UFUK BERDAN | 24 – 11 – 2014 | Zombi Afrika dillerinde yaşayan ölü, yılan ilah veya tanrı olarak bilinir. Türkçe de ise zombinin anlam karşılığı en anlaşır bir kavramla ‚hortlak‘ olabilir. Lenin tarafından yüz yıl önce ‚can çekişen kapitalizm‘ olarak tarif edilen emperyalizm; bu bağlamda mecazi olarak pekala ‘yaşayan ölü’ye de benzetilebilinir. Kapitalizm koşullarında bireysel ve sosyal yaşam insani açıdan çürümüşlük içinde bir yaşamdır. Çünkü insan doğasına ve insanlığın sosyalizasyonuna ters bir ekonomi politiktir kapitalizm. Mao daha sonraları aynı emperyalizmi, yine mecazen ‚kağıttan kaplan‘ olarak da tarif etmiştir. Kağıttan kaplan, ama aynı zamanda insanlığın kanını emen dişleri kanlı bir kaplandır da demiştir aynı tarif içinde.
Fakat, emperyalizm, aslında ruhunu paranın ve mülkiyetin egemenliğine amade etmişliğin düzenidir. Bu anlamda, emperyalizm; dişleri ve elleri kanlı, saldırganlıkta sınır tanımayan, sömürmekte doymak nedir bilmeyen, talandan hiç vazgeçmeyen gerçek bir kaplandır. 21. Yüzyıldaki yansımalarıyla da görülmektedir ki, emperyalizm; dünya işçi sınıfına ve halklarına, en başta da Orta-Doğu halklarına kan kusturmaya tam gaz devam etmektedir. Ama nihayetinde, o, bütün dehşet saçan devasa gücüne rağmen, yaşayan bir ölü, yani mecazen de adeta bir ‘’zombi’’ gibidir. “Para, para, para, ille de para, para‘ diyerek zoraki yaşatılan ve saldırganlık ruhunda sınır tanımayan bir “ölü“dür o. TTİP gibi anlaşmalar ise; tam da bu can çekişen ve çürümüşlüğün sınırındaki iktisadi modelin var olmak ve kendini yeniden üretmek adına kurguladığı son egemenlik hamlelerinden sadece bir tanesidir.
Bu nedenle en yeni ve en son emperyal egemenlik projesi olarak TTİP’in ne olduğunu araştırmaya devam edelim, ona ve sosyal-siyasal yıkı(m)cı sonuçlarına karşı bilinçli ve örgütlü bir halde karşı durabilmeleri için emekçi kitleleri bilgilendirelim!
Bu yazının önceki üç makalesinde ortaya konmaya çalışıldığı gibi, Transatlantik Ticaret Ve Yatırım Ortaklığı (TTİP), ABD ve AB arasındaki yatırımları, hizmetleri, ticari ilişkileri ve kamu alımları da dahil olmak üzere bütün siyasi ve iktisadi alış-verişleri bir sistem çerçevesinde yeniden tasarlıyor. Bütün bu alanlarda “anlaşmalı-karşılıklı serbest erişim hakkının yeniden düzenlenmesi“dir. Ayrıca, genel mülkiyet hakları ve özel olarak ta son yıllarda öne çıkan bilgiye dayalı fikri mülkiyet hakları, toplumsal üretim ve burdan elde edilen değerlerin bölüşümü, çevre kuralları ve sosyal sistem alanlarında da çok yeni yasal politik düzenlemeleri de öngörüyor.
TTİP, emperyalizm koşullarında en kapsamlı ‘’bilateral küresel rekabet düzenlemesi“ olarak tarihe geçmek üzeredir, zira imzalanma aşamasındadır. Bir kaç muhalif, ilerici ve devrimci çevrenin ve sosyal ve siyasal yıkım karşıtı bazı duyarlı kesimlerin dışında, ne yazık ki, geniş toplumsal kesimlerin gündeminde bile değildir bu anlaşma ve onun olası yıkımsal sonuçları. Bütün Dünya, tabi ki, biraz da haklı olarak, Irak ve Suriye’de cereyan eden aktuel hengame, dalaş ve kapışmalar içinde ve yine köktendinci, islamo-faşist terör örgütü IŞİD’in Kobani’ye yönelik vahşi saldırganlıklarıyla meşgul iken, dünya ilerici kamuoyunun TTİP’i konuşmaya, tartışmaya ve gündemleştirmeye çok fazla fırsatı da yok gibi…
TTİP düzenlemesi KOBANE saldırganlığının gölgesinde rahatça fazla gürültü patırtı olmadan geçirilmek isteniyorsa da, zaten reel gündem olan ROJAVA devrimci atılımı ve KOBANE serhildanı bu tarz anlaşmaların temel zihniyetinde var olan sömürgecilik ilişkilerine karşı meşru ve haklı bir itirazın hatta isyanın ürünü değil midir?
Fakat, yine de bilmek gerekir ki, verili Dünya düzenine alternatif yeni bir model olarak tasarlanan Rojava gibi alternatif atılımları daha doğmadan ana rahminde boğabilecek bir düzenlemedir TTİP. Tam da Rojava gibi, ya da Hindistan’daki yeni devrimci demokratik model örgütlenmeler gibi çok daha ileri projeler asla yaşam hakkı bulmasın, büyümeden boğulsun, emperyal egemenlikler sürgit devam etsin diye tasarlanmaktadır bu anlaşma. TTİP, emperyalizm tarihinde ortaya çıkan anlaşmalardan en emperyalist, en gerici ve en şoven düzenlemeleri içerenlerden bir tanesidir. TTİP, en asalak, en paraziter, en rantiyeci, en tahakkümcü iki başat emperyalist güçlerin, yani Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Avrupa Birliği (AB) arasındaki neo-liberalist ilişkilerin vardığı doruk noktadır. Mali ve iktisadi, yapısal ve çevrimsel krizlerden en musdarip olan dünya jandarması ABD emperyalizminin – daha fazla kızışan küresel rekabet koşullarında- AB’li emperyalist devletleri kendi yörüngesinde tutma ve daha fazla bağımlı kılma projesidir de aynı zamanda.
Emperyalist devletler, sistemler ve kutupbaşları arasında ekonomik ve ticari ilişkiler çok kapsamlı bir entegrasyona örnektir aynı zamanda. Bu yatırımsal ve ticari entegrasyon, bir kaç veya tek tekelin küresel hakimiyetine doğru kaçınılmaz gidişatın vardığı en son aşamadır. Ve durdurak bilmeyen emperyalist yayılmacılığın bir sonucu olsa da, ve yine verili koşullarda çoğunluk tarafından imkansız bir ihtimal gibi görünse de, dünya işçi sınıfı ve ezilen halkların birleşik mücadele ihtimali karşısında emperyalist güçlerin arka kafalarında daima duran yapısal depresiv korkularının da bir sonucudur. Bu anlamda TTİP, esasen başat emperyal devlet olarak ABD’nin yeni bir küresel emperyalist sömürü ve talan projesidir. TTİP, aynı zamanda adına “transatlantik anlaşma“ deselerde, en güçlü egemen sermaye güçleri arasında “transatlantik rekabet“in yeniden düzenlenmesidir. Bu anlamda, söz konusu müstakbel anlaşma, tekelci kapitalist rekabetin yeni emperyal çıkar karşıtlıkları ve birlikleri üzerinden yeniden dizayn edilmesi olarak; en emperyalist kesimlerin küresel bir sözleşmesidir ve sönümlenmesi kaçınılmaz olan kapitalizmin ‘ekonomik NATO’ olarak örgütlemeye çalıştığı ‘zombi iktisat’tır.
Ekonomi-politikteki deneyimler ve gelişmeler de göstermiştirki; Emperyalizmi sadece askeri veya politik ya da ekonomik, tarihsel ve hatta kültürel yayılmacılık olarak görenlerin aksine, tekelci kapitalizm bunların hepsidir. Ve bu husustaki Leninist teoremin doğruluğu günümüzdeki böylesi çok bariz örneklerle bir kez daha tanıtlanmaktadır… TTİP’i kurgulayanlar elbette ve asla böyle karşıt görüşü tanıtlamak diye bir amaç gütmemekteler. Ne var ki, onların düşün tarzları ve toplumsal çelişkiler karşısındaki sözde çözüm kilitlenmişlikleri, Lenin’i yeniden ve yeniden haklı çıkarmaktadır.
En emperyalist kesimlerden ABD ve Avrupa Birliği, verili olan kültürel, sosyal, politik ve iktisadi küresel egemenlik koşullarında, kendileri için en makul ve en gerçekçi olana erişmek için merkez ülkelerden çeper ülkelere doğru transfer edilen ‘’azami ve ekstra kar’’ transferine çok somut bir yeniden bölüşüm düzenlemesi getirmek istemektedirler. Bu anlaşmanın imzalandığı gün o çok dillendirilen ‚küreselleşme’nin de ölüm merasimi başlayacaktır. Çünkü küresel ticaretin yüzde 61’i ve GSMH’nın yüzde 45’i bu anlaşma taraflarının denetimine girecek ve bir anlamda ‘emperyalist küreselleşme’ye karşı yeniden ‘emperyalist bölgeselleşme‘ tekrardan gündemleşecektir.
TTİP emperyalizmin en yeni hegemonya sistemi olduğu kadar yeni bir iktisadi, siyasal, sosyal ve kültürel yıkım projesidir de:
Bu anlaşma ezilen dünya halklarını, sömürülen bütün zihin ve beden emekçilerini, esaret altındaki mazlum ulusları ve erkek egemenliğinde baskı altına alınan emekçi kadınları karşısına alan yeni yıkım projesidir.
TTİP anlaşması, dünya işçi sınıfını ve en geniş emekçi kesimleri nasıl etkileyecektir? TTİP anlaşması ezilen bağımlı ulusları, baskı altındaki etnik kültürleri ve inançları nasıl etkileyecektir? TTİP anlaşmasının gençlere yansıması nasıl olacaktır? TTİP anlaşmasının kadınlara yansıması nasıl olacaktır? TTİP ulusal ve yerel ekonomileri, küçük üretimi nasıl etkileyecektir? TTİP üretimi, tüketimi ve doğayı nasıl etkileyecektir? TTİP’in burjuva demokrasileri, demokrasi ve sosyalizm mücadeleleri üzerindeki etkileri nasıl olacaktır? TTİP’e karşı ne yapılmalıdır, TTİP karşıtı eylem biçimleri nasıl olabilir?
Bütün bu sorulara cevaplar bulmalıyız!
Her şeyden önce bu anlaşma, tekelci büyük tellerin çıkarlarını esas aldığı ve halkın, anlaşmanın geçerli olacağı ülkelerdeki vatandaşların ve emekçilerin çıkarlarını gözardı ettiği içindir ki; sosyal, siyasal ve küresel yıkımcılığın ulaştığı en son versiyondur. TTİP burjuva demokrasilerini ve hukuk devleti prensibini daha fazla rafa kaldıracak bir düzenlemedir. Yabancı şirketler yatırım yaptıkları ülkelerde zararın tanzimi için devletleri mahkemeye verebilecek ve haklı görülmeleri durumunda kamusal değerler, halkın vergileri bu tekellere peşkeş çekilecek ve hiç bir ulusal mahkeme ve hiç kimse buna itiraz edemeyecektir. TTİP özelleştirmeyi sınırsızlaştıracaktır. Eğitim, sağlık, beslenme, barınma, ısınma, ulaşım, bilgiye erişim gibi hala kısmen kamusal olan sosyal devlet hizmetleri olandan daha fazla daha fazla özelleştirilecektir. Sosyal devlet anlayışı ve sistemlerinin son kalıntıları da yok olacaktır. Avrupa Birliğinde ABD ilişkileri hakim hale gelecektir. Bu alanda da tam bir ‚amerikanlaşma‘ olacaktır. Örneğin esasen belediyelerin ve devletlerin denetimindeki içme suları, sağlık ve eğitim gibi başlıca sektörlerde yakın gelecekte tam bir özelleştirme olacaktır.
Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar’ın daha fazla yaygınlaşması üzerinden beslenme kaynaklarımız hızla bozulacak, hormonlu et ve gıda piyasaları tamamen tekellerin denetimine girecek, Fracking yöntemiyle çıkarılan doğalgaz ve petrol üretimi nedeniyle içme sularımız geriye dönüşümü mümkün olmayacak tarzda daha çok kirlenecek ve doğal afetler hızla çoğalacaktır. Organik üretim, doğal üretim giderek ve tamamen ortadan kalkacaktır. TTİP sayesinde özel bilgi, özel yaşam, özel sır diye hiç bir şey kalmayacaktır. İnternet kullanıcıları sürekli ve sistemli takip edilecek, her türlü sanal davranışları toplu kayıt edilecek ve bu bilgiler piyasanın bir veri tabanı olarak insanlar istemeseler dahi daha fazla kullanılacaktır. Tüketici hakları ve doğayı koruma yasaları diye bir şey neredeyse kalmayacaktır.TTİP anlaşması imzalandığı takdirde geri dönüşü olmayan bir yola girilecektir. Çünkü zaten yıllardır var olan bütün bu sosyal ve siyasal saldırganlıklar artık uluslararası bir standart olarak daha sistemli ve yasal zorunluluk olarak uygulanacaktır. Bu anlaşma, burjuva politik arenayı da temelinden sarsacaktır. Seçilmişlerin, atanmışların, ulusal yasaların ve mahkemelerin bu düzenleme karşısında birer kukladan başka hiç bir önemi ve etkisi kalmayacaktır. Burjuva politik arenada sermaye dizginleri tamamen eline alacak ve politikacılar-politik partiler birbirinden farksız birer kukla olarak, daha bariz bir şekilde, sermayenin emrine amade olacaklardır.
Bir defa imzalandığında örneğin hiç bir Avrupa ülkesinin anlaşmadan tek başına ayrılma hakkı öngülmemektedir. Teorik ve pratik olarak geriye dönüşü olmayan ve ulusal çıkarları transnasyonal şirketlerin çıkarlarına indirgeyen bir anlaşma olarak, sosyal ve siyasal yıkımı derinleştiren, bunları uluslararası düzlemde standardize eden yeni bir egemenlik sistemi, politikaları ve uygulamaları gerçek olacaktır.
TTİP anlaşması işçi haklarını, örgütlenmelerini ve politikalarını en geri seviyelere çekecektir. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki üretim ve tüketim standartları yanında işçi hakları-sosyal hak standartlarının en geri seviyede olduğu düşünülürse ve TTİP’in esasen ABD’nin lehine düzenleneceği göz önünde bulundurulursa, Avrupa emek cephesinde gidişat hiç te parlak görünmemektedir.
Emeğin kendini yeniden üretebilmesi en geri sınırlara çekilmeye devam edecektir. Avrupa ülkelerinde işçi sınıfı ve emekçilere onlarca yıl sus payı olarak verilen imtiyazlar artık daha fazla tarihe karışacaktır. Özellikle en emperyalist ülkelerde aristokratlaşan işçi sınıfının zincirlerinden başka ‘kaybedeceği şeyler’ sıraya dizilmiştir. Neo-liberalist esnek çalışma ve üretim rejimleri, aristokratlaşan işçi sınıfının göreceli bu imtiyazları yanında, sınıfın birliği ve mücadelesini de tümden yok etmeyi amaçlamaktadır. Esnek üretim denilen çalışma modeli tamı tamına uygulamaya konulacak ücretli üretim tam anlamıyla modern köleci-en düşük ücretli taşeron üretime dönüşecektir. Emeğin kendini yeniden üretebilmesinin minimum seviyelere çekilmesi bu sayede standardize edilecektir. Sözleşmeli nispeten yüksek ücretli işçilik tali, düşük ücretli ve hakları budanmış taşeron işçilik, kiralık işçilik, yani modern kölelik ise kafa ve kol emeğini kapsayan bütün sektörel alanlarda esas olabilecektir.
Genç kuşakların eğitim hakları tamamen tekellerin ve tröstlerin çıkarlarına göre rekabet içinde ayıklanma yoluyla ellerinden alınacak ve eğitim bütünlüklü olarak bir meta haline gelecektir. Eğitilmiş olsa dahi iş garantisi olmadığı için yüksek eğitimli işsizlikte bir reel standart haline gelecektir. Bu durum ve gençliğin geleceksizliğinin sistemleştirilmesi demek olacaktır.
