sınıfın seviyesine göre; eğer öğrenci Onuncu Yıl Marşı’nı, Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’ni, İstiklal Marşı’nı ezberlemiş, şehit, bayrak, vatan, ezan, millet gibi kavramları milliyetçi bir duyguyla anlatabiliyor ve öğretmenin karşısında asker duruşu gösterebiliyorsa, öğretmenin nezdinde en iyi öğrencidir. İşte bu sistem bize “Çağdaş Eğitim” olarak sunuldu.
Her on yılda bir yapılan askeri darbelerle halka ve aydınlara uygulanan şiddet ile korkunç idamlar da bu sözde “çağdaş Eğitim Sistemi”nin tornasından çıkan ürünlerdir.
Önümüzdeki 6 Mayıs Perşembe günü Denizlerin idam edilişlerinin 38. Yıl dönümüdür. Ne yazık ki, bu “çağdaş eğitim” sistemi yalanları sonucunda üç fidanımız darağacında acımasızca asıldılar. Hayatımız darbelerle ve şiddetle geçtiğini söyleyebiliriz.
Demokratik cumhuriyet olmayınca, demokratik eğitimden bahsetmek zaten mümkün değildir.
Öğrenciliğim süresince sıkça karşılaştığım ve öğretmenliğim döneminde de çokça yaşadığım olaylardan bir tanesini siz okuyucularla paylaşmak istiyorum.
Bilindiği üzere, okullarımızda bayramlarda, hafta başında ve hafta sonunda yani her Pazartesi günü sabah ve her Cuma günü mesai bitiminde bayrak töreni yapılmaktadır. 90’lı yıllarda Elazığ’da bir İlköğretim okulunda görev yapmaktayken, bayrak töreninde İstiklal Marşı okunduğu sırada bir öğrenci önündeki arkadaşını dürtüklemiş ve arkadaşı da aniden ses çıkarmıştı. Tören bitiminde okul müdürü tarafından bu iki öğrenci tüm okulun öğrencileri ve öğretmenlerinin gözü önünde tekme-tokat dövüldüler. Öğrencilerin daha fazla dövülmemesi için bazı öğretmen arkadaşlarımız müdüre müdahale etmek zorunda kaldılar.
Bu olay üzerine ben de müdüre; İlköğretim çağındaki çocukların psikolojisi bu tür şakalara müsait olduğunu, bunun abartılmaması gerektiğini söyledim. Bunun üzerine müdürün yanıtı dövme olayından daha vahimdi. “vatan hainlerini bu okulda barındırmam” tepkili sözleri hala kulaklarımda çınlanıyor.
İşte bu sistem; “çağdaş Eğitim” yalanı ile fidan gibi gençlerimizi idam sehpalarına gönderen hukukçuları, kendi öğrencisini “vatan haini-düşman” olarak gören öğretmenleri, “Vurucu Kobra” tipli yöneticileri ve “bebekten katiller”i üretmeye hala devam ediyor.
03.04.2010
]]>
MURAT ÇAKIR | 01 – 02 – 2010 | Bonn yakınlarındaki Petersberg’de yapılan ilk »Uluslararası Afganistan Konferansı«ndan dokuz yıl sonra, Perşembe günü Londra’da 60 ülkenin ve on uluslararası kuruluşun temsilcileri ikinci »Afganistan Konferansı«nda buluştular. Konferansın BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon, Britanya Başbakanı Gordon Brown ve Afganistan Başkanı Hamid Karsai başkanlığında yürütülmüş olması, konferansın aslında savaş yürüten ülkelerin ortak toplantısı olması gerçeğinin üstünü örtemiyor.
1990’lı yılların ortasından bu yana uygulanan politikalar, BM Örgütü çerçevesinde dünya ülkelerinin ortak girişimi yerine, giderek daha yaygın bir biçimde sanayileşmiş ülkelerin küresel çıkarları çerçevesinde oluşturulan birliktelikler ve NATO gibi insanlığın sadece küçük bir azınlığını temsil eden militarist kurumlar tarafından küresel politikaların belirlendiğini, yerine göre de çeper ülkelerin egemenlerinin »ortaklaştırılmasıyla« Batı’nın – siz bunu emperyalizm olarak okuyun – dünyanın geri kalan kesimine kendi çıkarlarını dayattığını göstermektedir.
Bu açıdan bakıldığında, Londra’daki konferansın, değil Afgan halkının çoğunluğunun, dünya halklarının çoğunluğunun dahi yararına olacak sonuçları çıkartmayacağı görülebilir. Petersberg Konferansı ile Londra Konferansı arasındaki tek fark, Batılı ülkelerin nüfusunun büyük bir kesimi arasında Afganistan Savaşı’na karşı olan bir atmosferin yerleşmesi nedeniyle kullanılan »yumuşak« dildir.