Kadınların eşit işe eşit ücret talepleri inkar edilecek ve daha fazla üretime çekilen kadınlar daha az ücret almaya mahkum edileceklerdir. Kadın hakları da işçi hakları gibi minimum seviyelere çekilecektir. İşçi, emekçi, göçmen, mülteci ve yardıma muhtaç kadınların sayısı çığ gibi artmaya devam edecek ama sosyal ve siyasal haklarında ciddi bir ilerleme olmayacak, tersine gerilemeler ve daha fazla hak gaspları yaşanacaktır. Kadın özel mülkiyetin, sermaye düzeninin ve erkek egemen sistemde erkeğin modern kölesi olmaya devam edecektir.
Dolayısıyla TTİP’e karşı olmak özünde emperyalizme karşı olmaktır. TTİP’i teşhir etmek sermaye egemenliğinin toplumları getirdiği yıkımcı aşamayı görünür kılmaktır. TTİP’e karşı gelmek insanın insan tarafından sömürülmesine ve bunun son biçimine karşı gelmektir.
TTİP’e karşı mücadele etmek bütün sosyal, siyasal ve toplumsal değerlerin insan ve toplum doğasına ters olan para sermayenin ilişkilerine peşkeş çekilmesine karşı mücadele etmektir. TTİP’e karşı gelmek emperyalizme, her türden gericiliğe ve insanın insan tarafından sömürülmesine, doğanın özünden saptırılmış insan tarafından dengesinin bozulmasına ve tahrip edilmesine karşı gelmektir.
ATİK-YDG ve YENİ KADIN üyeleri ve aktivistleri olarak bu ve buna benzer anlaşmalara karşı gelmek, kendimizi ve toplumu bilinçlendirmek ve örgütlü anti-emperyalist, anti-faşist ve anti-rassist mücadeleye daha fazla katmak göreviyle karşı karşıyayız. Toplumu değiştirmeye kalkışmadan önce kendimizi bilgilendirmeli ve değiştirmeliyiz. Değişimi kendimizden başlatmalıyız ki çevremizi etki altına alabilelim. Mücadele anlayışımız, biçimlerimiz ve yöntemlerimizi değişen dünya koşullarına göre yeniden tanımlayabilmeli ve değişmesi gerekenleri değiştirme cesaretini gösrerebilmeliyiz. Basma kalıp düşün, yaşam ve mücadele tarzı yerine üretken, yenilenici ve değişimci düşün, yaşam ve mücadele tarzını benimsemeliyiz. Çünkü hareket ve değişim her türden gelişimin kaçınılmaz diyalektiği ve dinamiğidir. TTİP karşıtı eylem birliklerinde yer almalı, kitleleri bilinçlendirmeli ve güç birliklerini bu alanda da geliştirmeliyiz.
]]>
UFUK BERDAN | 06 – 07 – 2014 |Bu makalenin birinci bölümünde, ABD ve AB arasında ve kapalı kapılar ardında müzakereleri yapılan, 21. yüzyılda batılı emperyalist güç merkezleri arası küresel ekonomik sömürü ve talan siyasetinin ve buna bağlı olarak “transnasyonal süper tekeller“ arası “ölümcül iktisadi savaş“ rekabetinin yeni bir boyutu olarak tasarlanan “Transnasyonal Ticaret ve Yatırım Ortaklığı hakkında bazı önbilgiler verilmişti. (TTİP, siz ingilizce kısaltmadan hareketle rahat telafuz etmek ve kavramın hafızlara yerleşmesi için “titip“ olarak okuyunuz)
Bu bölümde ise söz konusu olan anlaşmaya zemin oluşturan transnasyonal ölümcül rekabetin, yani iktisadi savaş politikalarının maddi zemini ve olası etkileri üzerine kısaca değinmek istiyorum:
ABD ve AB pazarları, küresel gayrısafi milli hasılanın (GSMH) tamı tamına yüzde 50’sini, dünya genelinde kayıt altına alınmış dış ticaretin ise en büyük payı olarak yüzde 30’unu oluşturmaktalar. Gelinen aşamada her iki taraf arasındaki gümrük tarifeleri düşe düşe ortalama yüzde 3 seviyesine gerilemiş bunlunmaktadır. Gümrük tarifelerindeki bu orantı, bu iki emperyalist güç merkezinin iktisadi ve siyasi rakipleriyle kıyaslandığında, zaten oldukça düşük bir seviyededir.
TTİP’in (titip olarak okuyunuz) ilk amacı, önce yüzde 3’e kadar gerileyen bu gümrük tarifelerini sıfırlamak, sonra da biçimsel olarak birbirinden oldukça farklı bu iki “siyasal iktisadi hegemonik sistem“i daha derinden entegre etmektir.
Bu hamle şu anlama geliyor: iktisadi entegrasyon girişimi, yıllardır sürmekte olan süper güçlü şirketler, tekeller, tröstler ve karteller arası fuzyondan sonra ekonomik sistemler arası fuzyonlara yeni bir örnek teşkil etmekte ve bunları iç içe geçirmek için ticareti kısıtlayan gümrük dışı bütün teknik ve yasal engelleri de ortadan kaldırmayı hedeflemektedir.
Bu anlaşma transnasyonal üretimi, yatırımı, ticareti ve küresel boyutlar kazanan iktisadi çevrim döngüsünü en ince detaylarına kadar yeniden düzenliyor ve eşgüdümleştiriyor. Örneğin iki tarafın otomobil sanayisinde üretilen otomobil tamponlarının kalınlığı ve ana gövdeden uzaklığına dair düzenleme farklarının ortadan kaldırılması gibi. Buna benzer binlerce yeni normativ düzenleme olacak anlaşma sonrasına.
Üretim, ticaret, yatırım, tüketim sektörleri ve sermaye, meta ve hizmetlerin dolaşımı istikametindeki geçerli standartlar ve normlardaki bütün farkların giderek ortadan kaldırılması gibi bir yönelim söz konusu.
Almanya’da üretilen Mercedes’le ABD’de üretilen Mercedesler halihazırda bu yüzden birebir aynı değil mesela ve bu ayrıcalığın maliyetleri yükselttiği, yükselen maliyetlerin kar marjlarında ve rekabette darklar yarattığı söyleniyor. Japon otomobil devi Toyota bu sayede ABD ve AB irketleri karşısında süreğen bir rekabet avantajına sahipmiş. TTİP ile tamda bu ekonomik rekabet (iktisadi savaş) avantajını aşmak ve küresel rekabette transnasyonal düzlemde birleşerek üstün gelmek istiyorlar.
İktisadi fuzyonlar artık tekeller arası değil, devletler ve ekonomik sistemler arası yapılıyor. Amaç rekabete güçlü hamle yapabilen ülkeleri özellikle de Çin’i, Rusya’yı ve kısmende Japonya’yı geride bırakmak. TTİP ile sanayi üretiminden hizmet üretimine, kamu ihalelerinden tarıma, sağlıktan eğitime, sermaye yatırımından dolaşımına ve karşılıklı yatırım konularına kadar dünyaya emsal yeni bir “iktisadi birlik ve ekonomik savaş kuralları“ manzumesi yaratmak istiyorlar.
Emperyalist kapitalizmin başat güç merkezleri kendi aralarındaki toplumsal üretimi, “transnasyonal süper tekeller“ arası küresel rekabeti, tarihte hiç olmadığı kadar yeni bir entegral fuzyona tabi tutuyorlar. Özellikle toplumsal üretimle bağlantılı olarak, hammadde ve kaynak tüketimi, meta dolaşımı ve sermaye birikimi süreçlerine yeniden dizayn vermeye çalışıyorlar.
Ancak sistem içi her sözde çözüm, özde daha fazla buhran, bunalım veya kriz yaratıyor. Egemen güçler iktisadi süreçleri birleştirdikçe, aşırı üretim, aşırı birikim ve aşırı tüketim krizleri daha fazla sarmal karakter kazanıyor. Zaten monopolist aşamada “devamlı ve süreğen“ olan küresel kapitalizmin yapısal ve çevrimsel krizleri(buhranları), gelinen aşamada krizin yeni boyutuna çok yönlülük (multiple) karekteri de eklenince sisteme içtin siayasi, sosyal, hukuksal, kültürel ve jeo-politik krizler de hızla depreşiyor.
Lenin’in nerdeyse yüz yıl önce dikkat çektiği dikkat çektiği küresel ölçekli “süper tekelleşme“ye en yeni ve en kapsamlı örneği ise TTİP temsil edecek. Büyük sermayelerin, özellikle de mali sermayenin asalak, rantiyeci, paraziter, talancı ve yıkımcı karakterine, devasa boyutlu TTİP ile, yeni bir örnek daha, tarih sahnesine çıkacak.
Bu en boyutlu “entegral sermaye fuzyonu“nu nasıl yorumlamalıyız?:
Sermayenin aritmetik büyüme kapasitesi ve hızı aynı oranda yatırıma dönüşmediği / ve hiç bir zaman da dönüşemeyeceği için; atıllaşan, atıllaştıkça da kokuşan ve can çekişen, can çekiştikçe de yıkımcılığı-saldırganlığı depreşen bir köhnemiş düzen var karşımızda.
Sistemik üretim ve birikim çelişkilerin yarattığı derin buhranlara çözüm olma adına “süper birlik“ yaratılıyor ve bunlar krizler derinleştikçe “mülksüzleştirenler“inyine kendilerincenasıl mülksüzleştirildiklerine“ dair de yeni örnekler üretiyor. Bu anlaşma sistemik krizleri, buhranları, bunalımları kuşkusuz ki daha çok tetikleyecek. Ve tüm siyasal-tarihsel çizgisi boyunca emperyalizmin çok yönlü gericiliğine dair en yeni örnek karşımıza çıkacak. Nitekim sermayenin asli olan azami ve ekstra kar dürtüsü, ki bu dürtü durdurulmadıkça, sistem var olanlardan daha büyük aşırı üretim ve aşırı birikim krizleri yaratmaktan asla kaçınamayacak. Bu sistemsel ve toplumu hızla ‚asalak’laştıran bir güdüdür.
Bu asalak, rantiyeci, talancı mali emperyalist düzeni anlamayanlar, bu düzeni yanlış yorumlayanlar, bu düzene karşı yanlış konumlananlar ve bu düzene karşı yanlış araçlarla mücadele eden bütün siyasal akımlar ve güçler, anda ilerici-devrimci olsalar bile, bir süre sonra yeniden düzen içine dönmeye ve düzenin bir düzeneği olmaya mahkumdurlar.
Bu kesimler, “yeni teorik keşifler“ bulmak adına, çapsız ve yüzeysel muhalefetleriyle, Dünya halklarına karşı tümden haksız, hukuksuz ve adaletsiz olan emperyalist düzenin temeli ve küresel kapitalizmi yeniden üretmenin temeli olan tekelleşmeyi bütünlüklü (özü ve biçimi ve nesnel etkisiyle birlikte) anlamamakta ısrar ediyorlar. Bu akımlar, sağ veya sol oportunizm ya da sağ veya sol revizyonizmden mustarip bir şekilde, sistem karşıtı “maskeli bir savaşçılık“ yapmaya devam edecekler, ama emperyalist kervan da kendi yolunda yürümeye devam edecek, ta ki yeni proleter ve/ya halkçı devrimler tarafından yolu kesilene dek.
Sınıf mücadeleleri tarihi, bir sisteme karşı mücadeleyi ideolojik, iktisadi, politik, örgütsel, kültürel, sosyolojik, psikolojik, genel ve güncel, yatay ve dikey bütün boyutlarıyla topyekün yürütemeyenlerin, bir süre sonra, özellikle devrimci barutlarını tükettikten sonra, mücadele ettikleri sistem içinde kendilerini var ettiklerine ve sistemin bir başka yeni düzeneği olarak yeniden ürettiklerine defalarca tanık olmuştur.
Sınıflar içinde en devrimci olan dünya işçi sınıfından, proleterler içinde en proleter olan sınıf bilinçli ve devrimci saflarda örgütlü üretken emekçilerin sosyal pratiğinden öğrenmeliyiz. Bilimsel sosyalistler içindeyse en devrimci ve en komunist olanların çizdikleri aydınlanmış yol ve yaptıkları gerçeğe en yakın teorik analizler ve sentezleri daha fazla özümsemeliyiz. Bu kesimlerin önerdikleri temel taktikler, devrimci ve örgütlü sosyal pratikler politik iktidar mücadelesinde pusulamız olmalıdır. TTİP’yi bu bakış açısıyla yorumlamalı ve ona karşı sınıfsal, haksal ve kitlesel politik bir tavır almalıyız.
TTİP’in uluslararası ticarete ve yatırımlara olası yansıması üzerine bir kaç söz: İster istemez küresel rekabet TTİP anlaşasının yeni kuralları üzerinde konsolide olacak. Anlaşma sonrası dünyanın şimdiye kadar gördüğü en büyük “ortak pazar“ oluşacak. Bu pazarda mal, meta, hizmet, bilgi ve sermaye dolaştırmak isteyenler de mecburen bu yeni kurallara uymak zorunda kalacak.
Örneğin tavuk eti ticareti yapmak isteyen üçüncü bir taraf eğer ABD’ye ve AB’ye tavuk satmak isterse, TTİP’in tavuk üretimine dair düzenleyici kurallarına tabi olacak. Genetiği değiştirilmiş ürünleri çok rahatlıkla bu pazarda satabilecek. Böylesine büyük bir (iç) pazarın hacmi göz önüne alındığında, söz konusu olası düzenleme dünyanın bütün tavuk üreticilerini bir şekilde etkileyecek.
Genetiği değiştirilmiş organizmalarla sağlıksız üretim, esnek çalışma koşullarının en vahşi biçimiyle emekçilere dayatılan prekarizasyon (sosyal güvencesiz çalışma rejimleri), aşırı kaynak ve enerji tüketimi, imza tarafları adına yatırım yapan şirketlerin vergilerden, hukuksal sorumluluktan ve tazminattan ve zararlardan muhafiyeti gibi düzenlemeleri de içeren bu anlaşma, ulusal pazarları en büyük küresel pazara ve bu pazardaki transnasyonal kartelleri sermayenin oligarşik düzeninin en önüne geçiriyor.
Bu anlaşmayla devletler, ordular, polis ve güvenlik güçleri, siyasi partiler, bilim insanları ve kuruluşları, kamu kuruluşları, vergi mükellefleri, halk katmanları, bedensel ve zihinsel bütün emekçiler kendine dizgin istemeyen “mega sermaye“nin emrine amade edilmek isteniyor.
Bakalım bu anlaşma tarih sahnesine neler getirecek ve neler götürecek?
İlgi duyanlar, lütfen takip ediniz, çünkü bu yazı devam edecek…
]]>
UFUK BERDAN | 04 – 06 – 2014 | Sömürücü, baskıcı, sosyal ve siyasal yıkımcı yeni bir zombi iktisat modeli daha doğuyor !
Almanya’daki demokrasi ve sosyal kurtuluş mücadelesi sürdüren göçmen emekçileri, özellikle de sınıf bilinçli göçmen emekçileri “turbo finans kapitalizmi“in bu yeni ekonomik modeli olan Transnasyonal Ticaret ve Yatırım Ortaklığı (TTYO) hakkında bilgilendirmek ihtiyacı duyuyorum.
Ancak öncelikle bir şeye dikkat çekmek gerekiyor: Hani şu çok konuşulan-yazılan “bilgi çağındayız“ tezini pekiştirmek için söylenen ‚bilgi muktedir/iktidar olmaktır‘ savı var ya, bu hipotez bir anlamda doğru olsa da, asıl önemli olan şey; saf bilginin kimin, hangi sınıfsal gücün elinde olduğudur.
Bilgi sahibi olmak güç sahibi olmaya yol açıyor belki! Fakat, aslında insanı kötü/rüm yapan durum, bilimsel bilgi sahibi olmama durumudur. Bu durum, hem bireysel hem de toplumsal anlamda aygın baygın bir duruş yaratıyor zannımca.