Batı medyası bu »yumuşak« dili yaygınlaştırarak, savaş borazanlığını zirveye çıkartmaktadır. Örneğin Badische Zeitung, tam da Federal Şansölye Angela Merkel’in Federal Parlamento’da yaptığı »Alman askerlerinin sayısını artıracağız« açıklamasının ertesi günü »Afganistan’dan askerler geri çekilecek« manşetini atıyordu. Gerek iktidar, gerekse de SPD ve Yeşiller gibi sözde muhalafet politikacıları da son günlerindeki söylemlerinde, »Afganistan’da sonsuza kadar kalamayız« demagojisiyle gûya bir »geriye çekilme perspektifinin açıldığını« savunarak, savaşa karşı yükselen eleştirileri törpülemeye çalışıyorlar.
Londra Konferansı’nda yapılan konuşmalarda da ön plana çıkartılmaya çalışan böylesi bir retorik. Açılış konuşmasını yapan Gordon Brown, »konferans, birliklerimizin eve dönmesi için iyi bir temel hazırlayabilir« diyerek aynı söylemi kurgulamaya çalıştı. Sadece bu yıl içerisinde Afganistan’daki Batılı askerî birliklerin sayısının 100 binden 140 bine çıkartılacağının kararlaştırıldığı bir dönemde buna inanmak için fazlaca naif olmak gerekiyor.
Yaygın medya, Alman hükümetinin yaptığı »askerî araçlardan çok, sivil araçları öncelemeliyiz« açıklamasını da bu bağlamda »Afganistan’da yeni strateji« olarak propaganda etmeye çalışıyor. En fazla övülen plan ise, »ılımlı Taliban üyelerini reentegre etme planı«. Sadece Alman hükümeti bunun için oluşturulan »Reentegrasyon Fonu«na yılda 10 milyon Avro ödeyecek. Hamid Karsai de, yalancı çoban misâli, fondan yapılacak ödemelerin yolsuzluk kanallarına akmasını »engellemeye çalışacaklarını« vaad ediyor. Aslında bu fon ile, Afgan direnişinin feodal grupları arasında »satın almalar« ile ayrışma yaratılmak istendiğinin temel araç olduğunu nemenem »ılımlı Taliban« da öğrenmiş durumda.
Diğer taraftan uygulamaya sokulacağı iddia edilen »yeni stratejinin« eskisinin devamı olduğu çok açık. Savaş ve işgal başladığı günden beri NATO güçleri, çeşitli NGOları, medya temsilcilerini ve kimi uluslararası kuruluşları, »askerî tedbirleri desteklemesi gereken güçler« olarak nitelendirmekteydi. Batılı ülkelerin sivil tedbirler için ayırdığı »yardım« paraları bu koşulla veriliyordu. Nitekim FDP’li Federal İşbirliği Bakanı henüz bir kaç hafta önce yaptığı bir açıklamasında, »eğer Afganistan’daki sivil kuruluşlar, teröre karşı verilen mücadeleyi desteklemezlerse, paraları keserim« tehditini savurmuş, yayınladığı bir genelgede de, bakanlık çalışanlarının proje başvurusu yapanları bu çerçevede değerlendirmeye almalarını emretmişti.
Savaşın derinleştirilmesi, egemen politika ile yaygın medyanın işbirliği içerisinde »savaşın bitirilmesi için en kestirme yol« olarak gösterilmeye çalışılıyor. Afganlı güvenlik güçlerinin eğitimine ağırlık verilmesi, Taliban içerisinden para ve makam vaadleriyle belirli kesimleri çekmek için rüşvete başvurulması ve sivil yardımların, cephe arkasını güvence altına alma çalışmalarına yönlendirilmesi, yıllardan beri uygulanan, ama başarısız kalan denemeler. Yani savaş stratejilerinde, iç kamuoyunu rahatlatmaya yarayacak yumuşak söylemin dışında değişen bir şey yok.
Pardon, değişen bir şey daha var: eski Şansölye Gerhard Schröder’in »tarihsel adım« diye pohpohladığı 2001 Petersberg Konferansı bir buçuk hafta sürmüştü. Londra Konferansı için biçilen süre ise sadece 7 saatti. Savaşta başarı gösteremeyen dünya egemenleri, bir noktada başarılılar: kamuoyunu yanıltmak için günlere değil, bir kaç saatlik toplantılara ihtiyaçları var artık. Görece refahı olan imtiyazlı coğrafyalarda yaşayan insanların savaşa daha kararlı bir biçimde karşı çıkmamaları durumunda, yanıltma için gerekli olan süreler daha da kısalacak gibi. Ne dersiniz, yanılıyor muyum?
]]>