Egemenler, bilgiyi kontrol ettikçe, bilgiyi en ince detaylarına kadar böldükçe ve gerçek bilgiye erişmek zorlaştıkça, kendileri ve sistemleri daha da gericileşiyor. Toplumsal ve kültürel bir değer olan kollektif bilgiyi “ihtisas ve/ya uzmanlık“ adı altında tek elde topladıkça almanların dediği gibi bolca “fachidiot“lar (uzman aptallar) yaratıyorlar!
Kapitalizme endeksli bilimcilik, kendi alanında çok şey bilen ama başka bir mesleki alanda üç maymunları oynayan insanlar yarattıkça, egemen güçler bireyleri ve dolayısıyla toplumu daha da edilgenleştiriyorlar. Dinamik birey, dinamik toplum yerine korkak birey, cüretsiz toplum yaratıyorlar.
Avrupa’da büyük çoğunluğun henüz bilmediği ama politik ve reel savaşların temeli olan iktisat savaşlarını bir hayli boyutlandıran oldukça tehlikeli yeni bir gelişme var. Kısa bir süreden beri transnasyonal tekeller arası rekabetin, daha doğrusu ölümcül iktisadi savaşların yeni bir boyutu daha batı ülkelerinde burjuva siyasetin kapalı kapıları ardında müzakere ediliyor.
Geleceğimizi, hatta torunlarımızın torunlarının geleceğini hipotek altına alınacak yeni bir uluslararası ekonomik anlaşma modeli daha gizliden gizliye tezgahlanıyor! ABD, AB Ve Rusya arası politik-askeri nufuz savaşı Ukrayna kriziyle derinleşirken, başka bir arenada uzun süreli iktisadi savaş hazırlıkları da yapılıyor.
Bir çok iktisat uzmanlarının ve muhalif toplumsal organizasyonların haklı olarak ‚ekonomik NATO“ veya yeni bir uluslararası “finans diktatoryası“ diye tabir ettiği, çok boyutlu yeni bir ekonomik anlaşma, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Avrupa Birliği (AB) arasında, Temmuz 2013’ten beri gizlice sürdürülen müzakereler içinde imzaya olgunlaştırılıyor.
Halihazırda bu anlaşma kapalı kapılar ardında müzakere edilse de, kaba hatlarıyla içeriği artık bilinen ve Amerika Birleşik Devletleri ile Avrupa Birliği arasındaki bu müstakbel iktisadi evliliğin adı şöyle: Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklıgı–TTYO (İngilizce: Transatlantic Trade and Investment Partnership –TTIP, Almanca: Transatlantische Handels- und Investitionspartnerschaft –THIP)
ABD, Canada ve Meksika arasında var olan serbest yatırım ve ticaret ortaklığı NAFTA anlaşmasının daha kapsamlısı şimdi de ABD-AB arasında imzalanmak isteniyor. Bu anlaşmanın bu yıl sonunda veya en geç gelecek yılın ilk çeyreğinde imzalanabileceği tahmin ediliyor . Özellikle AB parlamentosu seçimlerinden sonra bu anlaşmanın müzakere fasılları hızla kapanacağı söyleniyor.
TTYO anlaşması, imzalandığı taktirde, sadece anlaşma tarafları ülkelerin ekonomilerini değil, bu ülkelerdeki halkların yaşam standartlarını da çok olumsuz etkileyecek. Bu ortaklığın yarattığı vurucu ekonomik iklimde, tüm dünya ülkelerini, özellikle de BRİCS (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika) ülkeleri yanında krizlerin Türkiye ekonomisini, sanayisini ve finans sektörlerini de vuracağı uyarıları uzman iktisatçılarca şimdiden yapılmaya başlandı bile. Ve buna bağlı olarak, yine bu ülkelerdeki işçi/emekçi sınıflar ve halklar üzerinde bu ortaklık depremsel sarsıntılar yaratacağı yönünde ikazlar dillendiriliyor!
TTYO anlaşmasının reel gerekçelerini şöyle sıralamak mümkün: ABD ve AB arası ticareti ve yatırım ilişkilerini canlandırmak ve dolayısıyla bu hegemonik güçler ekonomik entegrasyonun derinleştirmek için tasarlanan yeni bir ekonomik işbirliği modeli.
Böylesi bir ortaklık önerisi 1990’ların ortasında, Clinton döneminde gündeme gelmişti, ama gerçekleşemedi. H. Barrack Obama bunu 2013 Şubat’ında resmen açıklayınca yeniden tartışılmaya başlandı. Ancak 90’lardaki öngörüye nazaran iki açıdan ciddi farklılık var.
Birincisi, bugün Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika gibi Batı dışındaki ekonomilerin mali ve iktisadi krizler sürecinde tersine güç kazandıkları ve karşılıklı ilişkilerini derinleştirdikleri farklı bir dönem gerçeği söz konusu.
İkincisi de, AB’nin ekonomik ve mali durumu endişe verici ve avro birliği kamusal borç krizleriyle oldukça sarsılmış durumda. ABD’nin ise ekonomik olarak toparlanması beklenenin tersine ağır aksak gidiyor. ABD siyasal ve askeri gücünü ayakta tutabilmek, yeniden maksimal kar elde edebilmek ve dünya jandarması konumunu sürdürebilmek için yeni yatırımlara zorunlu ihtiyaç duyuyor.
Dikkat…Bu makalenin 2. bölümü de TTYO hakkında başka önemli bilgileri ve bazı siyasal yorumları içerecek!
]]>
UFUK BERDAN | 08-05-2014 | Ücretli üretken emekçilerin, yani proleteryanın birlik, mücadele ve dayanışma bayramı şanlı 1 Mayıs 128. kez yine yaşandı/yaşatıldı.Yeryüzünün binlerce meydanı, yeniden, proleter tutkunun, aşkın, kavganın ve canlı doğanın en rengi gözebatan rengi kızıla boyandı.
Günlerin bugün getirdiği baskı, zulüm ve kan politikalarına karşı sınıfsal öfkeyi haykırmak, ve yine, günlerin bugün getirdiği sınıfsal umudu dillendırmek için ve gerçek anlamda sosyal adaletçi, paylaşımcı ve özgürlükçü toplum mücadelesini yeniden kanatlandırmak uğruna zerkürenin tarihsel direniş meydanları ve sokakları bir kez daha dolduruldu.
Devrimci sosyalist önderlerimizden Rosa Luxemburg tarafından sınıf bilinçli proleteryanın “özgürleştirici düşün ve eylem manifestasyonu“ olarak adlandırılmıştı 1 Mayıs.
1 Mayıs tarihçesi ve güncesi hakkında kısa bilgiler:
1886 Kuzey Amerikadaki işçi direnişlerinin ardından, özellikle de Fransız Devrimi’nin 100. yıldönümüne denk getirilerek, 20 Temmuz 1889 tarihinde Paris’te toplanması tercih edilen 2. Sosyalist Enternasyonal Kuruluş Kongresi’nde “dünya işçi sınıfının uluslararası mücadele ve dayanışma günü“ olarak kabul edildi. Ve aradan tamı tamına tam 5 çeyrek asır geçti. 1 Mayıs, bütün yasaklara, baskılara ve inkarcı çarpıtmalara rağmen, dünya işçi sınıfı tarafından resmen veya fiilen kutlanmaktadır.
1 Mayıs; yasaklardan, baskılardan, kanlı şiddetten ve katliamlardan korkarak örgütlenseydi ve/ya sınıf bilinçli emekçilerin cesareti ve militanlığı kuşananarak kan ve can pahasına örgütledikleri sınıfsal kavganın günü olmasaydı eğer, işçi sınıfının mücadelesi ve dayanışmasının uluslararası bir sembolü olamazdı. Bu sınıfsal direniş, Avusturalya’lı işçilerin 21 Nisan 1856 tarihinde 8 sattlik işgünü için örgütledikleri grevlerinden beri, aslında 158 yıldır kesintisiz sürdürülüyor. Bu anlamlı ve onurlu direniş, Kuzey Amerikalı işçilerin aynı talepli 1886 yılındaki grevlerinden beri ise 128 yıldır sürdürülüyor. Bu sınıfsal direniş, 2. Sosyalist Enternasyonal kararından beri, 125 yıldır resmen ve fiilen sürdürülüyor. Çünkü; emekçilerin ve halkların onurlu kavgaları göstermiştir ki; toplumsal bir değer, eğer uğruna ölenler varsa ebediyen yaşayabilir ve ancak bu sayede olabilir kalıcı ve kayda değer!
1 Mayıs, Güney Yarımküre’den Kuzey Yarımküre’ye, Doğu’dan Batı’ya, Asya’dan Afrikaya, Avrupa’dan Latin Amerikaya, Uzak Doğu’dan Avrasya’ya, Antartika’dan Avusturalya’ya yüzlerce ülkede, binlerce kentte, yüzmilyonlarca emekçinin katılımıyla coşkuyla kutlandı ve tarihsel izler bıraktı. Küresel düzlemde gerçekleşen binlerce 1 Mayıs yürüyüşünde ve mitinglerinde işçiler, emekçiler ve ezilen halklar; emperyalizme, kapitalizme, rassizme, faşizme, siyasal ve kültürel gericiliğe, burjuva milliyetçiliklere karşı kendi bağımısız taleplerini dillendirdiler.
1 Mayıs kutlamalarına da yansıyan sınıf dışı yanlış fikirler ve anlayışlar üzerine:
1 Mayıs, bir çok yerde şanına, tarihine ve işçi sınıfının gerçek taleplerine yaraşır tarzda kutlanamadı. Bedensel ve zihinsel emeğini satarak var olma mücadelesi sürdüren işçiler-emekçiler, bir çok ülkede sınıf dışı burjuva ideolojilerin, siyasetlerin, bilgilerin ve ilişkilerin etkisinde kalmaya ve yolundan saptırılmaya devam ediyor.
Hatta, üzülerek diyebiliriz ki, bugün dünya işçi sınıfının büyük çoğunluğu, esasen burjuva, küçük burjuva ideoloji ve siyasetin etkisi altında olduğu için pusulasını kaybetmiştir. Bu gerici siyasetler sayesinde antagonist sınıflar arası mücadele yerine sınıflar arası “uzlaşma ve diyalog“ öne çıkarılmış ve proleteryanın önemli bir kesimi burjuva sınıflar tarafından aristokratlaştırılarak teslim alınmıştır.
Sosyalizm ve Komunizm uğruna mücadele, dünya işçi sınıfının sadece en bilinçli ve çok az bir kesiminin tercihi durumundadır. Ne yazık ki, işçiler/emekçiler içinde kök salmış revizyonist, oportunist, reformist, ulusalcı, tasfiyeci, gerici ve hatta faşist zihniyetler ve akımlar emeğin kurtuluşu mücadelesi önündeki en büyük ideolojik/siyasi ve örgütsel sınıf içi bariyerler olarak varlıklarını sürdürmeye devam ediyorlar.
Dünya işçi sınıfı, içinde olduğumuz 21. yüzyıl başlarında, proleterya diktatötlüğünü reddeden burjuva, küçük burjuva, liberal sözde sosyalistlerin ve yine bunların sınıfı baştan çıkarıcı fikirlerinin etkisi aldındadır ve devrimci sosyalistlerin bayrağı altına girmekte çok zorlanmaktadır. Çünkü aristokratlaşmış işçiler, “zincirinden başka kaybedecek bir şeyleri olmayan proleterler“ olmaktan çıkan ve bilinçli ya da bilinçsiz sınıfa kimliğine ihanet ettikçe varlıklarını çoğaltan kesimlerdir.
Ne var ki 21. yüzyılın neoliberal dönüşümün yartattığı esnek üretim ve uluslararası yeni iş bölümü orta tabakalarıda yeniden fakirleştirmekte ve yığınlar halinde proleter saflara ietmektedir. Dünya metropollerindeki biriken ve patlayan kızgın öfkenin içinde yeniden proleterleşen bu küçük burjuva ve ara katmanlarda sıkışan bu kesimlerin de öfkesi vardır. Dünyanın tarihsel ve güncel direniş meydanlarındaki direnişler aynı zamanda bu yeniden proleterleşenlerin de direnişi olarak büyüyen yeni bir emek isyanı şeklinde okunmalıdır.
Dünya işçi sınıfı burjuva sınıflara karşı sürdürdüğü özgürlük mücadelesinde, kendi içine sirayet etmiş bilimum oportunist, revizyonist, tasfiyeci, gerici ve faşizan yıkıcı engellerden kurtuldukça, gerçek anlamda kendisi için bir sınıf olabilecek ve ancak bu sayede yrataılacak kalıcı değerler üzerinden yeniden zaferler kazanabilecektir. Dolayısıyla, ücretli üretken emekçilere, işçi sınıfına, proleteryaya ait olmayan bütün zararlı fikirlerden, yanlış düşüncelerden, ters yönlü hareket tarzlarından ve kirli bilgilerden kurtulmak her devrimci işçinin ve sınıf bilincine erişmek isteyen onurlu emekçinin ertelenemez bir görevidir. Bunun için sürekli okumak, araştırmak, incelemek, bütün bilgilerimizi bilimsel şüphecilikle sorgulamak, bildiklerimizi pratikte sınamak ve işçi sınıfının ideolojisi, siyaseti, kültürü ve yaşam tarzıyla sürekli donanarak kendimizi sürekli yenilemek göreviyle karşı karşıyayız.
Dünya işçi sınıfının ve emekçilerinin daha fazla iş, ücret, ekmek, sağlık, eşitlik, adalet ve özgürlük talep eden hür haykırışlarına yeniden tanıklık ettik. Sınıf bilinçli enternasyonal proletarya, var olduğu her odakta, 1 Mayıs meydan mücadelesinde bir kez daha coşkusunu ve cesaretini yansıttı.
Bir kez daha gördük ki; proletaryanın var olduğu, ücretli üretken emeğin zincire vurulduğu ve ‚dizginsiz‘ sömürüye, ‚fütursuz‘ baskıya maruz kaldığı her yerde, 1 Mayıs, yaşamaya ve yaşatılmaya devam edecek. Çünkü; ilk örneğinden beri, her 1 Mayıs kutlaması, özgür emeğin devinimsel, düşünsel ve eylemsel devrimci bir momentum yaratma girişimi olarak varlığını sürdürebiliyor. Ve inatla “vardım, varım, var olacağım“ diyen sınıf bilinçli poletaryanın bütün verili şartlara isyanı olarak, “özgür gelenekten özgür geleceğe üretken emeğin mayıs direnişi“ şeklinde tarih içinde engel tanımadan akmaya devam ediyor. Dolayısıyla, her 1 Mayıs, güç biriktiren, fırsat kollayan ve devrimci harekete duran en bilinçli, en aydın, en onurlu ve en devrimci proleter emekçilerin direniş, başkaldırı ve isyan günüdür.
Enternasyonal proletaryanın mücadele tarihinde kök salmış en devrimci ve en özgürleştirici düşün ve eylem günü olan, şanlı 1 Mayıs’ta; Türkiye proleteryası da “inadına isyan, inadına Taksim, Yaşasın Demokratik Devrim‘ dercesine kavgasını sürdürdü. Diğer mücadele gündemlerinde olduğu gibi; bu 1 Mayıs’ta da sosyal kurtuluş mücadelesinin öznesi emekçi halk, adresi meydanlara çıkan her sokak, öncüsü ise sınıf bilinçli proleterya adına kavgaya duranlar oldu.
Emekçi kitleler içinde sabır ve sebatla çalışarak insanların beyinleri, vijdanları, yürekleri, yumrukları ve sokakları zaptedenler iktidarı da zaptedebilirler!
İktidarları zapteden sınıf bilinçli emekçiler, onu her koşulda yeniden var etmek ve üretmek için değil, aksine bütün emekçilerin ve halkın lehine değiştirmek ve nihayetinde iktidarı gereksizleştirmek için mücadele etmektedirler. İktidar mücadelesi veren hiç bir güç proletarya kadar iktidar düşmanı değildir, olmadı ve olamaz. Halk iktidarı, proleter sosyalist iktidar ve yüce komunizmde ki toplumsal egemenlik mücadelesi, bugünden yarına iktidar aygıtlarını demokratikleştirme ve sonuçta iktidarsız bir toplum yaratma mücadelesidir. İktidarlar demokratikleşebilir mi? Evet demokratikleşebilir, tek koşulu üretken emekçilerin, halk kitlelerinin ve herkesin dolaylı veya dolaysız toplumsal ve politik katılımcılığını sürekli yükseltmektir.
Kitlelerin katılımcılığını yükseltmek; işçilerin, emekçilerin ve halkın söz, karar ve yetki süreçlerine iştirak etmelerini hukuki düzenlemeler, süreğen eğitim ve toplumsal pratik yoluyla gerçekleştirmektir. İktidarlar, ademi ve merkeziyetçi inisiyatifleri hakkı olanlara paylaştırdıkça demokratikleşir, tek elde topladıkça da anti-demokratikleşirler. Demokratik, inisiyatifleri tabana ve yerele doğru paylaştırıcı, özgürlükçü iktidarlar gelişebilir oldukları için üretkendir ve kendini sürekli yenileyebilir oldukları için ilericidir. Despotik, doğmatik, anti-demokratik, baskıcı ve ben merkezci iktidarlar ise; donuk, katı ve kendini yenileyemez bir muhtevaya sahip oldukları için gericidir.
Proleterya diktatörlüğü, emekçiler adına, tarihin ortaya çıkardığı, en katılımcı bir sistem olarak prolerter demokrasidir. Proletarya diktatörlüğü üreten güçlerden yana toplumsal egemenliği sağlamanın sadece bir aracıdır ve nihai amaç değildir. Proleter demokrasi, emeğin burjuva sınıflar ve ideolojik, kültürel, siyasal kalıntıları üzerinde diktatoryası olduğu kadar, işçiler, emekçiler ve üreten bütün kesimler için de bir özgürlük rejimidir. Dolayısıyla proleterya diktatörlüğü eşittir proleter demokrasidir. Böyle algılanmayan ve kurgulanmayan bir diktatörlük her şey olur ama işçi sınıfının ve bütün üretici güçlerin egemenliğini örgütleyen ve sönümlenici karakterli bir rejim olamaz.
Çünkü; sınıf bilinçli emekçilerin ütopyası olarak komunizm, aslında iktidarların zorunluluk olmaktan çıkarıldığı, onun kalıcı eşitlik üzerine yeniden kurgulandığı, gönüllü paylaşımcılıktan beslenen üretken ve gelişken bir sisteme dönüştürüldüğü, yepyeni bir toplumsal modeldir. 1 Mayıs mücadelesi ise, özünde en demokratik, paylaşımcı, yenilikçi, özgürlükçü ve kendini sönümlendirebilen böylesi iktidarlar uğruna mücadeledir.
1 Mayıs;
Tarihsel, nesnel ve güncel verileri içinde anlamak ve anlamlandırmak görevi, her devrimci işçinin asli görevlerinden sadece bir tanesidir. Emeğin genel mücadelesi ve 1 Mayıs’ın özgün tarihinden sürekli öğrenmeliyiz. Bu günün önemini verili toplumsal gerçekler içinde somut ve olgusal boyutlarıyla da anlamaya çalışmalıyız. Ve yine sınıfsal/toplumsal mücadele içinde, 1 Mayıs mücadelesini özellikle sürekli ve yeniden anlamlandırmalıyız. Özellikle 1 Mayıslarda emeğin üretkenliğini daha çok göstermeli, yenilikler yaratmaya daha çok gayret etmeliyiz. Emeğin kurtuluşunu, özgürlüğünü ve nihai toplumsal barışı isteyen her devrimci birey, 1 Mayıs’ın tarihine büyük bir merakla ilgi duymalı ve günceline/anına katılımcı olmak için üstün çaba sarfetmelidir.
Çünkü;
Dünya proleteryasının önder kadın komunistlerinden Rosa Luxemburg‚un tanımladığı gibi; İşçi sınıfının 1 Mayıs kalkışması “özgürleştiri düşünce“dir ve emeğin kurtuluşunu doğrultusunda deklare edilmiş ‚özgür emek manifestasyonu‚dur.
Dolayısıyla her 1 Mayıs; işçi sınıfının ve emekçilerin toplumsal, düşünsel, eylemsel mücadelenin yol ve yöntemleri üzerinde, gelenekten geleceğe doğru, güçlerini birleştirerek ve hacına kan ve can katarak hep birlikte kurguladıkları bir tür sınıfsal özgürlük köprüsüdür.
1 Mayıs direnişleri, feri azalan ama hiç sönmeyen sınıf mücadelesi ateşi içinde, bütün ülkelerde inişli-çıkışlı, keskin-sakin, özgür-yasaklı, radikal-liberal formatlarda gelgitler yaşayarak sürdürüldü.
1 Mayıs mücadelesi, elbette sınıf içine sirayet etmiş direniş-biat, isyan-uzlaşma, sınıfsal savaş-sınıfsal barış, mücadele-diyalog gibi birbirine taban tabana karşıt siyasal kamplardan da etkilendi. Revizyonizm, oportunizm, reformizm, bürokratizm, sağ ve sol radikalizm, sendikalizm, ekonomizm gibi başlıca tasfiyeci ideolojik akımların, gizli ya da açık biçimde burvuvaziyle kol kola giren uzlaşmacı-sosyal diyalogcu çizgilerin etkisi işçi ve emekçilerin 1 Mayıs mücadelesine sürekli yansıdı ve yansımaya devat etmektedir.
1 Mayıslarda sokaklara çıkmak, meydanları doldurmak artık bir çok işçi-emekçiye tekrardan ibaret sözler ve talepler uğruna sıraya dizilmek veya sembolik bir bayram günü gibi gelse de; toplumsal ilişkilerin görüngülerindeki aldatıcı yansımalara takılan, bu ilişkilerin görünmeyen özündeki antagonist-uzlaşmaz çelişkileri göremeyenler için sınıf mücadelesi bir anlam ifade etmez. Fakat yine de söyleyebiliriz ki; özgür emeğin bu onurlu direnişi, sınıf mücadelesinin bütün süreçlerini, momentlerini ve gündemlerini özgürlük tutkusundan hiç bir şey kaybetmeden yansıttı. 1 Mayıs sınıf mücadelesinin daima ortasında yaşatıldı, yaşatılacak, ta ki yer yüzü toplumsal kurtuluşun yüzü oluncaya dek!
Avrupa’da yaşayan sınıf bilinçli göçmen emekçiler ve devrimciler olarak;
Türkiye’deki 1 Mayıs mücadelesinin ve işçi sınıfının meşru talepleri ve gündemleri hakkında Avrupa Kamuoyunu ve emekçilerini bilgilendirmeliyiz. Dünyanın bütün ülkelerindeki emekçileri ve bunların ortak mücadeleleri arasında daha çok sınıfsal mücadele köprüleri kurmalıyız. Avrupa’da yerli ve göçmenler emekçiler arasında sınıf dayanışmasını ve enternasyonalizm bilincini 1 mayıslarda daha çok yükseltmeliyiz.
1 Mayıslarda işçi ve emekçilerin ekonomik, demokratik mücadelesini emperyalist kapitalizme, faşizme, rassizme ve her türden burjuva ya da feodal gericiliğe karşı toplumsal politik mücadeleyle bütünleştirmeliyiz.
Yaşasın şanlı ve kızıl 1 Mayıs!
Yaşasın proleterya enternasyonalizmi!
Yaşasın bütün ücretli üretken emekçilerin özgürlük tutkusu!
Almanya’dan 1 Mayıs notları: Almanya’da Alman Sendikalar Birliği (DGB) açıklamasına göre bu sendikanın 493 kentte düzenlediği 1 Mayıs yürüyüşlerine 403.000 insan katılmış. En kalabalık DGB yürüyüşleri ve mitingleri Berlin’de (10.000), Bremen’de (7.000) Hamburg’da (5.000) Nürnberg’de (6.000) Frankfurt’ta (4.000) kişilik katılımlarla gerçekleşmiş. 1 Mayıs önesindeki akşam Berlin’deki MyFest etkinliğine 40.000 ve 1 Mayıs akşamı gerçekleşen devrimci 1 Mayıs yürüyüşüne 20.000 insan katılmış. Bütün resmi yürüyüşlere olan katılımcıları ve bağımsız-alternatif etkinlik ve eylemlerdeki iştirakleri de katarsak; Almanya’da 5 Yüzbin üzerinde emekçi insan 1 Mayıs yürürüşlerinde ve etkinliklerinde yer almış bulunuyor. Uluslararası iktisadi, mali ve siyasi krizlerin sarsıcı/yıkıcı etkilerinin en az hissedildiği veya ’nedenleri ve sonuçlarıyla kriz farkındalığı’nın en geri olduğu, işçiler/emekçiler içindeki ‚politik zehir‘ olan refah şövenizminin en güçlü olduğu Avrupa ülkesi Almanya’da bu katılım objektif durumla birlikte değerlendirildiğinde elbette küçümsenemez.
]]>
UFUK BERDAN | 11 – 06 – 2011 | Çeşitli milliyetlerden ve inançlardan Türkiye halkı 12 Haziran 2011 günü yeni bir ‘seçim oyunu’ daha yaşayacak. Halk ve emekçiler yığınlar kendi yarattıkları kolektif değerleri sömürme, talan etme ve bastırmada kimin en yetkili kılınacağına bir kez daha karar verecekler.
21. Yüzyılda dahi halen burjuvalaşamış Türk burjuvazisi, askeri ve devlet bürokrasisi yeni bir 12 Haziran’daki demokrasi oyunu ile bir kez daha göz boyamak ve tüm dünyayı kandırmak peşinde.
‘Türk-İslam’ sentezli egemen faşist ideoloji, AKP tahakkümlü politik iktidarlar sayesinde bütünlüklü bir devlet ideolojisi olarak uygulanır olduğundan beri, çok şey değişti Türkiye coğrafyasında. T.C. devleti, kendini yeniden yapıladırma sürecinde, son yıllarda epeyce yol aldı. Ezme, bastırma, sömürme ve talan etme politikaları söz konusu olduğunda, verili sistem, AKP iktidarları sayasinde, egemen sınıflar lehine daha randımanlı işler oldu. Ancak, ‘demokrasi yukardan aşağı inşa edilir’ tarzındaki anti-demokratik, gelenekçi, devletçi zihniyet hiç mi hiç değişmedi.
TC devleti içindeki hakim sınıfların ‘demokrasi gerekliyse ve gelecekse de yukardan aşağı gelmeli’ tarzındaki geleneksel saplantıları, zaten, daha yola çıkmadan arabayı çamura saplamaya benziyor. Sözde en ileri batılı burjuva demokrasileri dahi devlet ve birey arasındaki ilişkide ‘halka ve dolayısıyla bireye hak ve ödev, devlete ve idari organlara ise sorumluluk ve görev yüklerken, bizdeki demokrasi zihniyeti faşizmden devralının biçimleriyle hep himayeci, vesaiyetçi, gelenekçi, merkezci ve devletçi olmuşlardır.
Başlangıcından beri batılı güçler tarafından halkı kandırmak için ‘oyun’ olarak tasarlanan parlamenter demokrasinin seçim süreçleri de tam bir aldatmaca ve kandırmacadan ibatettir. AKP’de geçen seneki ‘12 Eylül Referandumu’ndan beri etkili aldatmaca, kandırmaca oyunu yanında kendisine karşı olan herkesi hilekarca bastırmacayı da ekleyerek, 12 Haziran seçimlerinden de galip çıkmayı hedeflemektedir.. 10 Haziran’a kadarki seçim sürecinde cereyan eden olay ve olgulara ve halkın etki/tepkisine bakıldığında görülecektir ki , AKP bu oyunda çok ama çok başarılıdır.
AKP yeniden ‘sivil demokratik anayasa, ileri demokrasi, kalkınma’ vaadleriyle pasif halkın çoğunluğunu yine arkasına almayı ve tek başına iktidara gelebilmeyi becermiş gibi gözüküyor. Gerçekten demokrasi isteyen ve getirebilecek olan halkın aktif çoğunluğu ise halihazırda yeterli düzeyde birleşik güç halinde örgütlenemediği için süreç AKP’nin ve demokrasi düşmanı egemenlerin lehine işliyor. Büyük bir ihtimalle, AKP, yeniden tek başına iktidarda olma zafer sarhoşluğuna, halkımızın pasif çoğunluğunun aldanmışlığı ve aktif çoğunluğun bölünmüşlüğü sayesinde nail olacak.
3. AKP dönem iktidarı önceki dönemleri aratacak tarzda ve gövde gösterisi yaparcasına hırçın, sert, saldırgan bir yönetim şeklinde cereyan edeceğe benziyor. Şimdiden çeşitli senaryolar dillendiriliyor bile. Halkın demokratik anayasa talebini bütünlüklü boşa çıkarmak için faşist zihniyetli AKP’nin sivil kılıklı anayasası çıkarılacak. Faşist zihniyetli -asker kılıklı 82 Cunta Anayasası yerine, faşist zihniyetli-sivil kılıklı AKP Anayasası gelecek. Bu oyundan umut besleyenlere sormak gerekir? Temelde ne değişecek? Hiç bir şey.
Halkın sürece müdahil olmadığı, binbir manevralar ile dıştalandığı ve sürecin aşağıdan yukarı değilde yukardan aşağı aşağıya doğru tek yanlı işletildiği bir anayasa oluşturma süreci, olsa olsa, iç ve dış mihraklı sermaye güçlerinin genel ve güncel çıkarlarını yansıtır şekilde tasarlanabilir. Halkın talep ve istemlerini kendi hamlelerine güç ve hız kazandırmak için bir vesile olarak kullanmayı çok iyi beceren egemenler bu oyunda da büyük avantaj ve averajlarla karşılaşma sahasına çıkıyorlar.
12 Eylül Referandumu aldatmacasında olduğu gibi; bir kez daha ‘değiştik, demokratlaştık’ teraneleri eşliğinde, ‘türk-islam’ sentezli faşist ‘status quo’nun çürüyen çivilerini, ‘12 Eylül Haziran’ seçimi oyunuyla, yeniden pekiştirme girişimiyle yüzyüzeyiz. Bu oyunun senaryosunun ‘çözülen eski düzeni, yıkılışını önlemek amaçlı, yeni biçimler altında muhafaza etmek’ üzerine kurulduğu, 12 Haziran 2011 ertesi süreçlerde çok daha iyi anlaşılacaktır…
AKP özgürlük, eşitlik, sosyal adalet, siyasal bağımsızlık isteyen Kürtleri, Alevileri, Gayr-ı Müslümleri, İşçileri, Memurları, Köylüleri, Gençleri ve Aydınları kısaca bütün muhalif kesimleri sindirerek, bastırarak, aldatma üzerinden yol alıyor ve bu sayede pasif halk çoğunluğunu da sağlayarak (yeşil) sermayeden aldığı asıl güçle iktidarını günden güne pekiştiriyor.
Fakat yinede politik arenada her zaman pusulasını şaşıran, subjektifizmden beslenmeyi alışkanlık haline getiren ve oportunizmden medet ummayı ilke edinen, gerçekleri görmemekte ısrarcı olan ve bu seçim aldatmacasından olmadık şeyler bekleyen ‘devrimci-solcular’ımızın bakar-körlüğü hiçte anlaşılır değildir. AKP’nin ‘ileri demokrasi ve sivil anayasa’ aldatmacaları artık liberal aydınları bile kandıramıyor ve onlarda iktidara yüzünü utangaççada olsa çeviriyor iken, bu kesimler bu oyunu bozmak için ataklar geliştirmekte ve güç biriktirmekte oldukça beceriksiz davranabiliyorlar. Devrimcilerin seçim süreçlerinin dışında da meydanlarda, sokaklarda, fabrikalarda, tarlalarda, okullarda devrimci eylem ve güç birlikleri oluşturmak ve bütün diğer güçleri peşinde sürükleyebilmek dışında fazla bir seçeneklerinin kalmadığını göremiyorlar.
AKP iktidarlı sivil faşizmin sistemin eski kanlı çehresini yeni maskeler ve makyajla gizlemek suretiyle tüm dünyayı aldattığını 13 Haziran sonrasında bir çok kesim sadece yanılgıları sayesinde anlayacaklar. Değişim, ilerleme,demokratikleşme, geçmişin suçlarıyla hesaplaşma göz boyamalarla olamaz, bilakis ‘geçmişteki bütün haksızlıkların ve özellikle suçların nedenleri bütünlüklü ortadan kalktığında mümkün olabilir. Geçmişin yanlış, hata ve suçlarıyla erçek ve adil bir hesaplaşma ancak o zaman olabilir. Bu bir aldatmaca olmaz yeni bir toplumsal başlangıç için start anı olabilir. Bunun böyle olmak zorunda olacağı, aksinin bir apnsuman müdahale, bir yanıltmaca olacağı toplumsal diyalektiğin akışınca bir kez daha ispatlanacaktır!
Bir kez daha ileri demokrasinin, nitelikli anayasanın, toplumsal barışın, sosyal adaletin ve kalıcı huzurun bahşederek değil, halkın tüm ilerici güçlerini birleştirerek ve hakları tırnak tırnak kazırcasına elde ederek kazanılacağını ve sadece böyle olursa kalıcı olabileceğini içselleştirmemiz gerekiyor.
12 Haziran AKP’nin 3. Saldırı dalgasının başlangıcı olacağı için bütün devrimci-demokratif muhalif güçlere daha fazla sabır, sebat ve cüret diliyorum…
Demokratik, eşit ve özgür (bir) gelecek yolunda, hesap sorma UMUD’umuzu asla yitirmemeliyiz. Çünkü biliyoruz ki, ‘’UMUT’un harika iki kızı var. Birinin adı var olan şeylere karşı ÖFKE, diğerinin adı bu şeyleri değiştirme CESARET’idir.’’ Umudumuzu, sınıfsal öfkemizi ve cesaretemizi ne olursa olsun yitirmeyelim. Çünkü nihai zafer, toplumsal barış ve adalet, eninde sonunda davası haklı ve meşru olan çeşitli milliyetlerden halkımızın tarafında olacaktır!
10 Haziran 2011
]]>
UFUK BERDAN | 14 – 03 – 2011 | ‘Bilişim ve enfermasyon çağı’nda modern bir isyanın kıvılcım, domino, çığ etkisi, ve farklı bir analizi…
Her şey bir seyyar manav tezganının polislerce tahrip ve gaspedilmesiyle başladı. Gaspedilen tezgahın sahibi Tunuslu genç Muhammed Buazizi kendine yapılan haksızlık nedeniyle işsiz kalmasını protesto etmek için 17 Aralık 2011’de bedenini alev alev tutuşturmuştu. Daha 26 yaşındayken, yaşamına son veren Tunuslu genç, belki de farkında bile olmadan, çaktığı bir kıvılcımla halkın isyan ateşine fitil oldu. Gelinen aşamada, tüm bölgeye yayılan isyan ateşli bu hareket, tıpkı bir kıvılcım, bir alev ve bir domino gibi bir etki gücü gösteriyor. Bana göre de bu hareket henüz gerçek bir toplumsal devrim olma durumuna erişememiştir. Yine de öğrenilecek o kadar zengin deneyimler vardır ki paha biçilemez. Öğrenmek isteyen öğrenmesini bilir. Ama pekaka bir generasyon devrimidir bu isyansal hareket. Genç Arap generasyonun isyanı kuşanan tarihin akışını değiştiren fikirsel bir devrimidir.
Muhammed Buazizi, sen ne de ‘aziz’ bir gençmişsin ki, ortaya koyduğun dehşet ve bir o kadar da mütevazi tepki, şimdi her tarafa, haksızlıklara karşı halkın meşru isyanı bir çığ gibi büyüyor.
Doğu Asya’dan Kuzey Afrika’ya, Orta-Doğu’dan Güney Afrika’ya, Arap Yarımadası’ndan Doğu Akdeniz sahillerine kadar uzanan geniş bir bölgede, halkın isyan ateşi, egemenlerin saraylarını bir bir tutuşuyor. Üstelik, bu isyan ateşinden yayılan alevler dünyanın her tarafını siyasi olarak ısıtmakla kalmıyor ve bölgesel direniş küresel düzlemde de büyük bir sempati kazanıyor. Diğer taraftan görülüyor ki, emperyalist egemen güçler de, bir şekilde sürece müdahil olma ve yeni oluşacak rejimler içinde kendileri lehlerine aslan payını kapma derdindeler. Bu nedenle söylenebilinirki, halen gelişmekte olan ve hareketin nereye evrileceği çok belli olmayan bir sürecin içindeyiz. Batı kuklası gerici egemenliklerin şayet çöküşleri engellenemiyorsa, çeşitli biçimlerde eskilerin tasfiye ve yenilerin tesis edilmesi ekseninde her gün yeni gelişmeler oluyor. Petrol ve çöl coğrafyasında Arap gençliği ‘baskıya karşı direniş, esarete karşı cesaret ve nisyana karşı isyan’ bilincini kuşandığından beri hiç bir şey eskisi gibi kalamıyor. Bu direniş bölgedeki bütün gerici, baskıcı, despotik, aristokratik, otokratik ve faşist egemenlik ilişkilerini ve aygıtlatını bir tsunami gibi önüne katıp sürüklüyor. Halk kitlelerinin sosyal refah, siyasal adalet, eşitlik, demokrasi ve özgürlük talepleriyle geliştirdikleri isyan ve süren direniş her tarafa dalga dalga yayılıyor.
İsyan, direniş ve dayanışma’nın bir sarmal misali buluşmasıyla, ulusal ve sosyal kurtuluş mücadeleleri, dünya çapında yeniden güçlü bir anlam ve görsellik kazanıyor. Evet, Arap-Bedevi halklar özgür gelecek yolunda umudu meydan meydan büyütüyorlar. Halk, Zeynel Abidin’i devrirerek, bir despotu tahtından indirdi. Halk, emperyalizmin bölgedeki en büyük müttefiki faşist Mübarek’i düşürerek, kendi bağımsız tarihini yazdı. Halkın militan direnişi, Avrupa emperyalizminin uşağı faşist diktatör Kaddafi rejimini de temellerinden sarsıyor bugünlerde. Bu direniş, geleceğe dönük eşitlikçi, paylaşımcı ve özgürlükçü projeksiyonlar sunma ısrarından vazgeçmeyen ilerici ve sosyalist dünyanın da yolunu aydınlatıyor. Bu halk hareketi, siyasal algılamalarımızı, farkındalıklarımızı ve devrimci ideolojik-fikirsel cephaneliklerimizi hem yeniden sorgulatıyor ve hem de müthiş güçlendiriyor! Bu hareketi olduğundan farklı göstermek ve abartılı değerlendirmek gibi, hareketin halkın demokratik taleplerinden fışkıran özdeki etki gücünü küçümsemekte oldukça yanlış bir siyasal eğilimlerdir.
Egemenlerin halkın taleplerini, bağımısz iradesini, yönelimini saptırmak için bin bir yola ve metotlara başvurmaları veya bunda kısmende başarılı olmaları bu gerçeği asla karartamaz. Çünkü, aynı zamanda, öncüsüz ve önderliksiz olduğu halde, isyana duran ve dişediş direnen bir halk gerçeği var karşımızda. Bu halk isyanları, en kötü ihtimalde tamamen yenilse bile, bu geleneğin ardılları ‘yenildiler…ama döğüşerek ve direnerek yenildiler’ diyebilecekler. Bu çok önemli ve üstünden atlanamaz bir detaydır. Diğer önemli bir nokta şudur: ‘Demokrasi, sosyal adalet ve özgürlük Arap dünyası ile bağdaşmaz’ türünden yarı-ırkçı savlar yaşamın dolaysız sosyal pratiğine çarparak ve tarumar oldular. Halkın kendisi için ve dolaysız bir biçimde eyleme geçmesiyle kendiliğinden oluşan gevşek-birleşik güçler dahi pekala ciddi siyasal depremler yaratabiliyor. Hareket bütünlüklü bir sosyal-siyasal devrimden çok halkçı bir devinim, kitlesel güce erişmiş radikal bir reform hareketi niteliğinde gelişiyor! Devrimle benzerlikler taşıyan görüngüler olsa da, gerçek bir devrimci durum ortda yok. Üstelik bu devrimin yıkıcı ve yeniden yapılandırıcı hamleleri de henüz somut olarak ortada yok. Ayrıca, verili dünya koşulları ve bu coğrafya özgülü göz önüne alındığında, bu alanda kapsamlı bir devrim, bir alt-üst oluş projesi beklemek pek gerçekçi de değil. Ne varki, Arap gençliğinin fitillediği bu modern isyan, kısmi benzerlikleri nedeniyle, Avrupa tarihindeki geçmiş yüzyıllarda yaşanan ‘yeniden doğuş’ veya ‘aydınlanma’ sürecini çağrıştırıyor. Arap-Müslüman toplumlar bu isyan neticesinde sekülerizm (dünyacılık, din ve devletin ayrışması) yolunda çok ciddi ivme kazanacaktır. Bu durum dahi umut vericidir. Bu koşullar altında, bu devinim herkesi çok ciddi etkilese de, yaşananlar ne 1789-Paris Komünü’ deneyimine, 1917-Bolşevik Devrimi’ne, ne de 20. Yüzy! ıl boyu nca süren ulusal ve sosyal kurtuluş devrimlerine benzemektedir. Onlarla kıyaslanamayacak kadar farklı bir hareketlenmedir çünkü Arap camiasında olanlar. Ancak, bilinirki, toplumun kendi içinde ileri doğru her tarihsel atılımı çok önemli ve asla küçümsenemez bir devinimidir. Hem Müslüman-Arap Dünyası ve hem de Batı Dünyası içinde veya bunlar arası politik-ekonomik ilişkilerde, artık, eskiden olduğu gibi, tekrar ve tekerrür ne mümkündür ve ne de geçerli olabilir.
Hareketin özellikleri ve birliğin gücü?
Esarete ve ezilmişliğe karşı toplumsal bir tepki olarak gelişen Arap halk hareketinin bu yeni isyan deneyimi ırkçı, milliyetçi, irticacı siyasal akımların ve ayrıca benmerkezci, belirlemeci, yetinmeci, dar deneyci ve dar pratikçi, kitle kuyrukçusu bütün küçük burjuva düşünüş tarzlarının ideolojik ve politik etkilerini de bir bir parçalayarak ilerliyor. Özellikle genç kadın, genç emekçi, genç aydın ve öğrencilerin kendilerine özgü sosyal-siyasal talep ve tepkilerini kısa sürede örgütlemesiyle politik insiyatifi ele geçiren bu hareket, tek bir merkezden, bir örgütlenmeden veya tek bir inisiyatiften gelişmiyor. Zentral olmaktan çok dezentral odaklardan başlayarak ve yayılarak gelişiyor. Yukardan aşağıya değil, aşağıdan yukarıya doğru güç kazanıyor. Dipten gelen bir dalganın yüzeye vurması gibi derinden geliyor. Tek bir yöntemden değil, bir çok yöntemden yararlanarak etkinleşiyor. Hareketin kazandığı sempati gücü, meşru taleplerinin yanında, bilişim ve iletişim teknolojisinden de çok ciddi biçimde faydalanmayı becerdiği içindir. İş, emek, sosyal-siyasal adalet, demokrasi ve özgürlük taleplerini birleştirerek ilerliyor halk. En alt ve orta tabakaların gevşek bir güç birliği şeklinde olsa bile, bu birliktelik ciddi bir toplumsal ve uluslararası etkinlik kazanıyor.
Ağırlıklı olarak Müslüman-Arap’ların yaşadığı, bu ‘isyan coğrafyası’nda, mazlum halkların genç direnişçilerinin fitillediği, bu yeni tipteki isyan ve direniş paradigması, farklı bir başkaldırı örneğidir. Kültürler ve uygarlıklar beşiği ve birbirine kadim bu gözde coğrafyalarda batılı emperyalizmin ve siyonizmin açıktan ve dolaylı-gizli desteğiyle onlarca yıldır hüküm süren feodal, despotik, otokritik, faşist diktatörlükler gelinen aşamada bir bir sarsılıyor ve yıkılıyor. Özellikle Tunus, Mısır ve Libya halkları yeni bir isyan dalgasının itici ve öncü gücü durumundalar. Halk için demokrasi mücadelesi sokak sokak, meydan meydan, barikat barikat, yürek yürek yürütülüyor ve önemli kazanımlar elde adildi/ediliyor. Halka yaslanmayı, ondan beslenmeyi, ona güvenmeyi, onun refahını gözetmeyi, onun en geniş politik katılımcılığını sürekli teşvik etmeyi unutanlar yaptıklarının faturasını ağır ödeyecekler ve ödüyorlar. Halklar çektikleri nice acıların ve cefaların karşılığınde modern firavunlara bedel ödetiyor. Bir zamanlar batı dünyasının büyük ve güçlü kukla müttefiki faşist Saddam, Zeynel Abidin, Mübarek, Kaddafi merkezli rejimlerinin akıbetinde görüldüğü gibi, despotik, otokratik, bonapartist, faşist egemenliklerin sonu da trajedik bir çöküştür. İsyana duran ülkelerin ezilen ve sömürülen kitleleri, yani dünyamızın ‘sefilleri’, bu coğrafyalarda onlarca yıldır süren diktatoryal, despotik, otokratik, aristokratik, monarşik ve de faşist mezalime peş peşe baş kaldırıyor. Emperyalist oligarşinin hizmetinde olan, yapısal haksızlıklar ve adaletsizlikler üzerine kurulu komprador, işbirlikçi, uşak ruhlu bölgesel rejimler bir bir sarsılıyor, yıkılıyor.
Gelinen tarihsel aşamada, bu rejimler, taban ve halk inisiyatifli gelişen müthiş bir politik baskı sonucu, emrine amade oldukları emperyalist egemenlerin dizginleri bir anda bırakmasıyla, tarih çöplüğünde hak ettikleri yeri bulmaktalar. Demokrasiyi, refahı, adaleti, en temel hak ve özgürlükleri kendi halklarına dahi çok görenler kanlı saltanatlarının ağırlıkları altında ezilmekten hiç bir dönem kurtulamadılar/kurtulamayacaklar. Nice firavunlar, sultanlar, padişahlar, hükümdarlar ve dikatörler gördü bu dünya. Nice kuklalar, işbirlikçiler, uşaklar, ajan ve hainler gördü bu insanlık. Hiç birisi, kendi kurdukları haksızlıklar rejiminin artıkları içinde kokuşmuş bir çöp olarak çüremekten kurtulamadılar.
İpe un sermeye gerek yok, halkın yükselen mücadelesinden öğrenebilenler ileriye dönük kendi atılımlarını pekala gerçekleştirebilirler. Bir gün batıran bu halk, başka bir gün mücadeleyi hızla yüceltebilir. Bugün uyuyan halk başka bir gün aniden uyanabilir. Bugün uysal olan halk, bir başka gün beklenmedik bir zamanda isyanı ve direnişi bir bütün kuşanabilir. Bu çelişik gibi olan durum halk olmanın eytişimsel doğasında, zıtların birliği olarak mevcuttur. Önemli olan halkın ne olduğunu bilmek ve onun nereye evrildiğini iyi takip edebilmektir.
Halk direnişe geçtiğinde, tıpkı profesyonel bir sörfcü gibi, dalganın enerjisini arkasına alarak, dalganın tam üstüne çıkıp, bir tüy misali kayabilmektir. Unutulmasın ki, her devrim mutlaka bir büyük halk dalgasıyla başlamıştır!
(1. Bölüm, devam edecek)
]]>
UFUK BERDAN | 21 – 02 – 2011 | Büyük insanlık ailesi için ‘Mezopotamya uygarlıklar beğişi, Anadolu ise tam kültürler mozaiği’dir. Binlerce yıldır kültürlere ve uygarlıklara biri ‘beşik’ diğeri ise ‘mozaik’ olarak anlam kazandıran iki komşu ve stratejik bölgedir Anadolu ve Mezopotamya.
Ne yazık ki, bu paha biçilmez kültürel ve toplumsal miraslar resmi güçlerce ya inkar veya da tahrif edilmektedir. Kültürel zenginlikler ve çeşitlilikler dil ucuyla kabul edilse bile, bu sözde kabulleniş ‘müzelik tarihsel kalıntı’ zihniyetinin ötesine geçememektedir.
Emperyal nitelikli ve ona bağımlı sermaye güçlerinin genel ve güncel çıkarlarına göre, Anadolu ve Mezapotamya halklarının tarihsel ve kültürel ortak zenginlikleri içeriği ve özü sistematik olarak çarpıtılarak sunulmaktadır.
Orta-Doğu ve Ön Asya’daki egemen sistem ve devletlerin son bir kaç yüzyıldır bin bir türlü sinsilik ve kanlı şiddetle sergiledikleri egemenlik seneryoları kültürel-tarihsel zenginliklerin sistemli bir şekilde inkar edilmesi üzerine kuruludur. Zulümkar despot, otokrat, faşist egemenlikler hem Anadolu’nun ve hem de özellikle Mezoptamya’nın kültürel zenginliğini inkar etmeyi bir hükümranlık geleneği haline getirmişlerdir.
Bin bir bağla iç içe geçmiş, iktisadi, politik, kültürel, sosyal açılardan birbirinden sürekli etkilenmiş, birbirine can, kan ve toplumsal renk vermiştir bu iki kadim coğrafya. Bu iki komşu ve kardeş bölge her tarihsel kesitte sadece sahiplerinin emrine amade ‘çifte atlar’ gibi hizmete koşulmuştur.
T.C. Devleti kurulduğundandan beri, Kemalist tipteki yarı-feodal, yarı-sömürge faşizmi sayesinde Anadolu ve özellikle Mezopotamya’nın kuzeyi tam bir ‘Halklar Açık Hapishanesi’ne çevrilmiştir. Mezopotamya’nın bir parçası olan kuyez Kürt Coğrafyası burjuva ‘üniter devlet’ hükmü çerçevesinde ‘Türkiye Cumhuriyeti’ne zoraki bir ilhak siyasetiyle dahil edilmiştir. Türk kökenli, Sünni Müslüman inançlı ve Kemalist fikirli olmayanlar dışındaki bütün kesimlerin ana dilleri, öz-kültürleri, gelenekleri, inançları inkar edilmiştir. Bunun yanında siyasal görüşleri resmi ideolojiyle örtüşmeyen bütün muhalif siyasal fikirler düşman ilan edilmiş ve 80 küsür yıldır sistemlice ezilmektedir.
‘Halklar Açık Hapishanesi’nde inançlar, ulusal ve etnik azınlıklar, sisteme muhalif siyasal akımlar sadece ezilmemiş, üstelik ötekileştirilmiş, marjinalize edilmiş ve sistem dışına itilmişlerdir. Kürtler, Müslüman Olmayanlar (Ermeniler, Pontuslu Rumlar, Asuri kökenliler (Arami, Suryani, Keldani), Aleviler, Ezidiler, Romanlar, Arap kökenliler v.b. yani Türki kökenli olmayanlar Osmanlı’da olduğu gibi, Kemalist rejimin inşa edilmesinden sonra da, sistemli bir inkar ve imha siyasetine maruz kalmışlardır. Anadolu ve Mezapotamya’da yüzyıllardır adeta kapı kapıya ve bir arada yaşayan çeşitli milliyet ve inançlardan halkımıza Pan-Türkist, Kemalist veya Türk-İslamist mezalim sürekli mübah görülmüştür.
Cumhuriyet dönemine kadar „Anadolu“nun geleneksel doğu sınırı olarak Fırat Nehri kabul edilirdi. Cumhuriyetten sonra Türkiye’nin Asya kıtasında kalan kısmının tümü Dicle Fırat arasında kalan ‘Mezopotamya‘ya dahil bölge de zorla aynı coğrafî terime dâhil edilmiştir. Yüzyıllar boyu ‘Asya’nın Avrupa’ya açılan ön kapısı’ olarak bilindi Anadolu diyarı. Ve Nazım’ın da meşhur şiirinde isabetlice tarif ettiği gibi, ‘uzak asyadan akdenize bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket’, sahip olduğu jeo-politik stratejik önemi gereği, yüzyıllardır iştah kabartan, ihtişamlı bir kapı olagelmiştir…Nice cenkler, istilalar, meydan muharebeleri ve savaşlar gördü bu topraklar bölgenin bütün ganimetlerine despotça sahip çıkma adına…Oluk oluk kanlar döküldü bu muhteşem toprakları zaptetmek adına…Nice baskı, zulüm ve sömürü biçimleri gördü ve göröeye devam etmektedir ‘mazlumlar diyarı’ bu coğrafya…
Yan yana, iç içe ve kapı kapıya iki bölge…
Anadolu ve Mezopotamya’nın yan yana, iç içe olması da başka bir değer katar bu ‘kardeş coğrafya’lara. Mezopotamya ki, Dicle ile Fırat arası kesitte, yabanıl yaşamdan yerleşik yaşama geçiş kültürlerinin ‘natural agra kultural’ geleneğin de beşiğidir aynı zamanda. Bu kadim topraklar ingiliz emperyalizminin himayesi altında Irak, Suriye, Türkiye ve İran devletleri arasında ‘Lozan Anlaşması’yla paylaşılmıştır. Mezoptamya ağırlıklı olarak ‘Kürtlerin Evi’ durumundaki geniş bir bölgedir yani. Mezopotamya’da bugün ağırlıklı olarak Kürtler yaşasa da, Asuri, Arap, Pers, Acem, Türkmen, Ermeni kökenli halkların da ‘vatan’larıdır bu topraklar.
İnsanlığın keşfettiği ‘ilk yazı denemeleri’ Mezopotamya bölgesinde piktogramlar şeklinde ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Bunlar hikâyeleri, tarihi ve bazı olayları anlatan ve tabletlere çizilmiş resimlerdir. Daha sonraları bölgenin insanları farklı harfler için farklı işaretler geliştirmeye başlarlar ki buna ‘çivi yazısı’ denmiştir. Bu yeni yazı türü kısa sürede yaygınlaşır ve bölgedeki bir çok uygarlıklarca piktogramlardan daha fazla kullanılmaya başlanır. Harfler, kil tabletler üzerine çizilip ve pişirilirerek ‘Tablet Yazıtları‘ türetilmiştir. Günüzde garlarda, hava alanlarında, trafikte ve güvenlik uyarılarında sıkça karşılaştığımız modern çizili resimler veya işaretlerin kökeni bu coğrafyadan çıkan ve mağara duvarlarına yazılan piktogramlar ve çivit yazılımlardır.
Başkaları saymayı bilmezken Mezopotamyalıların ‘iki sayı sistemi’ne sahip olduğu jeolojik -antropolojik bulgularda ortaya çıkmış ve teyit edilmiştir. Mezopotamyanın en eski uygarlıklarından olan Sümerler, zamanı altmış dakikalık saatlerde ölçen ilk insanlardır ve haftada yedi günlük bir takvimi’de ilk onlar oluşturmuşlar. Babil(on) uygarlığındaki astronomlar gündönümü ve tutulmaları hesaplayabiliyorlarmış. Astronomi bölgede de din ve mitoloji ile iç gelişiyor. Zira insanlar astronominin insana hizmet eden bir amacı olduğuna inanıyorlar ve ona bazı dini veya mistik unsurlar yüklüyorlardı. Örneğin Güneş ve Ay tutulmaları kötüye işaretti. Her ne kadar anatomi ve tıp konusunda çok ileri bilgileri olmasa da, Mezopotamyalılar tıbbi tanı listeleri oluşturabilmişler, uzun süre hastalıkları gözlemlemiş ve doğal tedavi yöntemleri geliştirmişlerdir.
Mezopotamya en eski kültürlerin, dillerin, inançların, tanrıçaların, tapınakların, yazıtların, tekniklerin, rakkamların, şehir devletlerin, tarımsal kültürün, yasaların, vergi yöntemlerinin, paranın, ilkel konserve sistemlerinin ilk rastlandığı bölgedir. Yani eldeki tarihi bulgulara bakılırsa, Mezopotamya medeniyet ve uygarlıkların gelişmesinde ‘ilkler bölgesi‘dir. Meşhur Harran Ovası, Malatya bölgesi (Çatalhöyük) günümüz ontropologlarının ve arkeologlarının iştahını halen ve epeyce kabartmakta ve araştırma ekipleri bölgede harıl harıl çalışmaktadırlar.
Kavramsal çarpıtmalar…
Bir çok kavramda olduğu gibi, Anadolu kavramının da otantik zengin içeriği, Türk egemenlerince halka milliyetçi ve şövenist fikirleri aşılamak için tahrif ve iğfal edildi. Bu kavram, içeriği çarpıtılarak unutturulduktan sonra, milliyetçi bir vatanperest anlam yüklenerek devrede tutuldu. Anadolu kavramı bu yeni anlam yükü ile birlikte ‘Büyük Türk’ şövenizmi ve faşizmin en gerici emelleri için onlarca yıldır pervasızca kullanıldı/kullanılmakta. Yine bu kavram üzerinden her dönem farklı biçimler altında ırkçı, milliyetçi, şöven ve faşist içerikli ideolojik politikalar geliştirildi. Kısacası, çeşitli milliyetlerden ve inançlardan halkımız, onlarca yıldır resmi kemalist egemenlik zihniyeti çerçevesinde gizli ve açık şövenizm iksiriyle zehirlenmektedir.
Bütün kemalist iktidar süreçlerinde, Alman ve İtalyan faşizminde de olduğu gibi, irrasyonalizm bir egemenlik felsefesi olarak önemli bir işlev gördü. Bu ‘faşizan akıldışıcılık’ sistemi korumanın ve ayakta tutmanın temel tezlerini oluşturdu. Nasıl ki İspanya diktatörü ünlü Faşist Francesco Franko ‘ülkeyi üç ‘F‘ ile yönettim. Futbol, Fiesta ve Faşizm‘ demiş ise, Kemalizm de ülkeyi ‘Üç İ Siyaseti‘ ile yönetti/yönetiyor. İşte bu siyaset, bugünkü AKP hükümetininde temel hükmetme zihniyetini oluşturan, geleneksel kemalist ‘imha, inkar ve ilhak siyaseti’dir.
‘Üç İ Siyaseti’ günümüzde AKP politikaları üzerinden eskiyen, etkinliğini ve keskinliğini kaybeden egemenlik biçimleri bertaraf edilerek ve ona yeniden bir ‘kabul görmüşlük’ kazandılırak sürdürülmektedir. AKP hükümetinin sözde ‘yenilikçi ve değişim’ politikaları resmi devlet ideolojisi olan Kemalizm’i bütünlüklü aşmak üzerine değil, onun eskiyen ve işlerliğini kaybeden, mutabıklığını yitirmiş yanlarından arındırarak daha etkin ve yetkin kılma üzerine kuruludur. (devam edecek)
]]>
UFUK BERDAN | 26 – 01 – 2011 | Bu yazı biraz tarihsel bir hatırlama dersi gibi gelebilir bazılarına ama, olsun yine de geçmişten günümüze doğru bir köprü kurma adına ve okullarda okutulmayan bazı tarihsel bilgililerini özellikle genç insanlarla paylaşma niyetiyle bu derlemeyi yazmak istedim. Geçmişi bilmeyenin geleceği olmaz derler ya…O niyetle yani…
Anadolu ve Mezopotamya kökenli ilerici genç insanların özellikle bilmesi gereken tarihsel bilgilerden küçük bir demet bunlar. Bu ve buna benzer bilgilere artık internetin digital ortamında ulaşmak çok basit. Ancak şimdiki çağdaş bilişim oratamında önemli olan bilgiye ulaşmak değil, bütün bilgiler içinden en gerçek ve en doğru bilgiyi süzebilmektir…
İlkin Anadolu kavramıyla başlayalım bilgi edinimine. Anadolu kelimesi, Yunanca‘da „Doğu“ anlamına gelen ή άνατολή (anatole) kelimesinden türemiştir. Bu sözcük ise, „doğmak, yükselmek“ anlamına gelen Yunanca άνατέλλειν (anatellein) fiilinden gelir. Anatolia yani „Doğu ülkesi“ tarihsel belgelerde Latince ‘Asia Minor-Ön Asya‘ veya Yunanca ‘Mikrá Asia-Kücük Asya‘ gibi isimlerle de anılmıştır. Anatolia ilk defa 7. yüzyılda Doğu Roma İmparatorluğu’nun Afyon, Isparta, Konya, Kayseri ve İçel yörelerini kapsayan idari birimi (Anatolikon) için kullandığı bir coğrafi kavramdır.
Anadolu toprakları, arkeolojik bulguların gösterdiği üzre, Cilalı Taş Devri‘nden beri kavimlere, şehir devletlerine, zengin uygarlıklara ve büyük imparatorluklara ev sahipliği yapmıştır. Sümer, Asur, Hitit, Yunan, Lidya, Kelt, Pers, Roma, Doğu Roma, Selçuklu, Moğol ve Osmanlı gibi onlarca medeniyet ve imparatorluklar burayı mesken eylemişler.
Çok tanrılı dönemlerde dahi bir çok uygarlıklara mesken olması nedeniyle eskiden kalma bir ifade olarak Anadolu bölgesi “Bin Tanri İli’ adıyla da anılmıştır. Bağımsız tarih araştırmacıları özellikle Sümer ve Hitit uygarlıklarının Anadolu’da sanıldığından çok daha fazla kültürel etkileri olduğunu dillendirmektedirler.
Türk tarih dersleri tarih bilgisini Uygurlarla başlatır, Moğol boylarıyla sürdürür, selçuklularla boyutlandırır, Osmanlı ile yüceltir ve Kemalizmle abartır. İlkokuldan üniversiteye hep aynı şövenist teraneler anlatılır. Oysa bağımsız tarih araştırmalarının sunduğu belgeler veya resmi (türk) tarih dersleri dışında başka ülkelerin verdiği bilgiler karşılaştırıldığında görülürki, hiç te öğretilenler gerçeği bütünlüklü yansıtmıyor. Hatta çoğu zaman bilinçlice tarih çarpıtılıyor. Egemenler tarihi bilinçlice çarpıtıyorlar ki, günü kotarabilsinler ve geleceği istedikleri gibi yönelendirebilsinler. Neyse…devam edelim bilgi paylaşımına…
Gerçekten kültürler ve uygarlıklar mozaiğidir Anadolu. Yüzlerce kültürü, inancı, etnik topluluğu, dili ve lehçeyi barındırmıştır veya onlarcasına da kaynak olmuştur. İndo-Germen dillerin, Eski Yunanca’nın, hatta Latince’nin kökenlerinin Anadolu-Mezopotamya geniş coğrafyası üzerine geliştiği yönlü bir çok dil bilim tezleri vardır. Yine yüzlerce kültüre, inanca kapı aralamıştır bu coğrafya. Ayrıca, çok ilginçtir, bugün dahi Rusya, Kafkasya, Doğu Asya ve Balkan ülkelerinde Anatoli(a) yaygın ve tercih edilen bir erkek veya bayan ismidir.
Gelgelelim Kürt ulusal özgürlük mücadelesiyle daha çok gündemleşen Mezopotamya kavramına…Yunanca Μεσοποταμία Mesopotamia, Arami ve Süryanice Beth Nahrin; Arapça Bilād mā bain an-Nahrain ve Kürtçe Mezopotamya olarak adlandırlan bölge ise tarıma oldukça verimli toprakları ve bol güneçli uygun iklim şartları nedeniyle çok eski zamanlardan beri yoğun göçler almıştır.
Mezopotamya’da aynı Anadolu’da olduğu gibi , birçok farklı uygarlık, kültür ve halkın kaynaştığı bir bölge olmuştur. Bu nedenle medeniyetler kaynağı olarak anılmıştır. Çok ciddi bir uygarlık ve medeniyet gelişimlerine sahne olmuştur bu bölge. Bu tarih ve felsefe insanlarının yazıtları sayesinde mitolojik bir isim olarak günümüze kadar ulaşmıştır bu bilgi. Sümerler, Akadlar, Persler, Babilliler, Aramiler ve Asurlular gibi dünyanın en köklü medeniyetlerine ve sahipliği yapmıştır Mezopotamya.
Bilinen ilk okur-yazar topluluklara ev sahipliği yapmış bu bölge ve bu sebeplerden dolayı ‘Medeniyetler Beşiği’ olarak da anılmıştır. Hiçbir zaman Mezopotamya olarak anılan belirli bir siyasi coğrafya olmamış ve herhangi bir resmiyette sınırları belirlenmiş böylesine bir bölge aslında yoktur. Yunan tarihçileri ve filozofları yazıtlarında ve söylevlerinde sadece bu bölgeyi ‘Mezopotamya’ olarak anmışlardır.
Mezopotamya‘da Anadolu’da da olduğu gibi; çok yoğun göç alan bir bölge olarak; siyasi iktidarlar belirli bir kalıcı çizgi izleyememiş ve bu durum diğer taraftan da kültürel ve teknolojik anlamda kır ve kent toplumlarının gelişimini de körüklemiştir. En son buz devrinin sonlarına doğru, hâlâ hüküm süren buzul veya buzul arası iklim koşullarından kaçmak için insanlar topluluklar halinde güneye doğru göç etmişlerdir. Bu dönemlere dair Kuzey Irak’ta ve çevre bölgelerde çeşitli yerleşim alanları göze çarpar. Daha sonra iklimin tarım için uygun hale gelmesiyle kuru tarım başladığı gibi yerleşim birimleri de oluşmaya başlamıştır.
Tarımın ilk olarak burada gelişmesi ve köy yaşamının başlangıcından yazının ortaya çıkışına kadarki dönemin ünlü yerleşim bölgelerine örnek olarak Samarra, Halaf ve Hasuna verilebilir. İnsanlığın vahşi doğaya bağlı yabanıl yaşamdan toprağa bağlı yerleşik yaşama geçiş bölgesi Mezopotamya’ya dahil olan Urfa ve çevresidir.
Dicle (Tigris) ve Fırat (Euphrat) arasında olduğu için Mezopotamya, Almanca’da ‘Zweistromland’ yani ‘İki Akım Ülkesi’ denilen kavramla da anılmaktadır. Bu kavramı ilk olarak tanıtan etkili isim Yunan-Makedon Hükümdarı Büyük İskender olmuştur. Mezopotamya Büyük İskender’in iştahını kabartmış ve Mezopotamya’nın geçilmez denilen dağlarını aşarak ta Hindistan’a kadar geniş bir bölgeyi fethetmiştir.
Köyleşme ve kentleşme kültürünün en eski bulguları Mezopotamya’da ortaya çıkmıştır. O dönemlerde her kent aynı zamanda çok ayrı bir kültür demekti. Bu kentlerin ortak yönü toplu ve müstakil konutların ortaya çıkışıdır. Yine de konutların mimari tarzı kentten kente ciddi değişiklikleri ve teknik açıdan ise birbirinden çok farklı mimari zenginlikleri barındırmaktadır.. M.Ö. 5500-M.Ö. 5000 tarihleri arası Mezopotamya’da en etkin kültürler kuzeyde Halaf ve güneyde de Ubaid (Obeyd) olarak bilinir.
Kürdistan‘ın dört parçası binlerce yıldır bu bölgenin kültürel zenginliğinden beslense de, Kürtlerin zoraki parçalanmışlığı ve esaret altın alınması nedeniyledir biraz da galiba, bu bölgenin insanlık tarihi açısından önemi sürekli inkar edilmiştir.
Ne Türkiye, ne Irak, ne Suriye, ne de İran devletleri Kürdistan coğrafyasının bu müthiş tarihsel medeniyet mirasını halklarına öğretmişler. Hepsi de resmi inkar siyasetleri nedeniyle gerçekleri çarpıtmışlar ve binlerce yıllık tarihi yalan, yanlış veya tek yanlı anlatmışlardır.
(devam edecek)
]]>
UFUK BERDAN | 30 – 12 – 2010 | Mali ve iktisadi krizin ardçı dalgaları Avrupa devletlerini bir bir sarsmaya devam ediyor. Sarmal bir karakter kazanan kriz döngüsü İzlanda, Macaristan, İngiltere, İspanya, Portekiz, Yunanistan derken ada ülke İrlanda’yı da hızla ekonomik ve mali çöküntü girdabı içine alıyor.
Birbirinden farklı çıkış nedenleri olsa da, ortak sorun ve sonuç, bu ulusal ekonomilerdeki bankrot, yani iflas durumudur. Ulusal gelir ve gider bilançoları bozulan, makro ve mikro iktisadi dengeleri altüst olan bu ‘bankrot devletler’ ödeme yapamaz haldeler. Başka bir çok Avrupa ülkesi daha iflas sırasında bekliyor. Güney Kıbrıs’ın, Belçika’nın, İtalya’nın ve hatta İngiltere’nin de yeniden krizin eşiğinde olduğu basında dillendirilmeye başlandı bile.Medyaya bakılırsa, AB’nin motor ülkeleri Almanya, Fransa’da krizin sözde aşıldığı, yeniden ekonomik canlanma devresinde olunduğu söyleniyor. Peki tam da iddia edilen “canlanma’ dönemde nasıl oluyorda bu çaplı iflaslar olabiliyor? Bazı devletlerin finansal çöküşleri, artık tek tek AB ülkelerini değil ve birliğin geleceğini de tehdit ediyor. AB projesi, gelecek on yıl içinde, çok ciddi ekonomik-politik ve toplumsal depremler veya patlamalarla sarsılma tehlikesiyle karşı karşıya! Bu artık bir çok kesimin paylaştığı ciddi bir yargı. Hatta birliğin geleceğine dair şimdiden ikaz sirenleri dahi çalınıyor. Örneğin deniliyorki; ‘doğru ve ortak çıkarları savunan ekonomik ve mali politikalar hayata geçirilmediği takdirde birliğin parçalanması veya birlikten kopuşlar ihtimal dahilindedir’. Uluslararası mali ve ekonomik krizin derin ve kalıcı tahribatları yeni tipteki ekonomik-politik krizlerin de yolunu döşüyor. Makro dengelerde ortaya çıkan ana dalga şeklindeki mali ve iktisadi kriz, mikro dengelerde gözlenen ardçı dalga krizlerle birleşerek, uluslararası piyasalarda, derinden yüzeye doğru sessizce büyüyen, tahrip gücü yüksek bir tsunamik dalgaya bürünüyor!
Dünya çapında hiç bir ülke ekonomisi bu ‘binyılın krizi’ne karşı gerçekten resistent olabilme özelliğini gösteremedi/gösteremiyor. Derinlerdeki kriz akıntıları yüzeyde, politik üst yapıda ve egemenlik yöntemlerinde göreceli gerileşme trendini büyütüyor. Demokrasi hızla aşındırılıyor. Ekonomik alt yapıda sürdürlen dizginsiz liberalizm politk üst yapıda tersi bir etki olarak anti-demokratizmi yeniden güçlendiriyor. Bu olumsuz gidişat halk kitleleri ve en geniş emekçi yığınlar için hiçte hayra alamet değil. Ancak, politik hükmetme krizleri de ‘yaşlı kıta’daki başka ülkelerin de kapısını çalacak. İzlanda ve Yunanistan’da hükümetlerin yıkılmasına ve bazı eski bakanların ülkelerinden apar-topar kaçmasına yol açan kriz, bakalım başka hangi hükümetleri yıkacak. Yunanistan eski başbakanının kaçırdığı paralarla İsviçre’ye yerleşerek keyfini sürdürdüğü söylenirken ülkesi bugünlerde büyük bir iktisadi/siyasi batağın içinde debelenmekte.
Emperyalist dünya sistemi, 21. Yüzyılın ilk çeyreğinde, kapsamlı çalkantılara, politik krizlere, alt-üst oluşlara ve sistem içi daha sert kapışmalara gebe. Burjuva egemen sınıflar (en büyük tekelci sermaye güçleri) özellikle kriz dönemlerinde anti-demokratik siyasal çizgide çok daha ısrarcı oluyorlar. Bir devlet politikası biçimindeki şönenizm ve ırkçılık, hatta, yeniden faşizan eğilimler ve yöntemler nispi denge dönemlerine göre daha çok tercih ediliyor. Emperyalizm koşullarındaki sınıf mücadeleleri tarihi göstermiştirki, derin buhran ve bunalım süreçlerinden devrimci çıkışlar bulunamadığında, sistem içi radikal ‘çözüm’ arayışları olağanüstü egemenlik rejimi olan faşizme yol açmıştır.
İflas krizlerinin politik sonuçları…
Yunanistan’ın çöküntüden çıkarılması resmi rakamlara göre AB ülkelerinin ortak kurtarma fonundan tedarik edilen 130 Milyar Euro’luk bir paket ile ancak mümkün olabildi. İrlanda’nın kurtarılması için medyada 85 ile 100 Milyar € civarı bir meblağdan bahsediliyor. Birleşik kurtarma fonu şimdilik 750 Milyar Euro’luk bir stokla doldurulmuş bulunuyor. Bütün bu devasa mikartarladaki paralar esasen emekçilerin vergileri sayesinde oluşan kamusal birikimlerinden tedarik ediliyor. Krizin faturasını toplumun sıtına yükleme esas itibarıyla vergi ve diğer kamu gelirlerini tekellerin kasalarına aktarma, düşük ücretle emekçileri sömürme ve sosyal ödenekleri en minimum seviyeye çekme gibi yöntemlerle yapılıyor. Bu sazede ‘batık’ durumdaki kapitalist bankalara, tekellere ve devletlere milyarlar peşkeş çekiliyor.
Emperyalist AB bloku birlik içindeki ülkelerde ‘mali kurtarma operasyonları’na kilitlenmiş gözüküyor. Herhangi bir batık ülkenin kendi olanaklarıyla bu ölçekteki ekonomik çöküntüden kurtulabilmesinin olanakları sıfırla eşit düzeyde. Bu nedenle, büyük balıklar küçük balıkları ilerde rahatça yutabilmek için şimdilik ‘kurtarıcı’ bir posizyon alıyorlar. Bankrot/iflas durumundaki ülkeleri sözde ‘kurtaran ülkeler’ büyük ülkeler, aslına bakılırsa ve de aynı zamanda, kendi çöküntü ihtimallerini de ertelemiş oluyorlar. Çünkü, iflas eden bir ülkenin kendi kaderiyle başbaşa kalması, bir domino etkisi yaparak diğerlerinin de devrilmesine yol açabilir. Bu nedenle ‘kurtarıcılar’ başkalarını kurtarmak için değil, esasen kendi çöküşlerini geciktirmek için devreye giriyorlar. Nitekim bütün ‘çöken ülkeler’de ‘kurtaran ülkeler’in çok büyük mali, ekonomik yatırımları ve ticari ileşkileri mevcut. Alman hükümetinin kurtarıcı kılığa bürünmesi, kendi tekelleri ve bankalarının oradaki çöküntüye neden olan ve yine bu sayede kendi kasalarına akan kaynak transferlerini gizlemek ve ‘kurtarıcı’ pozisyona bürünerek bir kez dah kazanmak içindir. Bu tutumları tam bir ‘kriz tellalcılığı’dır.
Kapitalizmin, ‘bankrot/iflas’ durumundaki ulusal ekonomiler gerçeğiyle ‘kendi kendini regule edebilen pazar’ liberalist iddiasının da boş olduğu yeniden ortaya çıktı. ‘Serbest Pazar’lar kendi yıkıcı çelişkileriyle yeniden yüzleşir duruma geldi. Yıkıcı/patlayıcı gidişat bu hızla devam ederse, yakın ve orta vadeli bir gelecekte, uluslararası ekonomik ve politik parametrelerde eski dengeler bir şekilde yine sarsılacak ve ‘yeni dengeler’ ortaya çıkacaktır. IMF, DB, DTÖ gibi uluslararası ekonomik birlikler çıkar dengelerini düzenlemeye yetmemektedir artık.
Bu son mali ve ekonomik kriz, kontrolden çıkan mali piyasaları ‘regule edecek’ yeni bir uluslararası kurumununda doğum sancılarıdır. 1990’lı yıllara kadar süren ‘bi-polar (iki kutuplu) dünya’dan sonra ABD öncülüğünde yol alan ‘tek kutuplu dünya’nın dengeleri kendi aleyhine ciddi anlamda sarsılıyor. Dünyadaki olası yeni dengenin nasıl ve kimin öncülüğünde olacağı ilerde mutlaka belli olacak. Henüz bir net şey söylemek için çok erken olsa da, yükselen ekonomilerden başta AB, Çin, Hindistan, Rusya, hatta Brezilya’nın yıldızlarının parladığı söylenebilir. Bu ülkeler yeni dengelerin dinamikleri olma iddiasını sürdürüyorlar ve tek kutuplu dünyaya kendilerini dayatıyorlar. G20 ülkeleri zirvesine bu ülkelerin alınması tesadüf değil. Dünya çapında paylaşım oranları ve stratejik önemleri yükseldiği için orada bulunuyorlar. AB hariç bütün diğer yükselen ekonomiler, düşük ücret yüklü yaygın kol emeği sömürüsü, sahip oldukları hammadde kaynakları, askeri güçleri ve artan ihracat payları üzerinden geliştirdikleri ‘sürdürülebilir kalkınma’ modelleriyle ekonomilerini büyütüyorlar. Bu ülkeler, dizginsiz bir sömürü ve kendi halklarını despotik yöntemlerle ezme pahasına yükseliş trendinde yol alabiliyorlar. Türkiye, Meksika ve Arjantin gibi bu arada kendine yol arayan ekonomilerde metropol ülkelerin çeperlerindeki yükselen ekonomileri takip etmeye yönelmiş bulunuyorlar. Dünyanın egemen ekonomileri ve bağımsız gelişme olanaklarına bir türlü sahip olamayan bağımlı ulusal ekonomiler, uluslararası mali ve ekonomik krizden, aynı derecede olmasa da, bir şekilde olumsuz etkileniyorlar. Artık dengeler o kadar hassasdırki; ‘en gelişmiş’ ülkelerden ‘en az gelişmiş ülkelere’ kadar her ülke her an bir iflas/bankrot durumu ile karşılaşabilir. Her ülke her an bir ekonomik veya mali çöküntü ile karşı karşıya kalabilir. Borsa kumarı, kredi tuzağı ve faiz sarmalı sayesinde çeper ülkelerden metropol ülkelere doğru korkunç boyutlara varan kaynak ve kar transferleri sürdürülemez bir boyuta erişmiş bulunuyor. Emperyalizm sayesinde dizginsizce sürdürülen bu devasa kaynak ve kar transferi, uluslararası düzlemde en büyük mali ekonomik bir çelişkidir. Dünyadaki artan yoksulluğun, sefaletin, işsizliğin, gücencesizliğin en belirgin nedeni, modern emperyal sömürü biçimi olarak bu kaynak tarnsferidir. Emperyalizmin mali oligarşik yapılanması, işte tam da bu sayede, bırakalım banka, şirket veya tekel iflaslarını, ortaya çıktığından beri ulusal ekonomi iflaslarını da kaçınılmaz kılıyor. Ulusal ekonomilerin iflası üzerinden yeni kaynak transferi modelleri geliştiriliyor ve ekonomik rekabet savaşı bu yeni paylaşım biçimi üzerinden sürdürülüyor.
Kriz bazı kapitalistler için çöküş iken bir başkaları için genişletilmiş (yeniden) üretim olarak yükseliştir. Serbest rekabetçi koşullarda olduğu gibi tekelci rekabet koşullarında da kapitalizm ancak krizlerle yol alabiliyor. Her ikisine de en özgü olan şey onların doğasında bulunan kriz gerçeği ve kendi içlerinde barındırdıkları antagonist çelişkilerdir. Kriz kapitalist gelişmenin ebesidir. Bunalımlar sürecinde sistem dışı ve tamamen karşıt bir çözüm bulunamadığında, kriz, kapitalist gelişme sürecinde yeniden düzenlemelerin doğum sancısını yönlendiren bir ebe gibi işlev görüyor. Banka, şirket, holding, tekel ve tröstlerin yaygın iflasları ne yenidir, ne de nedenleri bilinmezdir. Her kriz bir tahteravalli misali kimini indirir, kimi kaldırır. Krizlerde birilerinin payına iflas ve batış, diğerlerinin payına canlanma ve yükseliş düşer. Bu bir çelişki değil, kızışan tekelci ve ölümcül rekabetin kaçınılmaz sonucudur. Bir krizin kazanıcıları bir başka krizin kaybedicileri olur.
Doğru öngörüler ancak bilimsel-doğru bir yaklaşımla yapılabilir…
ATİK yayın organı mücadele gazetesinin Ekim 2008 tarihli 201. sayısında ‘mali piyasa krizleri, küresel sonuçları ve politikaya yansıması’ temalı bir başyazı yayınlanmıştı. 2008 krizinin patlak verdiği ilk haftalarda bankaların, tekellerin, şirketlerin değil artık ülkelerinde ekonomik açıdan batma tehlikesiyle karşı karşıya olduklarına dair isabetli bir ifade kullanmış ve şöyle demiştik: ‘’Son yılların moda deyimi emperyalist “küreselleşme” trendinin en belirgin simgesi, uluslararası finans (mali) piyasalar ve onun kalbi durumundaki borsalardır. Dolayısıyla borsalar üzerinden yansıyan uluslararası mali piyasalardaki bütün çalkantılar ve gelişmeler negatif anlamda öylesine devindiricidir ki, çok uzak olmayan bir gelecekte; sadece büyük bir şirketin değil, herhangi bir kapitalist devletin bir günde çöktüğü duyulursa kimse buna şaşırmamalıdır. Finans kapital, klasik kapitalizmin kendi temel dokusu olan sanayi/meta/ticaret ve hizmet sektörleri piyasasını dahi “teslim” alacak ve bir anda bozguna uğratacak kadar tahripkâr bir eğilim göstermektedir.‘’
Yukardaki satırlar kaleme alındığında 2008 mali krizi patlak vereli henüz bir kaç hafta olmuştu ve krizin nelelere yol açacağı konusunda ancak tahminler veya spekülasyonlar yapılabiliyordu. Bizim yukardaki isabetli tespitimiz ise marksist kriz teorisine dayanılarak yapılan bir öngörü idi sadece. Ve son iki senelik süreç içinde gerçektende görüldü ki, şirketlerin, bankaların çöküşünü devletlerin çöküşü veya iflasları izledi. Krizin atlatıldığı, resesyonun geride kaldığı ve lokomotif ekonomilerin yeniden yükseliş/büyüme trendine girdiğinin iddia edildiği 2010 yılının son günlerinde, bu sefer de AB’nin ‘gözde’ ülkeleri, batık bankalar misali, peş peşe bankrot (ödeme yapamaz) durumuna düştü. Geniş kitlelerin ve emekçi sınıfların homurtularının ve itirazlarının bir çok dünya ülkesinde görece arttığı bu dönemde, iktisadi krizlerin politik krizlere evrimini gerçekleştirmek iradi bir devrimci müdahale ile olasıdır. Dahası, olgunlaşan politik krizlerin sistem krizine dönüşebilmesi için baş aktör olarak proleter sınıfının en dinamik kesimlereinin ve onun önderliğine soyunan uluslararası devrimci-sosyalist-komunist partilerin reaksiyondan aksiyona geçmeleri gerekiyor. Başka bir dünya istemiyle giderayak ve kendiliğindenci bir şekilde seslerini daha fazla yükselten dünya emekçilerine devrimci partilerin çok daha etkili öncülük etmesi gerekiyor ki, ekonomik ve siyasal krizler devrimci krizlere dönüşebilsin. Aksi durumda, emperyalist sistem bütün krizlerine rağmen sürdürülebilirliğinden bir şey kaybetmemiş olacak ve hatta bu süreçten daha da güçlenmiş olarak çıkacaktır. Sistemsel krizlerinin sürdürülemez krizlere dönüşmesi, devrimci durum koşullarından devrimin objektif olarak gerçekleşme koşullarına ulaşılabilmesi, ancak ve ancak devrimci bir sınıf hareketi ve partisi sayesinde olabilir. Uluslararası en önemli devrimci görev, bu devindirici ivmeyi kerte kerte örmektir. Süreç devrimcilerden bilgelik ve pratik eylemcilik, cesaret ve atılganlık, sabır ve sebat, öncü ve önderlik erdemliklerini beklemektedir. Uluslararası emperyalist/kapitalist sistem, ne kadar sarsıcı krizlerle boğuşursa boğuşsun, bu egemen düzen asla kendiliğinden çökmeyecek hatta kendi yaralarını bir şekilde yeniden sarabilecektir. Sistemsel çöküşlerin tarihte ortaya çıkardığı felsefeye göre iki temel yıkım nedeni vardır; Bir sistem ya büyük bir başka akımla içten çökertilir ya da dayanamayacağı çok büyük bir darbeyle dıştan…
Kriz, kapitalizm ve topluma etkileri:
Kapitalist sisteme içkin bütün krizlere kendi içindeki antagonist çelişkiler kaynaklık eder. Kapitalizme en özgü olgu krizdir. Bu sistem, kriz ve her kriz sonrası (genişletilmiş) yeniden üretim modeliyle ancak ilerleyebilir.Yani kriz kapitalizmin dinamosu gibidir. Kapitalizm koşullarında hem yapısal hem de döngüsel krizler iç içe ve yan yana varlık göstermekteler. Ne varki, sisteme içkin bu krizlerin kapitalizmi içten çökertmesine ve bütünsel sistem krizinin olgunlaşmasına yetmiyor. Ekonomik veya mali krizlerin politik krizlere dönüşmesi ve objektif devrimci bir durumun oluşması, dahası kitlelerin devrimci başkaldırısının, önderler örgütünce tek potada örgütlenerek, başka bir sistem yaratmak için hareketi nihai zafere yönlendirmesi olmadan emparyaslist-kapitalist sistemin bir parçadan kopartılması veya bir bütün çökmesi mümkün değil. Krizlere karşı kapitalizmi resistent (direngen) yapan şey onun krizlerle birlikte varolabilme veya krizlerle birlikte yaşayabilir olma kabiliyetidir. Yapısal ve döngüsel krizler sayesinde kapitalist ‘sistemin kendiliğinden çökmesini beklemek’ büyük bir siyasal ve ideolojik hatadır. Devrimcilerin temel göreci görevi, krizler sayesinde emekçiler ve halk içinde oluşan devrimci uyanışlar sayesinde, yelkenlerimizi devrimci rüzgarlarla doldurarak yol almak ve sosyal adaleti tesis eden alternatif sosyalist bir sistemin yaratılmasını iradi olarak organize etmektir.Yani dünyayı yeniden ve yineden değiştirmektir.
Uluslararası işçi sınıfının ve ezilen dünya halklarının omuzlarında duran diğer önemli görevlerden bir taneside de uluslararası meşru devrimci-demokratik mücadeleyi birleştirmek ve örgütlemektir. ABD merkez üssünden uluslararası borsa pazarlarına, banka sektörlerine, sanayi üretimine ve tüketim piyasalarına hızla yayılan kriz, bir sarmal gibi evrilmeye ve toplumları tahrip etmeye devam ediyor. Liberal piyasacı bir dizi ‘uzman ekonomist’in dahi yakın gelecekte yeni ve daha derin boyutlu krizlerin yolda olduğu şeklindeki ‘uyarıları’ eşliğinde, kriz kendi yasalarını dayatmaya devam ediyor. Kriz ve çözüm diyalektiği kapitalist sistem içinde geçerlidir. Ancak, günümüz emperyalizmi bu büyük krizi bir bütün çözmüş veya atlatmış değildir. Her kriz sürecinde, sistem bir bütün batmadığı müddetçe, kapitalizm bir şekilde yol alabilir. Her çözüm yeni bir krizin döl yatağıdır. Üstelik bu seferki çözümler sisteme rahat bir nefes aldıracak kadar etkili de olmuyor. Bu koşullarda olamazda üstelik. Son 50 yılda sürdürelebilir kriz ile bir arada yaşama stratejileri üzerine kurulan ve buna göre şekil alan uluslararası ‘status quo’ dikişlerinden tek tek patlamayı sürdürüyor. Bu kriz 70’li, 80’li veya 90’lı yıllarda patlak verseydi uluslararası yeni bir devrim dalgası daha mutlaka yaşanırdı. Emperyalist sistem krizde ama dünya sosyalist hareketi de krizde…Egemen emperyalist sistemi rahatça saldırganlıklarını sürdürmeye iten asıl gerçek; sosyalizmin -teorik olarak olmasa da- pratik olarak 90 sonrası başlayan ‘çöküş krizi’den hala kurtulamamış ve yaralarını saramamış olmasıdır…
Yalın gerçeğe yeniden dönecek olursak;
İspanya, Macaristan, Portekiz, Yunanistan ve İrlanda ülkeleri AB içinde çeper devletlerden sayılmaktalar.. Motor gücündeki devletler henüz bankrot durumuna düşmedi. İngiltere ve İtalya kıl payı kurtuldular bu durumdan ama korkuları hala devam ediyor. Hollanda ve Fransa hala krizi tam atlatamadılar. Kriz sürecinde en az yara alan ve yaralarını en çabuk sarmış olan Almanya ekonomisi oldu. Şimdilik resmi göstergeler en azından buna işaret ediyor. Fakat düşünün ki, Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya, İspanya, Hollanda gibi başlıca devletlerden birisi çok daha derin bir krizle sarsılsalar neler olur? Bu durumda Avrupa Birliği Projesi pekala çatırdayacaktır. Bütün dengeler sarsılacak ve bu durum büyük bir uluslararası politik krize yol açacaktır yaşlı kıtada. Demokrasi beşiği Avrupa’da beşik yeniden ters yüz olma tehikesiyle karşılaşabilecektir. Böylesi bir kriz ABD’den yayılan krizden daha büyün tahrip gücüne sahip olacaktır. Çok daha ‘tehlikeli’ sonuçları olacaktır. Nitekim, Avrupa bir kaç yüzyıldır savaşların ve kanlı kapışmaların ana sahnesi olmuştur. Savaş ekseni bugün Balkan’lar üzerinden, Orta-Doğu’ya, Kafkasya’ya kaydırılmış olsa da, emperyalist haksız savaş gerçeği hala bertaraf edilememiştir..
AB’nin motor ülkelerindeki egemenlerin batık ülkeleri milyarlarca kredilerle yeniden ödeme yapabilir durumu getirmekle olağanüstü bir yardımseverlik hislerinden dolayı yapmıyorlar, kendi yatırımlarını ve geleceklerini garantilemek ve krizleri ertelemek adına bunu yapmak zorundalar. Ancak nereye kadar bu sözde ‘kurtarma operasyonlarını’ finanse edebilecekler? Motor ülkelerdeki vergi veren halk nereye kadar bu kurtarmaları finanse etmeyi kabullenecek? Bu ortak kurtarma girişimleri bir noktadan sonra parçalanacaktır. Şimdinen bir çok ülke haklı itirazlarını yükseltmekteler. ‘Sürdülebilir kalkınma’, ‘sürdürebilir büyüme’, ‘sürdülebilir istikrarsızlık’, ‘sürdürülebilir kriz’ gibi aldatıcı kavramlar kapitalizmin yapısal krizlerini örtbas etme yönlü burjuva politik argümanlar olarak etkisini yitirmeye devam ediyor. Ekonomik krizleri politik krizlere çevirecek ve sistem krizlerine yol açacak olan devrimci şahlanış dönemleri henüz yakın gelecekte ufukta görünmese bile, gidişatın bu istikamette olduğu artık inkar edilemez kadar barizdir. İçte ve dışta sürdürülen gericileşme, artan uluslararası ırkçı ve faşizan eğilimler, demokrasilerin demontajı, yükseltilen ekonomik ve devlet terörü ve nihayetinde insanlığı tehdit eden militarizmin boyutları egemenlerin büyüyen korkularının ölçülebilirliğine dair bariz göstergeleridir.
Sonuç olarak;
Yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği, yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmek istemediği, halk kitlelerinin bağımsız eylemlerinde çok ciddi bir yükselişin ve kalıcılığın olduğu devrimci durumlardan uzağız henüz. Ancak, bu durum her an bir ülkenin batma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı günümüz koşullarında, herhangi bir ülkede aniden karşımıza çıkabilir. Subjektif ögelerin bu duruma henüz hazır olmadığı günümüz koşullarında, buna rağmen toplumsal-sosyal sarsıntılar özellikle Güney Avrupa / Akdeniz kıyısındaki ülkelerde gündemden düşmemektedir. Türkiye, Yunanistan, İtalya, Fransa hattı yeni ve kapsamlı işçi-emekçi direnişlerine sahne olmakta ve halk kitleleri tepkilerini buralarda daha daha militanca vermekteler. Uluslararası Sosyalist Hareketin bu kendiliğinden gelişen kitle hareketlerini kendi potasında toplamaya hazır olup olmamasından bağımsız olarak, (devrimci) kitle hareketleri gelişebilir ve bu sarsıntılardan burjuvazinin bir başka kesimi veya küçük burjuvazi pekala kendi lehine faydalanabilir. Ne varki her iki durumda da zafer kalıcı ve gerçek anlamda kazandırıcı olmaz. Uluslararası işçi sınıfı ile birlikte devrimlerden çıkarı olan anti-emperyalist, anti-kapitalist bütün sınıflar ve katmanlar subjektif rollerini oynayabilmek için tek tek ülkelerde devrimci tarzda harekete geçmek ve uluslararası birleşik mücadeleyi yeniden örgütlemek göreviyle karşı karşıyalar. Çünkü, dünya çapında bütün başlıca çelişmeler derinleşmekte ve sınıf mücadelesi yeniden kızışma ihtimali göstermektedir. Sıçramalı, dönemsel, kabaran yakıcı bir ateş gibi ortaya çıkan toplumsal itirazlar ve esasen kendiliğinden gelişen kitle hareketlenmelerinin sonuçları olsa da, gidişat sınıf bilinçli uyanışa hizmet eder durumda ve umut vericidir.
İşçilerin, emekçi kitlelerin ve halkın birleşik eylemleri geliştikçe umutlar daha da büyüyecektir. Demokratik, ilerici ve devrimci uluslararası hareketler ortak çıkarlar etrafında güçlerini birleştirme ve sarsıcı vuruşlarla kazanımlar elde etme göreviyle karşı karşıyadırlar. Sınıf bilinçli yerli işçiler ile sınıf bilinçli göçmen emekçiler arasında kalıcı enternasyonalist köprüler kurmak işçilerin ve en geniş emekçilerin demokrasi, eşitlik ve özgürlük mücadelesini daha da güçlendirecektir. Avrupa’da devrimci yerli ve göçmen işçiler sokakların, meydanların devrimci ruhunu kuşanmak ve sınıf mücadelesinin seyrini ileriye taşımak için dünden daha çok çaba sarfetmeli ve fedakar olmalılar. Toplumsal mücadele seyri içinde aynılaşan ve ayrışan sorunlarımızın farkındalığı üzerine yükselen sağlam sınıfsal köprülerin kurulması yeni başarılara imza atacaktır. 2011 yılının ilkbahar ve sonbahar aylarında Avrupa ülkelerinde mücadele yeniden ivmelenecektir. Yerli ve göçmen ilerici güçler kendilerini şimdiden buna hazırlamalı ve gerçek anlamda enternasyonalist ittifak politikaları ve pratiklerini şimdiden geliştirmeliler.
Avrupadan yükselen işçi, emekçi, göçmen, genç ve kadın kitlelerin hareketlenmeleri bize yeni ve çok çeşitli birlikleri ve ittifakları dayatmaktadır. Demokratik kitle örgütleri, daha doğrusu kitlesel işçi, göçmen, gençlik ve kadın hareketleri, zengin ve etkili yeni örgütleme yöntemlerini de kuşanarak, geleceği kazanmak adına kendilerini doğru konumlandırmalılar. Avrupa’da yerli ve göçmen işçiler birbirine daha fazla yakınlaştırılmalı, ayrışan ve aynılaşan ortak sorunlarımızın açığa çıkartılması ve birlişik mücadelenin geliştirilmesi bağlamında bir bilinç oluşturulmalıdır. Hangi millet ve etnik kökenden veya inançtan olursa olsun, emekçi yığınlar arasına sınıf perspektifli yeni mücadele köprüleri örülmelidir. Bu tarihsel ve ertelenemz bir görevdir.
Ufuk Berdan – 28 Kasım 2010
]]>